DünyaManşet

İçinde yaşadığımız keder ve elem çağında bütün çocuklar nereye gitti?

0

Tom Disspatch‘da Karen J. Greenberg imzası ile yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete muhabiri Özde Çakmak’ın çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

“Bu, normal yaşama yönelik bir savaştır.” CNN muhabiri Clarissa Ward, Suriye’de olduğu kadar Orta Doğu’nun başka bölgelerindeki durumu tasvir ederken böyle konuştu. 2001 Eylülünden bu yana ABD’nin istikrarsızlaştırmada böylesine bir rol oynadığı bölgelerin gerçekte krizde olması ve bu sürecin yalnızca başarısız devletler ve bombalanan şehirler düzeyinde değil aklın hayalin alabildiği en kişisel şekilde gerçekleştiği  gerçeğine sizi uyandırması gereken ifadelerden biriydi. Bu, sayısız birey – anneler, babalar, eşler, erkek kardeşler, kızkardeşler, arkadaşlar, sevgililer – için ve hepsinden öte çocuklar için yıkıcıdır.

Ward’ın sözleri her hafta daha da sertleşen bir realiteyi yakaladı, üstelik sadece Suriye’de de değil, Geniş Orta Doğu ve Afrika’daki başka yerler arasında Irak, Afganistan, Yemen, Somali ve Libya bölgelerinde de. Ölüm ve yıkım Suriye’de ve parçalanmakta olan diğer ülkelerdeki halkın tümünü ve bölgedeki başarısız ve başarısızlığa mahkum devletleri sinsi sinsi izlemektedir. Hayal gücünü dumura uğratan istatistiklerden birinde yıkıma uğrayan Suriye tek başına dünyadaki tahmini 21 milyon mültecinin beş milyonundan sorumludur. Ve ne yazık ki bu rakamlar daha sert bir gerçekliği yansıtmamaktadır: yalnızca sınırı geçerek “mülteci” olursunuz. BM Mülteci Bürosu’na (UNHCR) göre, 2015 yılında, esas itibarıyla, kendi vatanlarında sürgün olan ve yerinden yurdundan edilen bir 44 milyon insan daha vardı. Bu sayıları toplayın ve gezegendeki her 113 kişiden birini bulun – dahası bu rakamlar, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en kötüsü, giderek artıyor olabilir.

Uluslararası Af Örgütü’nde baş kriz danışmanı olan Rawya Rageh, Ward’ın haberine rahatsız edici ayrıntılar ekledi. Bunların arasında savaş yorgunu Suriye’deki giderek kötüleşen koşulların nerdeyse “ekmek, bebek maması ya da bebek bezi bulmayı imkansız kılarken… hayatta kalanların ne diyeceklerini (diğer her şeyde olduğu gibi) bilememesi” vardır. Bu arada, geniş bir bölgede aile olarak hayatta kalan aileler günlük ölüm, açlık ve kayıp tehdidiyle yüzyüze gelmeye devam etmektedir. Genellikle aralıksız üzüntü ve korku durumu ile eş anlamlı olan geçici mülteci kamplarında yaşamaya zorlanırlarken, tecavüz tehdidi, drone, intihar bombacısı ya da diğer savaş ve terör biçimleriyle gelen ölüm çoğu için yalnızca yaşamın normal bir parçası ve anne babaların çaresizliği günlük yaşamın tanımıdır.

Çocuklar arasındaki ‘vodoo ölümü’: Teslimiyet Sendromu 

Normal yaşam bu şekilde parçalara ayrıldığında, en yıkıcı etki çocuklara düşer. Tek başına Suriye’deki çocuklar arasındaki ölü sayısı 2016’da en az 700’e ulaştı. Oradan ve başka bir yerden sağ çıkanlar için evsizlik ve vatansızlık ihtimali büyüktür. Mülteci nüfusun yaklaşık yarısını 18 yaş altındaki gençler oluşturur. Onlar ve kendi ülkelerinde yerlerinden edilenler için yiyecek genellikle kıttır, özellikle de Suudi önderliğinde, Amerika’nın desteklediği, sivillerin yaygın biçimde hava saldırılarının hedefi olduğu bir savaşın ortasındaki Yemen gibi bir ülkede kolera yayılıyor ve geniş çaplı bir kıtlığın eli kulağında. Şimdi on yedi milyon insanın yüz yüze geldiği “şiddetli gıda güvensizliği” bir Yemeni senaryosunda nerdeyse iki milyon çocuk halihazırda ciddi biçimde kötü beslenmiştir. Bu sayı, 21. yüzyıl Orta Doğu felaketi ile ortaya çıkan diğer pek çoğu gibi, oldukça ezicidir, fakat bunun bizi o iki milyon genç insanın her birinin de, zarar görmeden büyüme şansından mahrum kalmaları dışında, diğer çocuklar kadar çocuk olduğu basit gerçeğine duyarsız kılmasına izin vermemeliyiz.

