Doğa MücadelesiManşet

‘Çocuklarımızın köye gelmesini istemiyoruz’: Radyasyon oranı 450 kat fazla çıkan ‘kanser köy’ün hikayesi…

0

Aydın’ın Söke ilçesine bağlı Kisir Mahallesi’nde, 1958’te açılıp rehabilite edilmeden bırakılan uranyum madeni nedeniyle, çok yüksek oranda görülen kanser vakaları, bölge halkını isyan noktasını getirdi.

Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun 2014’te düzenlediği panelde söz alarak “Biz ölüyoruz” diye feryat eden muhtar Baki Suna ve eşi Nazan Suna, ‘saç kazıtma’ eylemi yaparak kanser vakalarına dikkat çekme eylemi yapmış. Çalmadık kapı bırakmayan Suna çifti ve mahalle sakinleri, bölgede yapılan ölçümlerde, radyasyon oranının olması gerekenden 450 kat daha fazla olduğunu belirtiyor.

Muhtar Baki Suna, çocuklarının kendilerini ziyarete gelmesini istemediklerini de belirtirken, uzuv kayıplarıyla doğumlar olacağı yönündeki uyarılardan sonra bölge halkının çocuklarını mahalleden uzaklaştırdığını ifade ediyor. Yeni doğum yapan keçisinin yavrusunun arka kısmının olmadan dünyaya geldiğini ifade eden muhtar Suna, zeytin ağaçlarınında dikildikten belli bir süre sonra kuruduğunu ifade ediyor.

Hürriyet’ten Yücel Sönmez’in haberine göre, ‘kanser köy’ olarak bilinen Kisik Mahallesi’nin hikâyesi şöyle:

Aydın-Söke’nin Kisir Mahallesi, Anadolu’nun akla cenneti getiren köşelerinden biri olmasına rağmen ne yemyeşil doğasıyla ne de canayakın insanlarıyla anılıyor. Buranın adı artık -haberlere de konu olduğu haliyle- ‘Kanser köy’. Uzmanlar; 1958’de açılan ve rehabilite edilmeden öylece bırakılan uranyum madeninin bölgede çok yüksek oranda görülen kanser vakalarıyla doğrudan ilişkili olduğunu söylüyor. “Nasılsa bana uzak bir köy” mü diyorsunuz? O kadar emin olmayın. Maden sahasının hemen yanındaki arazide organik sertifikalı üretim yapılıyor. Yine aynı alanın bitişiğinde devasa bir mandıra faaliyete geçmek üzere. Buralardan çıkan ürünlerin sizin sofranıza da gelmeyeceğinden ne kadar emin olabilirsiniz?

Aydın-Söke’ye 15 kilometre mesafedeki Kisir Mahallesi sakinlerinin isyanını ateşleyen; Muhtar Baki Suna’nın 2014’te Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun (EGEÇEP) düzenlediği panelde, Menderes Nehri’ndeki kirliliğin ve madenlerin insan sağlığı üzerine etkilerini dinledikten sonra söz alıp “Biz ölüyoruz!” diye feryat etmesi olmuş. Suna’nın; sondaj yapıldıktan sonra rehabilite edilmeden terk edilen uranyum madeninin sebep olduğunu iddia ettiği kanser vakalarına dikkat çekme çabası daha sonra köy meydanında saçlarını kazıtma eylemiyle devam etmiş. Suna’nın eylemine eşi Nazan Suna da başörtüsünü çıkarıp saçlarını kazıtarak destek vermiş.

Suna çifti ve mahalle sakinleri; o gün bugündür çalmadık kapı bırakmamış. Muhtar Suna; Türkiye Atom Enerjisi Kurumu heyetlerinin gelip ölçümler yaptığını söylüyor. “Sonuç” diye sorduğumuzda yüzünde alaycı bir gülümseme beliriyor: “‘OHAL var, açıklayamayız’ dediler.”

Bölgede gezinmek bile tedirgin edici

Kisir’e 700 metre mesafedeki Yusufağalar Mevkii’ndeyiz. Burada 13 sondaj kuyusu bulunuyor. “Radyasyon en fazla burada” diyor Muhtar Suna bir kuyunun başına yaklaşırken. “Ölçüm aletini buraya koyduklarında çıkardığı sesten kırılacağını zannettim” diye de ekliyor.

Biraz tedirginim. Bu bölgede bulunmanın -kısa bir süreliğine bile olsa- halsizliğe neden olduğunu söylüyorlar. Bacaklarımda hissettiğim güçsüzlüğün ‘psikolojik’ olduğunu telkin ediyorum kendime. Muhtar eline aldığı bir taşı sondaj kuyusundan içeri bırakıyor, “Bak” diyor, “su var.” Bu, tehlikenin suya da karışmış olabileceği anlamına geliyor.

Maden bölgesi bir zeytin ormanının içinde. Ancak burada neredeyse hiç yaşlı zeytin ağacı yok. Muhtar durumu “Bir noktaya geldikten sonra kuruyorlar” diye açıklıyor. Bu sırada yanımıza evi maden sahasının hemen bitişiğinde olan Yusuf Çenesiz (67) geliyor. Hemen “Çekinmiyor musunuz burada yaşamaya” diye soruyorum. Sonuçta, 15 yılda 70’ten fazla kişinin kanserden öldüğü bir yer burası. “Ben yaşamıyorum zaten” diye söze giriyor:

“Mezarımı kazdırdım. Mezar taşım olmayacak. Bir tahtaya ‘Bu topraklar çok Çenesiz götürür’ yazsınlar yeter.”

