Köşe Yazıları

Dünyayı sen mi kurtaracaksın? – Berkay Erkan

0

Toplum olarak büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içinde olduğumuz malum. Referandum sonrasında ise toplumsal muhalefetin ruh hali biraz değişmeye başladı. Bir kesim gelecek için hayli umutlanırken diğerleri açısından durum çok daha vahim. Hamlet  gibi söylersek, umutlu olmak ya da olmamak, şimdi bütün mesele bu.

Elbette umut yaşamımızda son derece önemli bir yere sahip. Onsuz yaşamak çok zor, belki de mümkün olamazdı. Ama neden hepimiz aynı düşünmüyoruz? Umutlu olmamızı ya da umutsuz, belirleyen şey ne? Ne oluyor da üstelik birbirine yakın siyasi anlayışlara sahip olmalarına rağmen insanlar aynı olay ve olgulara bakıp birbirinden çok farklı sonuçlara varabiliyor?

Bunu anlamak için kendimizi biraz daha iyi tanımak zorundayız.

Bizler bir güvenlik duygusu olmadan yaşayamayız. Bu, en temel ihtiyaçlarımızdan biri. Dolayısı ile gelecek beklentimiz hayatta son derece önemli . Hiç kimse ileride kötü bir şey olacağını, varlığını tehdit eden bir tehlike olduğunu bile bile normal bir yaşam sürdüremez.

Böyle bir durumda iki davranış tarzı ortaya çıkıyor. Ya sadece olacaklardan kaçmaya, bunun için çeşitli yollar aramaya çalışıyoruz ya da olacakları değiştirmek, koşulları daha iyi hale getirmek için uğraşıyoruz. İşte tam bu noktada karar verirken pek çokları arasında, bir soruya verdiğimiz cevap belirleyici rol oynuyor. Geleceği etkileme kapasitem(iz) var mı? Buna ne yanıt verirsek ona göre bir gelecek beklentimiz oluşuyor. Var diye inanırsak umutlu, tersine umutsuz oluyoruz. Dolayısı ile umutsuzluk hissetmek, aslında geleceği etkileyecek hiç bir potansiyelinin olmadığına inanmak, kendini güçsüz ve zayıf görmek demek. Bunun için karar verirken şartları değerlendirdiğimiz bilişsel bir süreç sonucunda kendimizi ikna ediyoruz.

Aslında  beynimiz sürekli hep böyle bir ölçüp biçme ile meşgul. Çünkü yaşamımızı sürdürürken  davranışımızın sonucunu önceden bilmeye, daha doğrusu bir öngörüye ihtiyaç duyarız. Bu anlamda bir bilgi edinmeden harekete geçmeyiz. Bardağa uzanan elimle onu tutabileceğimi, önüme çıkan bir çukurdan atlayabileceğimi, çalışınca sınavı geçeceğimi, üstüme yürüyen birinden kaçarsam kurtulabileceğimi ya da mücadeleye girersem onu alt edebileceğimi bildiğim için elimi uzatır, atlamaya karar verir, sınava çalışır, tehlikenin üstüne yürürüm. Yaşamımızda mikrodan makroya her ölçekte bunu yaparız.

Bilmek ya da inanmak, bizim güvenlik duygusunu korumamızı  ve dolayısı ile yaşamımızı sürdürmemizi mümkün kılar. Umudun kaynağı da bu inançtır.

O zaman şimdiki umutsuzluk hali de böyle bir bilgi ya da inanç yüzünden var. Yani kimse geleceği etkileme potansiyelini yeterli görmüyor ve bu anlamda çabalarının sonuç vermeyeceğine inanıyor. Bu durumda da bir gelecek inşa etmek için çabalamıyoruz. Peki neden aynı koşullarda yaşanmasına rağmen herkese göre bu bilgi, inanç çok farklı ?

Hepimiz biliriz, bizler yer yüzündeki en sosyal varlıklarız. İçinde bulunduğumuz sosyal çevre ile var oluruz. Algılarımız ve beklentilerimiz gibi, yaşam faaliyetimizi ve anlamlandırmamızı da bu çevre ile kurduğumuz ilişkiler belirler. Kendimizi  bu çevreye, başka bir deyişle “sürü”ye ait hissederiz. Sürü kavramı hem bir metafor hem de kelime anlamı ile, oluşturduğumuz bu sosyal topluluk ve ilişkileri en iyi açıklayan ifadedir. Doğal olarak içinde bulunduğumuz bu sosyal yapının yani sürünün davranış ve tercihleri, ruh hali bizi doğrudan etkiler. Ayrıca bir tek sürü de yoktur. Büyük sürü içinde etnik, kültürel vb. farklılıklara göre  başka sosyal gruplar ve alt kimlikler oluştururuz. Toplumun her bir unsuru sürü aidiyetini bu kimlikler üzerinden ilişkilendirir. Olayları değerlendirişimiz , algılarımız tamamen bu ilişkiler çerçevesinde belirlenir. Böyle olunca geleceğe bakışımız ya da umutlu olup olmayışımız da bu ilişki çerçevesinde ulaştığımız bir sonuçtur.

