Hafta SonuManşet

Kim korkar Zero’dan? – Cengiz Ünal

0

Evet haklısınız ilk bakışta başlık biraz mantıksız gelebilir. Kim sıfır olmak ister ki? Özellikle bu devirde. Peki ya size sıfır’ın en güvenilir nokta olduğunu söylesem ne hissedersiniz?

Adaya taşınmadan önce bana söylenenlerden veya burada yaşayanların anlattıklarından burayı anlamanın mümkün olamayacağını ancak şimdi anlıyorum. Burada zaman geçirdikçe farkediyorum ki burası belkide “Zero” yu anlayabileceğiniz Türkiye’deki bütün belediyelerin içindeki tek belediye. Adalar Belediyesi.

Zero’nun ne olduğunu anlamadan gittim ben sergiye. Ne olabilirdi ki zaten? Tamam manası “sıfır”dı ama neydi ki bu? Sergilere ne olduğunu bilmeden gitmeyi de severim hani ama bu sefer ezberi bozdum, vapurda da vaktim vardı. Sevgili ve pek akıllı telefonumdan girip yazıverdim google amcaya “Zero”yu, sordum işte. Söylediklerimi abarttığımı düşünmeyin ama, ak sakallı bi dede çıktı videoların birinde. Pek anlaşılır bir ingilizceyle “Zero özgürlüktür, rahatlıktır. Her zaman geri dönebileceğiniz bir noktadır. Sıfır bir kapıdır, kapı her zaman açık. Kapı burada, kapı her yerde. Heryer hiçbir yerdir, hiçbir yer ise budur” dedi. Yani nasıl diyeyim bilmem ki, sanırım uzun bir süre herhalde aynı noktaya bakıp kalmışımdır. İçinde bulunmak istediğim noktayı ne de güzel de anlatmıştı.

1.Dünya Savaşından çıkan Alman kültürü iflas etmiş ve sanatçılar ne yapacaklarını bilemiyorlar. İşte o anda herşeyi sil baştan yapıp sıfırdan tekrar başlamışlar ve resim sanatını geride bırakıp ışığın resmini yapmak yerine ışığın kendisini göstermişler. Bugünkü modern sanatın teknoloji devrimi içerisindeki temellerini atmış, akımın kurucu üyeleri olan Heinz Mack, Otto Piene ve Günther Uecker’ i bugün yeterince tanımıyoruz.

Sanatçıların dönemlerinin gereğini yerine getirmelerine uyan mükemmel bir örnek. Bir devrim. Şimdi benim bu sözlerimi duyanların sergiye gittikten sonra bana diyebileceklerini duyar gibiyim, “Bu mu yani!” Elbette gördükleriniz tahtanın üstüne çakılmış bazı çiviler, plastik, cam ve metalden yansıyan ışıklar. Yani bugün heryerde görebileceğiniz türden basit materyaller olabilir ama onun  felsefesini ve diğer sanat disiplinlerine olan iz düşümünü düşündüğünüzde işin rengi ortaya çıkıyor.

Fransız sanatçı Philip Priasso‘nun iş makinalarıyla dansını ilk izlediğimde büyülendiğim anı hatırladım sergiyi gezerken. Belki takip edenler bilirler iki yıl önce Beşiktaş’ta bir performans sergilemişti. Bir kepçe, bir kepçe operatörü ve bir dansçı için hazırlanmış koreografiyi izleyip büyülenmemek neredeyse imkansız. İnsanın makineyle dans edebileceğini hem de bir kepçeyle hiç hayal etmemiştim. Sanatçının bugünkü varlığı aslında o gün Almanya’da temelleri atılan bu felsefeydi ve ben bunu yeni keşfetmiştim. O gün bu sergiden geri dönerken beni uzun bir süre etkisi altına alacağını anladım. Zira nereye baksam aslında bu üç adamın yıllar önce başlattıklarını her yerde görür olmuştum.

Bugünlerde facede yayılan bir video var bilmem size de denk geldi mi? Yine Fransız bir sanatçı Céleste BOURSIER, Montreal Güzel Sanatlar Müzesinde bence mükemmel bir performans gerçekleştirdi. 10 Gipson Les Paul, 4 Gipson Thunderbird. Bas gitar, ispinoz kuşları ve ziyaretçilerin rastgele geçişlerinin belirlediği harika bir konser bu.

Performans alanında ispinoz kuşları ve ses çıkarılmaya hazır halde duran elektrik gitarlar vardır. Müzeyi gezen ziyaretçiler kuşların hareketlenmesini sağlarlar. Performans alanında kuşların konabileceği sadece gitar telleri olduğundan, ziyaretçiler kuşların gitarlara konmalarını ve kondukları bir gitardan diğerine uçmalarını sağlayarak birlikte doğaçlama bir müzik icra ederler. Bu gerçekten doğayı teknolojinin odak noktasına koyan dahice bir buluş.

Ve yine benim hayranı olduğum Hindistan asıllı İngiliz sanatçı Anish Kapoor da şu anki ününü bu akımın ölçeklendirilmesine borçlu. Sanatçının bal mumu varyasyonları, doğanın içine yerleştirilmiş mükemmel aynaları, ABD’nin Şikago eyaletindeki fasulye görünümlü dev “Bulut Kapısı” ve yine dev iç kulak yapıtını o gün akımın içinde olup bu gün hayatta olmayan sanatçılar görseydi ne düşünürlerdi gerçekten çok merak ediyorum.

Bu verdiğim üç örneğin de çekirdeğinde Zero akımının olduğunu düşünüyorum.

