Hafta SonuManşet

Sesi duyulmayan toprak

0

Maria

-Maria , Elizabetta kadına yumurta ısmarlamıştım gidip alalım, evde ricotta* var, yarına cassatella *yaparız.

Cassatella

Cassatella, babamın en sevdiği tatlıydı. Savaş yarası saran tatlı. Kötü düşünceleri hadım eden, aile birliğini sağlayan, suları durultan tatlı. Annemin en güçlü silahı. İkinci dünya savaşı çıktığında annem bana hamileydi, babam Partanna’da*  neredeyse bütün erkekler gibi savaşa gitmek zorunda kalmıştı. İlk başta, ayda yılda bir de olsa  bir mektup geliyordu , bir süre sonra mektuplar kesildi. Kasabadaki diğer ailelere gelen mektuplar arasında babama dair hiç bir haber yoktu. Ondan artık haber alınamadığında annem onun ölümünü nasıl herkesten önce kabullendiyse altı sene sonra dönüşünü de  aynı kolaylıkla kabullenmişti . Bir hayaleti  koynuna almak nasıl bu kadar kolay olmuştu?

Ben büyükannemle zeytinden dönmüştüm. Evin bahçesinde oturmuş kahve içen bir adam bulduk eve dönünce. Bahçe kapısından girdiğimizde uzun bir yol karşılardı bizi. Taş  yolun sonunda iki zeytin ağacı, bir palmiye ve karadutlarla çevrilmiş küçük bir bahçe vardı. Bahçenin tam ortasında büyükbabamın ölmeden önce; kırılmış eski bir yatağın  parçalarından yaptığı bir tahta masa ve etrafında boyaları iyice dökülmüş, ayakları ise yeni doğmuş bir buzağının yürümeye çalışması gibi yanlara doğru açılan ,titrek bacaklı iki sandalye vardı. Yabancı adam masanın başında titrek sandalyelerden birinde oturuyordu.  Esmer, kemikli parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın külünü sigarayı külden ayırırken incitmekten korkar gibi bir silkiyor, sonra  başını gökyüzüne kaldırıyor,  gözlerini kısarak sigarasından derin bir nefes çekiyor, tekrar başını yere indirip gözlerini kültablasına dikiyordu. Seyrek siyah saçlarının arasından  başının derisi görünüyordu. Güneşten kızarmıştı deri. Alnından akan terler siyah uzun kirpiklerine düşüyordu. Tuzlu ter gözlerini yakıyor olmalıydı ki habire gözlerini kırpıştırıyor, arada bir koluyla gözlerini siliyordu. Kamburunu çıkarmış, masaya doğru abanmıştı. Bir yere geç kalma endişesindeymiş gibi  kıpırdanıp duruyordu.  Büyükannem gıcırtılı bahçe kapısını açıp da onu görünce gözyaşları içinde ona koştu, sarıldılar. Ben avluda, kapının arkasından gizlice onları izledim.  Annem yanıma geldi, elimi tuttu beni ona, babama  götürdü.

-Bak baban döndü artık, hadi öp onu, dedi.

Babam,  beni öpmek için bana doğru eğildiğinde ben annemin elinden kurtulup kaçtım. Annemin elinden kurtulmuş, deli gibi koşarken bir yandan da beni bulmalarının mümkün olmayacağı , zeytinliğin en gizli köşelerini beynim tarıyordu.  Zeytinliğin en sonunda bahçe duvarının dibindeki erik ağacına çıkıp bekledim. Aradan ne kadar zaman geçti kimbilir, çok çişim geldi, karnım da acıktı ama eve dönmek istemiyordum. En azından o gidene kadar.  Babam olmadan nasıl yaşanır biliyordum ama babamla nasıl yaşayacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu, korkmustum. Hep bizimle mi kalacaktı? Keşke yine savaş çıksa da gitse diye düşündüm. Sonra annemin sesini duydum.

-Maria , Maria çabuk buraya gel .