Kaçanlar, aslında birincil savaş bölgesi dışındaki daha güvenli ülkelere gitmeyi başaranlar için ise hayat, en iyi ihtimalle, sürdürülebilir bir geleceğe dair azıcık beklentiyle kırılgan olmayı sürdürmektedirler. UNHCR, mülteci olan altı milyon okul çağındaki çocuğun yarısından fazlasının gideceği bir okul olmadığını bildiriyor.  İlkokullar onlar için az bulunmakta ve mülteci gençlerin yalnızca %1’i üniversiteye gitmektedir (%34’lük küresel ortalamaya kıyasla). Bu gibi şaşırtıcı sayıda mülteci berbat çalışma koşulları altında çocuk işçiliği yapmaktadır. Daha da kötüsü, önemli sayıda çocuk mülteci tek başına seyahat etmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu’na (UNICEF) göre, “2015-2016’da 80 ülkede en az 300.000 refakatsiz ya da ailesinden ayrı düşmüş çocuk kaydedildi… kaçakçılar ve onları suistimal ve istismar edenler için kolay lokma.”

Yoksulluk ve yerinden edilmeye batmış bu tür çocuklar, uygun biçimde, bir mahrumiyet ve üzüntü kültürü içerisinde büyüyor olarak tanımlanmaktadır. En azından UNICEF’in – öncelikle 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın harap bölgelerindeki gençlerin ihtiyaçlarına odaklanan bir birim – 1946’da kurulmasından bu yana tehlike altındaki çocuklar dünya için bir tehlike arz ediyorlar. Fakat, son yıllarda bu tür gençlerin yaşadığı travmalar o çoktan tarih olan dönemden bu yana görülmedik seviyelere yükselmektedir.

New Yorker’da çıkan Rachel Aviv’in üzücü bir öyküsü hem çocuk mültecilerin karşılaştığı zor şartları hem de bu durumlara yönelik olası tepkilerin aşırılığını yakalamaktadır. Aviv, İsveç’te, ailelerine sığınma hakkı verilmeyen ve sınırdışı edilmekle yüzleşen, büyük ölçüde “eski Sovyet ve Yugoslav devletleri”nden böyle bir grup hakkında bir rapor hazırlar. İçlerinden birkaçı bir zamanlar “voodoo ölümü” olarak bilinen sendromun modern bir versiyonundan – çocuk koma benzeri şiddetli bir apati transına girer – muzdaripti. Doktorlar bu durumu “teslimiyet sendromu, yalnızca İsveç’te ve yalnızca mülteciler arasında var olan bir hastalık” olarak adlandırdılar. Atılma korkusu ve o ülkede halihazırda kurdukları bağlardan mahrum edilmekle tehdit edilince, fiziksel olduğu kadar duygusal olarak da, adeta kapandılar (turned off).

Bu kesinlikle üzüntünün dünya ülkelerini girdabına sürüklediği ilk durum değil iken, asıl üzüntüyü çocuklar hissetmektedir. Savaş, doğası gereği, yıkım, yerinden edilme ve üzüntü doğurur. Fakat Amerika’nın terörle hiç bitmeyen savaşı, onun “en uzun savaşı” küresel çapta çocuklar arasında yaşanan travma vakalarına sebep olmakta ve onların iyileşme şanslarını baltalamaya devam etmektedir.