İşte seçimlerimizdeki farklılıkların en önemli kaynağı buradan, yani sosyal bağlarımızdan geliyor. Gelecek açısından kavrayış ve davranış farklılıklarımız da. Temel belirleyici olan elbette aidiyet bağının en güçlü olduğu büyük sürüdür. 70 li yıllar buna çok iyi bir örnektir.

O yıllar ülke tarihinde özel bir yere sahiptir.  Bu dönemde Eritre’den Nikaragua’ya , Küba’dan Çin  ve Vietnam’a emperyalizm ve kapitalizme karşı zaferler kazanıldığı yıllardı. O zaman, Nazım Hikmet’in deyişi ile büyük insanlık, kendisini dünyadaki  benzerlerinin parçası olarak hisseder, onlardan güç ve ilham alırdı. Ülkemizde de bu durum özellikle gençliği etkileyerek içine çekmişti. Onlar dünyadaki bu dalganın etkileri ile gelecek umutlarına büyük bir inançla bağlıydılar. Buna karşın onların realite ile pek uyuşmayan bu fedakarca kendilerini öne atışları karşısında en sık karşılaştıkları soru şu olurdu:  “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?”

Bu soruya nasıl cevap verdiklerini tahmin etmeden önce, şairin dizelerinde çarpıcı bir anlatım bulan dönemin duygusal atmosferine bakmak yeterli:

“Sen yanmasan,

Ben yanmasam,

Nasıl çıkar

Karanlıklar aydınlığa?”

Yani onlar böyle inanıyorlardı gerçekten ve işte onlara bunu hissettiren, söyleten sosyal etki, işin püf noktasıdır. Eğer böyle hissettiren bir aidiyet olmasaydı feda etmeyi göze alacak kadar güçlü bir beklenti, güçlü bir umut da olamazdı. (Hemen belirtmek gerekir ki bunun günümüzde yaygınlaşan intihar eylemlerinin motivasyonu ile hiçbir benzerliği yoktur.)

70 lerden sonra durum değişmeye başladı, dünyada toplumsal muhalefet sermayenin saldırılarına daha fazla dayanamadı ve büyük insanlığın gelecek ideali kayboldu. Doğal olarak biz de aynı duruma düştük, artık ideallerimizi yitirmiştik, üstelik yalnız kalmıştık.

Bu gün toplumsal mücadelede politik motivasyon  açısından eksik olan şey de bu. Bütün dünyanın kaosu buradan besleniyor. O zaman yeniden umutlanmaya ihtiyacımız var. Yoksa geleceği kurmak için değil bugünü kurtarmaya çalışırken tükeneceğiz.

Burada henüz nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz bir çelişki ile de yüz yüzeyiz ve aşmak durumundayız. Değiştirebileceğimize inanmadığımız bir gelecek için harekete geçemiyor ama gidişin verdiği korku ile kendimizi güvende de hissetmiyoruz. Bu boşluk bizi huzursuz ediyor. Son zamanlarda sık sık duyduğumuz gibi iktidar gücü karşısında yapılan “zaten …” ya da “nasıl olsa ..” diye başlayan ve  gelecekten bir beklenti taşımayan tespitler buna bir örnek. Eğer gelecek için bir beklenti yoksa bir şey yapmak için de bir neden olmuyor. Geriye kalan tek çare eldekini korumak oluyor. Buna uygun siyasi tutum ise uzun zamandır yaptığımız gibi, direnmek, her alanda elimizde ne varsa onu korumaya çalışmak.

Bunu biliyoruz, çünkü bütün dünyada büyük insanlık çok uzun zamandır  hak ve özgürlüklerden, doğanın talanına, yoksulluğun artmasından baskı ve şiddete, daha pek çok alanda hep direniyor. Oysa güvenli ve yaşanır bir gelecek perspektifi  olmadan, sadece olanı korumaya çalışmak hiçbir ilerleme sağlamıyor ,tersine sürekli mevzi kaybediliyor. Bundan kurtulmak için geleceğin bizim de etkilediğimizi yeniden hatırlamamız gerek. Bu potansiyele sahip olduğumuza  inancımızın yeniden güçlenmesi gerek.

Ama nasıl ?

Bize yeni bir sürü lazım!

Ülkemiz yakın geçmişinden verdiğimiz örnek bütün dünya için geçerli. O yıllarda dünyanın her yerinde kendisine güvenen, geleceği kendi istediği yönde değiştireceğine inanan bir toplumsal hareket vardı. Evet yüzyılın sonuna doğru bu değişti, zayıflayarak, gücünü kaybetti ama bu etkinin nasıl bir değişim yaratma gücü olduğunu biliyoruz. Bu gün yine böyle inançlı bir toplumsal gücün parçası olduğumuzu bilseydik, dünyanın her yerinde bizim gibi düşünen, hisseden insanlardan oluşan büyük toplulukların olduğunu bilseydik umutsuz olurmuyduk?