 

salsiccia

Hiç sesimi çıkarmadım. Zeytinlik onlar için bana göründüğünden daha küçüktü. Babam salsiccia’lı (*) bir ekmeği getirip ağacın altına koydu. Onlar uzaklaşınca yemek için hemen ağaçtan indim, çok acıkmıştım. Babam hint incirlerinin arkasından fırlayıp beni zayıf omuzlarımdan yakaladı. Havaya atıp tutuyor, kahkahalar atıyordu. Kahkaları sanki ondan çıkmıyordu, görüntüsüyle hiç bağdaşmayan bir sesi vardı. İncecik nerdeyse bir kadın sesine yakın. Havada uçup yere inmekten midem bulandı, çok kızdım beni kandırdığı için. Onu sevebileceğime dair hiçbir umut kalmadı içimde.

   Anna

Başka türlü devam edecek gücü  bulamamıştım. Bir bilinmezlikle yaşamak öyle dışardan bakıldığında anlaşılacak bir şey değildi.  Neresinden bakarsanız bakın anlaşılacak bir şey değil aslında. Onun yokluğunu kabul etmek, neden gittiğini bilmediği bir savaşta, kimin silahının ucundan çıktığını bilmediği bir kurşunla ölüp gittiğini bilmemenin acısı kurtuluşum olmuştu. Artık yalnızdım, ama dönmeyecek bir adamı beklemekten daha kolay olacaktı yalnızlık. O ölmüştü ama ben, üç cocuğum ve kayınvalidem hala hayattaydık. O önceden gitmişti, biz onu takip edecektik bir gün ama bugün değil.

İnsan doğup büyüdüğü yeri sokak sokak bilir değil mi? Gözünüzü bağlasalar bulursunuz yolunuzu. Evlerinin rengini, toprağının kokusunu, akşamının esintisini, kilisesinin çan sesini, zeytininin tadını bilirsiniz. Ben o gidince bu kadar iyi bildiğim bu kasabada kayboldum. Benim evim o olmuştu çünkü, o benim bedenimi de ruhumu da kaplamıştı. Sokakların hepsi çıkmaz sokak olmuştu sanki, gecelerse sonu gelmeyen dipsiz bir karanlığa gömülmüştü. Yanyana uyuduğum beden her gece benden  bir parçayı kendine eklemişti, şimdi yokluğunu bıraktığı yerde her gün bir parçası eksilen ben vardım, yalnız ben. Döneceği günü hayal etmekle başlamıştı ilk günler, sonra umut etmeye döndü, sonrasında yokluğunu kabullenmeye. Korkuyla karışık bir özlem büyüyordu içimde , üstelik içimde büyüyen yalnızca özlem değildi .

Onun hala yaşadığına inandığım zamanlar, eve döndüğünde bana anlatacaklarını ,hayal ederdim. Savaşa kadar yokluğunu hiç yaşamadığı her şeyi bir anda kaybetmiş olmanın ağırlığını anlatacaktı. Bizi nasıl özlediğini söyleyecekti. Bağ bozumunu, üzümleri yükleyip şarapçılara götürüşlerini, zeytin hasadını. Pazar günleri kasabanın meydanındaki kahvede arkadaşlarıyla oturup gülüşmelerini, kahveyi birbirlerine ısmarlatmaya calışmalarını,  Chiesa Madre’deki düğünümüzü, düğün yemeğini, güneşin en sevdiği çocuğu dediği Sicilya’yı, Hint incirlerini, denizin mavisini , rengarenk tekneleri, kılıç balığını, sardalya’yı …

Chiesa Madre

Savaş zamanı hiçbir şey kolay değildir. Ne savaşa giden için , ne geride kalan için. Hele bir de savaş sizin savaşınız değilse. Sanmayın ki savaşta bir kurşunla hayatınız elinizden alınır. Bu en kolay ölümdür. O yüzden kızarsınız da ölüp gidene, kolayı seçmiş gibi gelir. Aslında sahip olduğunuz her şeyi  tek tek kaybetmeye başladığınızda ölmeye başlarsınız. Gün gelir  kendinizi dahi tanıyamazsınız, her sabah aynada size yabancı gözlerle bakan o insandan korkarsınız.