Gelelim bizim ak sakallı dedeye yani bu işin felsefesine. İnsanın her zaman geri dönebileceği bir noktanın var olduğunu bilmesi gerçekten güven verici  ama bunun için insanın sıfır noktasını kabullenmesi gerekir. Yani hiçbir şeye sahip olmamak. Bu günümüz toplumu için pek de kolay olmasa gerek.

Her şeyin daha iyisinin sahip olunması gerektiğini savunan bugünün sistemi ihtiyacımız olmayanların da sanki birer ihtiyaçmış gibi olduğunu göstermek üstüne de ustalaşmış durumda. Sistem korkulardan ve sahte ihtiyaçlardan besleniyor ve modern köleler olan bizler kaybedebilecek ne kadar çok şeyimiz varsa o kadar çok endişeli olduğumuzun farkında değiliz. Aslında sıfıra en yakın noktanın en konforlu alan olduğunu anlamamız için, Almanlar gibi bir dünya savaşı felaketinden yenik çıkmayı beklememiz mi gerekecek?

Bugün hiçbir çocuk telefonunda azalan interneti için hissettiklerinden daha fazlasını boşa akan çeşmesindeki su için hissetmiyor. Yaşaması için gerekli olan şeylerin ne olduğunun bilincinde değil. Çünkü doğduğunda su zaten çeşmeden akıyordu, elektrik de vardı. Soba onlar için sadece bir düğme. Bunlar yeni nesil için standart ve olması gereken donanımlarken eski nesil için bu bir lüks. Ne kadarı yeterli? Sorusundan ve manadan kopmuş durumdayız. İşte bu sebepten “Zero” bence tam da zamanında tekrar gündeme geldi. Sıfırın varlığını unutmamalıyız ve bilmeliyiz ki sıfırdan ne kadar uzaktaysak o kadar büyük bir travma bizi bekliyor olabilir. Hani derler ya “ Ne kadar yükselirsen o kadar düşersin” Tam olarak bu. İnsanoğlu hiçbirşeyin sahibi olmadan çırılçıplak geldiği bu dünyaya, sahip olduğunu zannettiği hiçbirşeyi yanına alamadan gidiyor. Bulunduğumuz her noktadan sıfır kapısı görünüyor ve her zaman açık. Daha iyi hissetmek adına sıfırdan uzaklaşmak yerine, daha kötü hissetmemek adına sıfıra yaklaşmak da güzel bir alternatif.

Biraz da adadan bahsedeyim sizlere. Yazımın başında adalar beldesinin “Zero” yu anlamak için en güzel yer olduğundan bahsetmiştim. Bunu ispatlamam gerekir elbette.

İstanbul’a çok yakın mesafede bulunan bu 4 ada bir yana, bu 4 ada dışındaki Türkiye’nin bütün yerleri diğer yana olsa dahi bu minicik adalar daha ağır basarlar benim gözümde. Neden mi? Burada çok önemli bir şey olmuş, artık nasıl olduysa bilmiyorum adalara motorlu taşıt sokmak yasaklanmış. Türkiyenin her yerine aracınızla gitmeniz mümkün iken maalesef ve sevinerek söylüyorum buraya gelemezsiniz. Arabalı vapur seferleri bu adalara yok. Bu da adaların hayatını tümden değiştiren en önemli unsurlardan bir tanesi. Yani motorlu taşıt konusunda adalar “Sıfır” diyebiliriz. Buradaki herkes bilir eğer bir şey taşıman gerekirse bunu sırtlanırsın. Bir yere gitmek istiyorsan yürümek zorundasın. Buradaki eski yaşayanların alışkanlıkları kendi kendilerine yetebilmeleri yönünde. Ve gerçek şu ki Türkiye ve tüm dünya sıfırdan hızla uzaklaşırken burada bizler halen sıfıra en yakın noktada yaşıyoruz. Yani şu cümleyi kursam daha iyi anlatırım sanırım; Dünya bir petrol krizi yaşasa iki yanımdaki evde, doğma büyüme buralı olan komşum için bu hiç bir şey ifade etmez. Zaten işine yürüyerek gidiyor ve çocukları da okula patenle gidiyorlar. Şaka değil burada çocuklar okula baharda patenle gidiyorlar. Burada bizler her an sıfırı hissediyoruz, mesela lodos olunca seferler durur ve istanbul ile bağı olanlar için tatil demektir bu. Bu adalılar için birbirlerine yaklaşma fırsatıdır. Burada yaşayan herkes şunu hisseder. Bir afet olsa kimse buraya gelmez, yani burada biz bizeyiz. Komşunla iyi anlaşmak zorundasın çünkü yarın onun yüzüne bakacaksın.

Ada konusunda daha çok konuşmak isterdim ama amacımı aşmış olurum sanırım. Fakat anlatmak istediğim; bunlar sıfıra yakın olmanın yani daha iyisine sahip olmamanın getirdikleridir. Elbette teknoloji ile adalılar daha iyi şartlarda yaşayabilirler ama ister inanın ister inanmayın buradaki hiç kimse daha iyi şartlarda yaşamak istemiyor. Hayatı, tüm zorluklarıyla kabul etmişler ve bu sayede gerçekten hiçbir zaman kopmuyorlar. Sanılanın aksine bu mücadele onlara yaşam sevinci getiriyor.

Son olarak da yazımda kameramla sizler için çektiğim bir kare olsun istedim. Heybeliada’dan siz okurlar için gelsin. Alın size “Zero”

 

Cengiz Ünal

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.