Şimdiki kötü gidişin ülkemizdeki kolu olan iktidarın böyle bir dayanağı var mesela. İktidar, arkasında sıkı bağları olan , birlikte hareket eden birleşik bir tabana sahip. Tersine muhalif kesim birleşik değil. Dağınık ve düzensiz gruplardan oluşuyor. Böylece iktidar her zaman arkasındaki destekle istediğini yaparken, yapabilme gücü, “sürünün” bütün unsurları tarafından hissediliyor, içselleştiriliyor. Bu da onları gelecek inançlarına elbette daha sıkı bağlıyor. Dolayısı ile muhalif kesim de en azından böyle bir potansiyel güce sahip olunduğunu hissettirecek çareler bulmak zorunda.

Bunun nasıl olacağının bir formülü yok. Ama örneğin referandum bu bakımdan ilham verici bir tecrübe oldu. Birbirinden çok farklı siyasi eğilimler, kendisini aynı ortak kaygıda hissedince davranışları da aynı yönde oldu ve HAYIR oyu verdiler. Bu deneyim çok farklı olsalar da insanların ortak bir şey için yanyana gelebildiklerini, hep birlikte hareket  edebildiklerini bir kere daha göstermiş oldu. Bunun nedeni elbette korkuydu. İktidar da bunu, yani korku ile tabanını yönlendirme işini bilinçli olarak kullanıyor. Bu sefer kendi dayanağı olan kesimi bir araya getirmeye çalışırken yarattığı korku, karşıtlarını da birleştirdi. Ama korku tek başına zaten sürüyü uzun süre bir arada tutamaz. Korku ve sürekli tehdit altında olmak zamanla sürünün ruh halini ve davranışlarını bozar. Büyük kitleleri devamlı bir arada tutacak şey yukarıda da değindiğimiz yapabilme gücü ya da potansiyeline kendisini sahip hissetmektir.

Dünyanın ekolojik bir çöküşe doğru gidişi, sermayenin küresel hegemonyasının şiddetle yaygınlaşması, zaten geleceği yeterince korkutucu yapıyor. Bu korkular bizi bir araya toplanmaya teşvik edebilir ama bu kaçınma refleksi hep birlikte bir gelecek idealini paylaşmaya dönüşürse, bir inanç haline gelirse kalıcı olabilir. Öyle ya da böyle, inandığımız bir gelecek olmalı.

Peki bu gün toplumun paylaşacağı, büyük toplulukları bir araya getirecek bir gelecek ideali var mı? Ülkemizde mesela,iktidarın dayandığı kesimin var ama bizim topluma anlatacak bir gelecek idealimiz var mı? İdealimiz yoksa nerede, ne için birlikte olunacak?  Egemenlerin bütün baskı ve talanı karşısında tek söylenen onların kötülükleri,kötü sonuçları, acıların ve kayıpların yarattığı öfkenin feryatları, geleceğin nasıl kötüleştiği vb. Kötü ve korkutucu olanın daha da korkutucu olmasını sağlamaktan başka bir şey anlatmayan bu dil ve tutumla nasıl bir gelecek ideali oluşabilir?

Bir şeye ulaşmak için insanlar eğer yeterli kapasiteye sahip olduklarına inanırsa değişim için onu kullanmaktan çekinmezler. Bu her zaman böyledir. Umut, gelecekten bir beklenti olduğuna göre, bu beklentimizin yüksek olması için önce bizi bir araya getirecek bir ideal, ulaşmayı çok istediğimiz bir şey ortaya koymalıyız. Ulaşacak bir ideal yoksa umut da olmaz. İnsanları heyecanlandıracak, bu gün havaya çöken karamsarlığı dağıtacak kadar parlak, çekici bir gelecek hayali ile bir vizyona oluşturmak  ona ulaşma umudunu da doğurur. Bu, insanları bir araya getirir, büyük sürüyü toparlar. Kendimizi böylece daha güçlü hissederek vizyonumuzu geliştirir, ona ulaşmak için bütün potansiyelimizi kullanmaya, varımızı yoğumuzu ortaya koymaya istekli olabiliriz. İşte o zaman, büyük insanlık  “bir şafak vakti ağır ellerini toprağa basıp doğrulur” ve dünyanın kaderini değiştirebilir. Ancak buna inanırsak  “dünyayı biz değiştireceğiz “ diye hisseder ve yola çıkabiliriz.

O günden önce yapmamız gereken, sadece bu günün getirdiklerine hayıflanmak, şikayet etmek değil. Bir an önce nasıl bir gelecek aradığımıza karar vermek, ortak bir ideal oluşturmak zorundayız. Ancak ondan sonra bir yön belirleyebilir ve engelleri nasıl aşabileceğimizi görebiliriz.

 

Berkay Erkan

You may also like

Comments

Comments are closed.