Tuhaf olan kendimize ne kadar yabancılaşıyorsak birbirimize de o kadar benzemeye başlamıştık kasabada. Sokakta birbimizle karşılaştığımızda selam verişimiz, dalgınlığımız,  gülmeyen yüzlerimiz, asabiyetimiz birbirine benzemeye başlamıştı. Bu bizleri birbirimize yaklaştırmamıştı yalnız. Ortak acılarımız, ortak kaderimiz bizi birbirime bağlayıp hiç de sevgi yumağı haline getirmemişti. Kimsenin elindekini bir diğeri ile paylaşmak gibi bir derdi yoktu.

Herkes birbirinden bir şey kaçırma çabasındaydı. Zeytinyağcı zeytinyağının gramından, değirmenci unun kilosundan çalıyordu. Elizabetta kadın bile elinde olsa yumurtanın içinden sarısını çeker yalnız beyazını satardı. Korkuydu bu hep, biliyordum. Kötülükten değildi. Yarına hiçbir şey kalmazsa elimde, ne olurum korkusu. Varolma çabası öyle bir şeydi ki bunun için rahatlıkla başkalarını yokedebilirdiniz, çünkü vicdanınızı körleştirmezseniz yok olup gidersiniz . Sadece siz değil çocuklarınız da. Çocuklarınızın yokluğu ise sizden geleceğe taşınabilecek hiçbir şeyin kalmaması demekti. İşte savaş sadece cephede olmuyordu. Evlerimizin içine dek girmişti. Savaş bulaşıcı bir hastalıktı. Bizse ona karşı gardımız almış, hazır bekliyorduk.

Zaman da svaştan daha az zalim değildi, her şeyi değiştirirdi. Özlemin, acıların açtığı yaralara sürdüğü merhemin altından kapkalın bir deri çıkıyordu. Altından kalkmam gereken o kadar işin arasında daha az düşünmeye, daha az düşündükçe de alışmaya başladım. Bir zamanlar o vardı artık yok, bir zamanlar savaş yoktu şimdi var. Öyleyse yeni koşullarla yaşamayı sızlanmadan öğrenmek gerekti. Öğrenmek şimdi böyle bir çırpıda söylediğim gibi kolay olmadı. Yalnızlıkla hesaplaşmak gerekiyordu önce. Hesaplaşabildiyseniz, geri kalan hiçbir şeyden korkmanıza gerek yoktu. Tek şey dışında; artık kimseye ihtiyacınız yoktu, bu sevdiklerinize acı verecekti.

Partanna’nın en iyi terzisi bendim dersem övündüğümü sanmayın, Partanna’da kime  “Buranın en iyi terzisi kim?“ diye sorsanız  benim adımı verir hala. Kasabanın neredeyse herkesin kıyafetlerini ben dikerim. Gelinlikten, bebeklerin vaftiz elbiselerine kadar. Savaş zamanında  eskisi kadar çok iş gelmedi ama karnımızı doyurmamıza yetti. Gerçi kimsenin yeni elbise diktirdiği yoktu, daha çok tamir işleri. Tamir de olsa belim elimden çıktı mı yeni gibi olurlardı. O eski püskü kıyafetleri yeni gibi teslim ettiğimde kimbilir en son ne zaman gülmek için açılmış o dudaklar bir çizgi halinde yanaklara doğru çekilir, yüz kasları gerilerek gülümsemeyi hatırlamaya çalışırlardı. Para karşılığı dikiş dikmedim de zaten o dönemde . Paraya ihtiyacımız yoktu, yemeğe ihtiyacımız vardı. Bazen fasulye karşılığı, bazen un, bazen riccotta ya da koyun peyniri, bazen de odun .

