Dış Köşe

Moreau’nun yüzü – Yıldırım Türker

0

Yıldırım Türker’in 08.08. 2009’da Radikal gazetesinde yayınlanan Jeanne Moreau üzerine yazısını bugün yitirdiğimiz sanatçının anısına yayınlıyoruz

Daha çocukken Jeanne Moreau’ya hayran olmakla şiirseverlik arasında bir bağlantı kurmuşluğumu hatırlarım. Moreau’ya duyulan aşkın da çok tekinsiz ve içten patlamalı bir yola davet ettiğini hissettiğimden belki.

Çok sonraları onu bir belgeselde Jean Genet’yle olan dostluğunu anlatırken seyrettiğimde bu bağ kafamda kesinlik kazanacak. Eski dostunu derin bir hayranlıkla ‘Şair’ diye anan Moreau’nun yüzünde belki ilk olarak bir mutluluk patlaması göreceğim…

Moreau’nun Malle’in ‘Ölüm Asansörü’nde gece yarısı tek başına bir cadde boyunca yürüyüşü kalmış, sözgelimi, aklımda. Biz, Miles Davis’in büyülü müziği eşliğinde onun yüzüne dalıp gitmiş, bilmediğimiz bir şeylerin ipucunu yakalamaya çalışırken o birden kendi kendine başını ‘hayır’ anlamında sallar. Gerçekten görüp görmediğinizden emin olamayacağınız, tuhaf bir an.

Uzaktan sevgilisinin sandığı bir arabanın yanından geçerken elini uzatır. Arabayı okşar. Saçlarını geri atar…
Jeanne Moreau, sinemanın sunduğu en derin büyülerden biridir.

Geçen gün bir tiyatro oyununda, 80’ini geçmiş ama varlığının ağırlığından en ufak bir şey kaybetmemiş oyuncuyu seyrederken; onun tarçınlı şekerli sesinden bir metni dinlerken; daha sonra hemen yanı başında ona dokunma hayalleri kurarken benim için 50 yıla yakın zamandır süren bir büyünün eşiğindeydim sanki. Uzanabileceğim, dokunabileceğim uzaklıkta.

Moreau’nun yüzü, sanki imkânsızın kapısına çizilmiştir. O yüzde, bizim bilmediğimiz, asla bilemeyeceğimiz gizlerle örülü bir uzaklık vardır.

İnsanda asla şefkat uyandırmaz. O yüze dokunmak aklınızın ucundan bile geçmez.

Çünkü, o yüz, her şeyden önce bir fikirdir. Bir varoluş bilgisi.

Ama öncelikle o yüz bize ürpertici bir kayıtsızlık sunar. Bakışları şiddet yüklü bir mesafeden sanki bizim arkamızdaki bir şeye bakıyordur.

Garbo gibi o da filmlerinde öpüşürken başını geri atar. Kendi kendine kurguladığı bir teslimiyet oyunu oynarmış gibi.

Jeanne Moreau, yalnızlığa yakışan bir kadındır. İnziva duygusu hiçbir kadına ondan çok yakışmaz.

Losey’in ‘Eva’sında onun tek odalı, tek kişilik karyola dışında hiçbir eşyası olmayan evinde uyanışını hiç unutmadım.

Erkekleri intihara sürükleyen, asla kendini vermeyen o fahişe yatağından kombinezonuyla kalkar. Tahta döşemenin üstündeki çıplak ayakları… Gidip yerdeki pikaba bir 45’lik koyar. Odayı Billie Holliday’in sesi kucaklar: ‘Loveless Love’ Moreau’ya bütün çatlağı derin büyük yönetmenler ‘tekinsiz kadın’ı yakıştırmıştır, doğal olarak.

Antonioni’nin ‘La Notte’sinde de Truffaut’nun ‘Jules ve Jim’in de de, Brook’un ‘Moderato Cantabile’sinde de bir uçurum kadar uğultulu ve derindir.

‘Mata Hari’ rolü bu yüzden ona çok yakışmıştır.

Uzun süre Fransa’nın ‘şık’ını belirleyen bir ikona olmasına karşın popüler kültür fotografının en köşesindeki gölgedir.

Duruşu, kadının kayıtsız şartsız özne olduğu, bir mutfağa, bir yatak odasına, bir mutluluk resmine hapsedilmeyecek ağırlıkta bir özgürlük, bir ele geçmezlikle varolduğu bir dünyayı hatırlatır.

Yaşı hiç olmamıştır. En genç olduğunda bile yüzünde o gizemli dünya bilgisi, o küskün ve mesafeli akış okunurdu.

Tazelik ve masumiyet, o yüzde hiç yuvalanmadı.

Starlığın ona dayattıklarına yüz vermedi elbet.

Daha 66 yılında, şöhretinin doruklarındayken Tony Richardson’ın ‘Matmazel’inde oynamayı kabul etmiş, ‘şık’ını belirlediği milletini infiale sürüklemişti. Ne de olsa Jean Genet’nin senaryosunu yazdığı bu film, o dönem için çok ürkütücüydü. Fransızlar, starlarının ‘sapık’ bir ingilizin yine ‘sapık’ bir vatan haini tarafından yazılmış senaryosunda mazohizmin en derin kuyularından sarkan, tutkusu adına köpekleşmekten kaçınmayan ‘kasabanın öğretmeni’ rolünü ona yakıştırmamıştı.

Moreau’nun umurunda olmadı elbet.

Yıllar sonra Fassbinder’in ‘Querelle’inde de oynayacak, Genet’nin romanından uyarlanan filmde Oscar Wilde’ın
şiirinden bir şarkı söyleyecekti: ‘Herkes sevdiğini öldürür’.

Jeanne Moreau’nun yüzü, bana geçen yüzyılda yitirdiğimiz kimi coşkuları hatırlatıyor.

Yıldırım Türker

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.