Köşe Yazıları

Yoksa siz yemek yemiyor musunuz? – Umut Kocagöz

0

Türkiye yoksulluğun çok keskin olmasa da görüldüğü, ancak gelir düzeyindeki adaletsizlik ve düşüklükten kaynaklı giderek pahalanan bir ülke. Ev fiyatları, kira fiyatları, pazarda meyve fiyatları, restoran fiyatları… El yakıyor kavramı boşuna daha çok kullanılmaya başlanmadı. Hem pahalı, hem kalitesiz tüketiyoruz.

İklim değişikliği ve doğal afetler, hayatın ne kadar değersiz kılındığını ve yaşamın ne kadar kalitesiz (yani belirli insani ölçütlerin altında) yaşandığını gösteriyor. İstanbul, yani Türkiye’nin en bilinen, en büyük, en “marka” şehri, geçtiğimiz iki hafta içerisinde yaşanan iki afet vakasıyla ile deyim yerindeyse kıyamet oldu. Bunlar, iklim değişikliğine işaret eden, “afet” vakalarıydı; ancak doğal olduğunu söylemek pek mümkün değil. “Esmiyor değil mi” espirisinde olduğu gibi, esmez; çünkü, İstanbul, aynı zamanda dünyanın en kötü yönetilen şehirlerinden bir tanesi. Hikayesi malumumuz.[1]

Lakin, başka bir mesele henüz daha ülkemizde gerçek bir gündem halini almadı. Asında birinci gündemimiz haline gelmesi hem çok kolay hem de çok zor olan bir meseleden bahsediyoruz: Gıda. Pazarda en “dandik”, “çakma” veya “sahte” ürünler, pahalı fiyatlara satılıyor. Market raflarında binlerce çeşit ürün var. Çeşitlilik güzel olmasına güzel de, bunun bir eleme mekanizması olduğu hemen kendini ele veriyor. Kaliteli (yani bu bağlamda nitelikli, besleyici, sağlıklı) ürünler “kazık” diyebileceğimiz kadar “pahalı”. Bu ürünlere erişim genelde çok küçük bir azınlık tarafından mümkün. Zaten memleketin zenginlerinin bu marketlerden alışveriş yapmadığını biliyoruz. Onların evlerine, malikanelerine ürünler özel olarak, en iyi yerlerden geliyor.

Dolayısıyla, marketlerden alışveriş yapan küçük bir yönetici kesim dışında bu ürünlere kimse erişemiyor. İyi bir maaşı olan beyaz yakalılar, zaman zaman bu ürünlerden “faydalanabiliyor”. Bu saydığımız kesimlerin çok küçük bir toplam olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Yani, gıda meselesinde en çok etkilenen yine biziz, alt sınıflar. Ancak bunu bir süreliğine unutalım. Çünkü gerek yok. Sadece bu verinin bile gıda meselesinin Türkiye’nin en büyük meselelerinden biri olduğunu göstermesi yeter. Onu da unutalım. Büyük iddialara gerek duymayacağımız bir yerdeyiz.

Türkiye’nin yeni açıklanan enflasyon rakamlarına istinaden, ve muhtemel başka sebeplerle, hububatta ithalat (yani başka ülkelerden satın alma) yönündeki ticari engeller kaldırıldı.[2] O Türkiye’ki bir zamanlar “buğday ambarı” olarak anılırdı. Şimdi, hayvanlarının besleneceği samanı dahi ithal eden bir ülke. Bu ithalat “ayarının” bir çok sebebi olabilir. Hatta bu sebeple tarım bakanı dahi değiştirildi. Tarımda yeni bakanımız tıpçı. Ziraati yönetecek.[3]

İlk bakışta bu durum sorunlu görünebilir. Lakin, meseleye yukarıdaki bağlamda, pozitif yönünden bakalım. Çakma, besleyici değeri düşük olan, sırf öğün atlayalım, karnımız doysun diye gıda “tüketiyoruz”. Eskiden yemek yer, su içerdik. Şimdi “gıda tüketiyoruz”. Karnımız doyuyor, nefes alıp vermeye indirgenmiş hayatlarımızı devam ettirebiliyoruz. Aslında sıkça hasta da oluyoruz; vücut direncimiz pek düşük. Bunun sebeplerinden birinin gıda sistemi olduğu açık. Tıp kökenli bir bakanın tarım ve gıdadan sorumlu olmasının tam da bu açıdan çok önemli olduğu söylenebilir (!) Gıda ile sağlık arasındaki ilişki daha iyi ifade edilemez.