Partanna, İtalya

O günlerde kasaba mezarlığı kadar eğlenceli olan Partanna’da güzel günlerimiz de olmuştu. Berberin kızı Giusi ile öğretmen Giuseppe‘nin düğünlerinde o kadar eğlenmiştik ki. Bir yıl bunu konuşmuştuk. Tarantella ile gündoğumuna kadar dansetmiştik. O kadar ki gelinle damadın ne zaman gittiğini farketmemiştik bile.

Öyle güzel bir gündü ki boktan hayatımızın  güzel bir günü mahvetsine izin vermeye hiç niyetimiz yoktu.

Letizia

Maria eve dönüş yolunda sürekli konuşuyordu. Abilerinden şikayet ederken bir an aklına bir gece önce gördüğü düş geliyor onu anlatmaya başlıyordu. Anlattıklarını takip edemez olmuştum, varlığına şükrediyordum yalnız. Eve onunla birlikte giren neşeye şükrediyordum. Bu yaşta hala zeytine gidiyor olmak  beni çok yoruyordu ama yapacak bir şey yoktu. Zeytin toplamak için işçi tutacak gücümüz yoktu artık. Ben de evdekilerin sırtında bir kambur gibi yaşayamazdım.”Letizia” diyordum kendime ,”dayan ellerin ayakların tuttuğu sürece gideceksin zeytine.” Anna’nın üzerinde yeterince yük vardı zaten. Maria’dan bana kadar herkes, ertesi günü de tok karınla geçirebilmek için elinden geleni yapacaktı. Zor zamanlardı. Daha önce de felaketler  gördü bu topraklar  ama yok böylesini hiç yaşamadım ben. Yalnızca insan insana karşı bu kadar zalim olabilirdi.

Maria bahçe kapısının kilidini kaldırıp , bütün gücüyle kapıyı itti. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Gözlerim, ışığını uzun zaman önce yitirmeye başlamış olsa da, masanın başında oturan bir deri bir kemik kalmış oğlumu tanıyabildim. Ona doğru koşarken bahçenin taş yolu hiç bitmeyecek, ben onu tekrar kollarımın arasına alamadan yığılıp kalacağım sandım. Savaş bitmişti, o hiç giymediği kefeninden çıkıp geldi. Sanki kasaba meydanına  gitmiş de dönmüş gibi geldi.

Bir insanı anılardan çıkarıp geri getirmek, bugünün içine koymak kolay mıydı? Değildi elbette. Kalan gönderdiği gibi bulmak istedi, dönen bıraktığı gibi. Hiçbir şey eskisi gibi değildi oysa . Üzerine bastığımız toprak bile. Bunca zamandır  herkes kör sağırdı bize, sesimizi duyan yoktu. Biz de kimseye seslenmez olduk. Çaresizliğimizle koyun koyuna kaldık bunca zaman. Şimdi bize uzanan her el yabancıydı.

Kendi evladımızın kokusunu tanıyamaz olmuştuk. Antonio’yu, benim sahip olmak için kırk yıl beklediğim oğlumu alıp götürmüşler yerine, onun kılığında başka birini geri göndermişlerdi sanki bize. Yalnızca ilk gün görmüştük gülen yüzünü. Döndüğü gün keyifliydi, bana sarıldı durdu. Oğlanlarla şakalaştı, Maria’ı omzuna alıp kasaba meydanındaki villanın bahçesine oynama götürdü. Hepimizin içinde bir sevinç, kabuğumuza sığamadık bütün gün. Eski günlere dönüyoruz sanmıştık ama Antonio günden güne  yabanileşti, yabancılaştı hepimize. Anna da, ben de, oğlanlar da evde yabancı bir adam dolaşıyormuş gibi huzursuzduk. Bir hayalet gibi gece evin içinde, bahçede  gezinip duruyor, sabaha karşı yatağına gidiyordu. Yemek yemiyor, önüne koyulan her şeyi elinin tersiyle tek kelime etmeden itiyor, sabah akşam zeytinyağlı tuzlu ekmek yiyordu.  Maria babasının dönüşüne en az mutlu olandı en başta; ama aslında onu bu haliyle sevmeyi öğrenen ilk o olmuştu. Onun için  hayatına giren babanın bildiği başka bir hali yoktu.  Öncesi boşluktu,  boşluğu doldurmak kolay olmuştu. Onunla konuşmaktan  çekinmeyen bir oydu. Oğlanlar yanında heykel gibi kıpırdayamaz olmuşlardı. Bir gün aralarında şakalaşırken Antonio’nun yüzünün sarıya döndüğünü gördüm.