Üzüntü konusunda uzmanlaşan psikolog ve psikiyatristlerin saptadığı üzere, kaybedilen yaşamlar ve beraberinde yok olan dünyalar için böylesi travma ve üzüntüyü hazmetmek ve başa çıkmak zaman almanın yanısıra yardım da gerektirir. Üzüntüye tepki vermede beş adımı tanımlamasıyla meşhur psikiyatrist Elizabeth Kübler-Ross bu tür travmatik deneyimlerden kurtulmak için gereken sürenin altını çizmektedir. Ne yazık ki, mülteci çocuklar ve kendi vatanlarında yerlerinden edilenler için genellikle böylesine bir iyileşme için zaman, o beş adımı deneyimlemek için güvenli alan yoktur. Bunun yerine yıl be yıl travma, tıpkı savaşlar gibi, sürüp gider ve şiddetini artırır.

Tek bir şey garantili görünmektedir: Uzun süren travmanın bu çocukların yetişkinlikte de süren fizyolojik ve psikolojik semptomlar geliştirerek onların sağlıklı ve destekleyici biçimde ebeveynlik etmelerini zorlaştırması muhtemeldir. Ve bu şekilde, mevcut savaşların yaraları geleceğe devredilecektir. Uzmanların teknik dilinde, “Olumsuz çocukluk deneyimleri sosyal risk faktörleri, akıl sağlığı sorunları, madde bağımlılığı, aile içi şiddet ve riskli yetişkin davranışlarının yetişkin tarafından benimsenmesi ihtimalini artırır. Bunların tümü ebeveynlik yapmayı olumsuz bir şekilde etkileyebilir” ve böylece disfonksiyon ve sorun döngüsünü sürekli kılarlar.

Bu yeni çağın yaşayan ölüleri

Çağımızın göze çarpan kısımlarından biri haline gelmekte olan travma ve çocukluğun bu eşleşmesini düşünmek için çok sayıda yol vardır. Nazi Avrupasındaki toplama kampları çağından sonra, kendisi de bu kamplarda yaklaşık bir yıl geçiren psikanalist Bruno Bettelheim aşırı yoksunluk ve sürekli ölüm tehdidine maruz olanlar üzerinde travmanın etkilerini inceledi. Yetişkinlerin şizofreni olasılığı ile yüzyüze geldiği sonucuna vardı, fakat çocuklar daha kötüsüyle yüzyüze geliyor diye yazdı: ego daha varolmaya başlamadan özbenliğin yıkımı. “Olağanüstü durumlar”a maruz bırakıldıklarında ezik, çaresiz ve “umuttan yoksun”  hissediyorlardı. Üstelik çoğu, travma boyunca onlara yardımcı olabilecek olan ebeveynleri olmaksızın büyümeye zorlanmıştı. Daha da kötüsü, incelediklerinin bazıları ebeveynlerinin – ya da kardeşlerinin – öldürüldüğünü gerçekten görmüştü.

Ne yazık ki, Bettelheim’ın öğrendikleri çağımızın çocukları için de uygulanabilir olmayı sürdürüyor. Gerek küresel gerekse de daha kişisel seviyelerde bu kadar çok çocuğu yoksunluk kuvvetlerine, iç parçalayan tahribata ve ölüm kültürüne kaptırmanın maliyetine dikkat çekmeye başlamanın zamanı daha gelmedi mi? Geride kalan bizler için zarara uğramış milyonlarca çocuğun dünyamız ve yetişkin olduklarında devralacakları dünya için ne anlama geleceğini hayal etmeye başlamanın zamanı değil mi? Elbette, bazıları gençliklerinde gördükleri zararı atlatacaktır, fakat çoğu atlatamayacaktır ve yalnızlık, kafa karışıklığı ve acılı bir hayat sürecekler ve hem kendilerine de hem de başkalarına potansiyel bir tehdit teşkil edeceklerdir.

Hemen hemen İsveç’in “teslimiyet sendromu”nu öngören Bettelheim’ın çalışmasının öne sürdüğü üzere, yirmi birinci yüzyılın erken yılları ne ilk üzüntü çağıdır ne de muhtemelen son olacaktır. Fakat onlarla başa çıkacak olan bizleriz ve yıkıcı etkileri yalnızca Orta Doğu’da değil, dünyanın geri kalanında da şimdiden ortadadır. Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de, terör ile savaşa (terörün savaşı) ideolojik olarak bağlı ve sivilleri hedef alan terörist saldırılar bu tür ülkelerin vatandaşlarının son zamanlara dek alışkın oldukları güvenlik hissini baltalamaya devam etmektedirler. Çocuklar bu ölüm ve yıkım döngüsünün bir parçası değil yalnızca, yakın zamanlı bir örnekte – Manchester, İngiltere’deki intihar bombası – hedefiydiler de, tıpkı bambaşka bir yerde, 2014 yılında Chibok, Nijerya’da yüzlerce genç kızın kaçırılmasında olduğu gibi. Bu arada, ergen erkek çocukları Suriye, Irak ve başka yerlerde İşid’e katılmaları için hedef alınmaktadırlar.