Biraz daha ciddi düşünelim. Ülkemizde milyonlarca insan ay sonunu nasıl getireceğini, birikmiş borçlarını nasıl ödeyeceğini düşünüyor. Günümüzde insanlar yapıp ettiklerinin bedelini borçlanma ile ödüyor. Borçlanma, daha fazla yoksullaşmayı beraberinde getiriyor. Yoksullaşma, yalnızca ücretler üzerinden düşünülmemeli. Gizli ölçütlerin esas ölçütler olduğu unutulmamalı. Toplumun büyük çoğunluğu da eskiden öyle zengin değildi, mesela; ancak iyi beslenebiliyordu. Sağlıklı ve besleyici gıda ürünlerine erişimleri vardı. Mesela Türkiye’nin her ucu bucağını bir takım gıda simsarlarının karış karış gezip de yoksul köylülerin en kıymetli şeyi olan katıklarını “keşfederek” markalaştırması boşuna değildi. Çünkü en iyi peynir, en iyi zeytin, en iyi yumurta köyde, bizzat bu köylüler tarafından üretilmekteydi.

Yoksullaşan hayat, hayatın nasıl daha iyi yaşanabileceği meselesini de bizim için bir soru işaretine çeviriyor. Giderek belirsizleşen ülkenin siyasi koşulları, büyük bir umutsuzluğu beraberinde getiriyor. Öyle bir ortam ki, bu koşullarda kimse aslında “etliye sütlüye bulaşmıyor”. Halbuki ülkenin gidişatını büyük ölçüde belirleyen şey et ve süt politikaları. Buğday, arpa, mısır; sebze ve meyve… Ekmek… Bunlar olmadan kim yaşamanın mümkün olduğunu iddia edebilir?

Geçtiğimiz günlerde, “her şeyi ve herkesi ilgilendiren” bir mesele tekrar gündeme geldi. Ayşe Bereket’in tabiriyle “BESD-BİR istedi, Biyogüvenlik Kurulu İkiletmedi”.[4] Biyogüvenlik Kurulu, yeni 4 GDO’nun kullanımına izin vermiş oldu. Bu durum, geçtiğimiz aylarda beyaz ekmekte karşılaşılan GDO üzerine de gündeme gelmişti. Genetiği değiştirilmiş organizmaların hem sağlık açısından hem de tarımsal üretim açısından zararlı olduğuna dar bir çok şey yazıp söylenmekte.

Yeni GDO’ların kullanımının nerede olacağı BES-DİR’in açılımında görülebilir: Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği. Halkın büyük çoğunluğunun yukarıda ifade ettiğimiz üzere öğün atlatmak ve karın doyurmak amaçlı “tükettiği” “tavuk”ların, örneğin, ilaçla şişirildiklerini biliyoruz. GDO’lu yemle besleneceklerini de öngörmek zor değil. Ayrıca, tabi bu tavuklardan yumurta da elde edilecek. Beyaz et üretilen hayvan çeşitliliğinden ne tür gıda ürünleri elde edildiğini düşünün.[5]

Dolayısıyla, kaliteli ve pahalı ürünler bir yanda, GDO’lu, ilaçlı, sağlıksız ürünler bir yanda. Yüzde bir bir yanda, yüzde doksandokuz bir yanda. Sağlıklı, nitelikli gıdaya erişim meselesi insanlık için onur meselesi olarak görülmelidir. Bütün iktidar kavgaları, bir pastadan kimin ne kadar pay alacağı etrafında döner. GDOlu ekmek bulamadığımız zaman, GDOlu pastanın kırıntılarına razı olacak mıyız?

[1] “Doğal” olarak görülen afetlerin doğal olmadığını anlatan muhteşem kitaplardan bir tanesi şudur: Mike Davis (2012) Üzerinde Güneş Batmayan Katliam (çev: Umut Haskan). İstanbul: Yordam.

[2] Bu durumun sonuçları için bknz: http://www.tarimdunyasi.net/2017/08/02/tarimda-ithalatin-altin-cagi/

[3] Bu konuda yapılan yorumlar için bknz: http://www.yurtgazetesi.com.tr/tarim-bakani-degisti-politika-degismedi-makale,13847.html

[4] Bknz: https://yesilgazete.org/blog/2017/08/02/monsanto-ve-basfin-gdolarina-izin-besd-bir-istedi-biyoguvenlik-kurulu-ikiletmedi/

[5] Daha ayrıntılı bir inceleme için bknz: https://m.bianet.org/bianet/saglik/188820-gdo-lu-misir-ve-soya-hangi-gida-urunlerinde-kullanilabilir

 

Umut Kocagöz

You may also like

Comments

Comments are closed.