-Yeter, koskoca adamlarsınız sıpa gibi tepinip durmayın, dedi.

Çocuk bunlar dinlerler mi? Canları bendenlerine sığmaz ki onların. İki dakika sürdü sessizlikleri, yine başladılar boğuşmaya. Antonio masanın başında oturuyordu. Masanın üzerindeki bıçağı kaptığı gibi büyük oğlanın boynuna dayayıverdi. Oğlan korkudan duvarla aynı renk olmuştu. Sırtımdan aşağı belime doğru akan  ter kızgın demirinin üstüne düşen buz gibiydi.  Oğlum bile olsa, canımın parçası da olsa yetmişti artık. Koşup bileğine sarıldım, bıçağı aldım elinden.

-Bir şey yapacak değildim, dedi.

-Yapacağını yaptın, dedim öfkeyle.

Oğlanın yüzündeki öfkeydi beni en çok korkutan . Silkindi kalktı tay gibi.

-Keşke savaşta ölseydin, dedi.

O günden sonra Anna bu asabi, en küçük şeyde gözü dönen adama sadece vicdanı onu rahat bırakmadığı için kucak açtı; ama gözlerindeki  gün geçtikçe kaybolacağını sandığım kocasına duyduğu özlem hala kaybolmadı. Çocukların büyümesini bahane ederek evi satıp daha büyük bir aldık. Mekan değiştirmekte hayır vardı. Eve taşınır taşınmaz hemen koşup yeni bir tava aldım, uğur getirsin diye yeni tavada ilk balık kızarttım. Ağustos’un bu sıcağında onları taşınmaya zorladığım için kızıyorlardı bana. Napalım? Bu uğursuzlukları kapı dışarı etmek gerekti. Her pazar kilisede ayinden sonra peder Giovanni’yı evi kutsasın diye eve getirdim. Tütsülerle, kutsanmış sularla kutsadı evi. Anna’yla kavga etmek pahasına da olsa örümcek ağlarını temizletmedim. Ağutosta örümcek ağlarını temizlemek hiç iyi gelmezdi o eve. Anneleriydim ben onların . Hepsini birarada tutabilmek için elimden geleni yapıyordum. Atlatacaktık tabii ki hepsini. Kolay mıydı savaş yarası sarmak? Elimize kıymık batsa günler sürüyordu iyileşmesi.

Karabasandan ter içine uyanmıştık ama nerede olduğumuzu idrak ettiğimizde , ayağımızı yere bastığımız anda artık korkulacak bir şey olmadığını anlayacaktık. Gün doğmuştu. Bacaklarımızda biraz güç toplar toplamaz ayağa kalkacaktık. Çocuklar deniz mevsimini bekleyeceklerdi, biz zeytin. Üç mevsim bu topraklardan eksik olmayacaktı . (*)

 *Lor peynirine benzeyen bir peynir türü

*Cassatelle , ricotta peynirini yufka kıvamında açılmış bir hamurun içine koyup kızartılarak ya da fırında yapılan bir tatlı.

*Partanna, Sicilya’nın Trapani şehrine bağlı tepede kurulmuş bir kasaba.

*Salsiccia , Sicilya’lıların yaptığı bir tür domuz sosisi. Başka türlü devam edecek gücü  bulamamıştı. Muhtemelen,bir bilinmezlikle yaşamak öyle dışardan bakıldığında anlaşılacak bir şey değildi.

* Sicilyalılar mevsimlerden bahsederken dört mevsimden sözetmezler. Sicilya’ya üç mevsim vardır,sonbahar yaşanmaz.

 

Şenay Boynudelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.