Şaşırtıcı biçimde, ABD, Genişletilmiş Orta Doğu’nun savaş yorgunu ve şiddetin kol gezdiği bölgelerindeki çocuklar için hiç ilgi göstermemektedir. Bu gençler, Anwar al-Awlaki gibi hedeflenen, belirlenen Amerikan düşmanlarının çocukları ya da genç akrabaları dahil olmak üzere istilalar, işgaller, baskınlar, bombardıman uçuşları ve insansız hava aracı saldırıları ile geçen yılların sivil zayiatlarının en kötüleri olarak düşünülebilirlerdi.

Bu ilgi eksikliği Trump döneminin mülteci karşıtı politikalarında çarpıcı biçimde yansımaktadır. ABD’ye ve diğer gelişmiş ülkelere giriş izinleri geri çevrilen ve bir belirsizlik durumu içerisinde yaşamaya zorlanan mülteci çocuklara zarar verilmektedir. Bu türden politikalar ve “yasaklar” dünyayı iyileştirmek ve ilerlemek için ihtiyaç duyulanın tam aksidir. Son zamanlarda Twitter’da, sanki tam da bu noktayı vurgularcasına, “İlticası reddedildi ve Auschwitz’de öldürüldü: mülteci yasaklarının insani maliyeti” altyazısının üzerinde bir çocuğun eski bir fotoğrafı görünüyor. Trump döneminde Amerika’dan ne beklenilmesi gerektiğinin bir işareti olarak, küresel çapta muhtaç çocuklara yardım ve hizmet sağlayan önde gelen kuruluş UNICEF için fonda 130 milyon dolardan fazla kesinti talebinde bulunan Trump hükümetinin önerilen bütçesini düşünün.

ABD ve müttefikleri günün birinde İşid’i ve diğer terör gruplarını yenilgiye uğratabilirler, ama ya geride kalan yalnızca bombalanmış, yeniden inşa edilmemiş manzaralar ve milyonlarca yersiz yurtsuz çocuk olursa zafer bunun neresinde? Bunun sağlayacağı gelecek nasıl bir gelecek olacaktır?

Üzüntü krizi, bu yeni çağın yaşayan ölüleri olan çocukların krizi er geç ele alınmadıkça “kazanan” olmayacaktır, gerçek anlamda değil. Bir silaha ya da terör donanımlarına karşı doğrudan müdaheleye giden her dolar için, bir dolar da yaşamlarına istikrar getirmek için, onlara ev, eğitim ve umutsuzca ihtiyaç duydukları türden bakım temin etmek için bu çocukların desteğine gitmemeli midir? Mültecilerin bir ülkeye getirebilecekleri olası zararlar hakkındaki her kısa vadeli öngörü için, bakımı üstlenilen çocukların yeni vatanları karşılığında ne vermek isteyeceklerine dair bir kaygı olmamalı mıdır? Reddedilen ya da sınırdışı edilen gençlerin, sefalet içerisinde bırakıldıkları takdirde, bir gün yaratacakları dünyaya kafa yorulmamalı mıdır?

Travma geçirmiş mülteci çocukların sorunlarını onyılı aşkın bir süreden bu yana incelemekte olan İsveç’te psikiyatristlerin ve diğer uzmanların ülkenin siyasetçilerine önerisi son derece basitti: “Daimi oturma izni şimdiye kadarki en etkili “tedavi” sayılmaktadır.”

Çocukluğun kaybı, travmanın felç edici etkileri, üzüntü anlatısı, umut ya da güvenli bir geleceğe dair her tür hissiyatın acımasızca ortadan kaldırılması uzun yıllardır çocuklar hakkındaki küresel söylemin içine sızmaktadır. Onların gezegen için istikrarlı bir geleceğin en büyük tehditlerinden biri olan küresel krizini olduğu gibi görme zamanı artık gelmedi mi?

 

Makalenin İngilizce orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

 

Karen J. Greenberg

More in Dünya

You may also like

Comments

Comments are closed.