Dört ay önce ağzından kan gelmeye başlamış Yusuf Çenesiz’in. “Hem böbrekte hem de akciğerde var” diyor kanser kelimesini telaffuz etmeden. Bundan sonra söylediklerinin onu sinirlendirdiğini yüzünden okumak zor değil:

“Sobamda yaktığım ağacın külünden radyasyon çıktı. Niye örtbas ediyorlar? Varsa var, yoksa yok. Tek istediğim bir yetkilinin bana ‘Buradan s. git’ demesi.”

“Çocuklarımız gelsin istemiyoruz”

Muhtar, büyük bir kayanın çatlağından aşağıya doğru inen sarılığı göstererek “İşte bu uranyum” diyor. Bunu bölgede inceleme yapan üç farklı akademisyenden öğrendiklerini söylüyor. Yusuf Çenesiz oradaki taşlardan birini bana doğru uzatıyor, alıp almamakta tereddüt ediyorum. Aldıktan hemen sonra yere bırakmak istiyorum.

Nükleer fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Nükleer Savaşa Karşı Uluslararası Hekimler Birliği’nin Almanya Seksiyonu Üyesi Radyolog Doktor Alper Öktem ve Dokuz Eylül Çevre Mühendisliği Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Enver Yaser Küçükgül alanda ölçüm yapan uzmanlardan. Farklı cihazlarla farklı ölçümler yapmışlar. Sonuç: Olması gerekenden 450 kat daha fazla radyasyon oranı.

Radyasyon ölçüm cihazı…

“Çocuklarımız köye gelsin istemiyoruz” diyor Muhtar:

“Kızımın bizi ziyarete geldiği gece sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Bir an önce gitsin istedim.”

Çocukları köyden uzaklaştırma kararını, ‘Hocaların’ 2020’lerden sonra çocukların eksik uzuvlarla doğabileceğini söylemelerinin ardından almış Muhtar Baki Suna. Yusuf Çenesiz, “Hayvanlarda başladı bile” diye söze giriyor:

“Birkaç hafta önce keçim doğdu, arkası yok.”

Maden sahasından çıktıktan sonra Muhtar Suna bize birer şişe ayran veriyor. Psikoloji bu ya, iyi geldiğini hissediyoruz hemen. Kahvehaneye giriyoruz. Çok geçmeden kimsenin bu konuyu konuşmaya pek hevesli olmadığını fark ediyoruz. Durumu Muhtar açıklıyor:

“Kabullenmiyorlar bu gerçeği. Kanser konusu biri öldüğünde en fazla bir saat konuşulur, sonra hiç yokmuş gibi davranılır. 35 dakikada kazıyoruz, 10 dakikada gömüyoruz ve hemen dağılıyoruz. Psikolojimiz çok bozuk. Mesela ben… Çoğu zaman günde bir öğün yemek yiyebiliyorum, o da gece uyumadan önce. Çünkü uykuda kanserin yemekle birlikte içime girdiği ihtimalini düşünmemiş oluyorum. Uyumadan önce, ‘Allahım beni kaliteli öldür’ diye dua ediyorum. Sabah uyandığımda, ‘Şükür, bugün de ölmedim’ diyorum.”

Kahvehanede Halil Yardan’la tanışıyoruz. 59 yaşındaki Yardan’ın eşi Ferah Yardan sekiz yıldır meme, yumurtalık ve kolon kanseri tedavisi görüyormuş: “O direniyor ama biz kim bilir kaç kez öldük” diye anlatıyor yaşadıklarını. Yardan çifti günü gelmiş koca bir günü, bir kuru simitle geçirmiş. Halil Yardan tedavi maliyetlerini düşünmekten iki çayın hesabını yapar hale geldiğini söylüyor:

“Bu köyde tüm kazanç sağlığa gider. Eşimin raporunda ‘Yüzde 65 geçici engelli’ yazıyor. ‘Geçici’ yazdığı için maaş alamıyor. Ama itiraz etmedik, yeter ki ‘geçsin’.”

Alanda ölçüm ve inceleme yapan uzmanlardan Yrd. Doç. Enver Yaser Küçükgül, alanda çalıştıktan sonra üç gece uykuda burnunun kanadığını söylüyor: “Bu durum radyasyonun kılcal damarları çatlatması nedeniyle oluyormuş.”

“Dünya Sağlık Örgütü’nün kabul ettiği yıllık radyasyon sınırı ‘1 sievert’. Burada bunun 450 katı söz konusu. Bölgedeki kanser vakalarıyla bu durumun bir bağlantısı olduğu çok açık” diye anlatan Küçükgül, tehlikenin boyutlarının sanılandan da büyük olabileceğini ifade ediyor: “Burası Menderes Deltası’nın başında. Yıllardır burada tarım ve hayvancılık yapılıyor. Buradaki sular Menderes’e karışarak denize kadar ulaşıyor. Sorun, burayla sınırlı olmayabilir. Bu durumu bütün yetkililer biliyor ama kimsenin umurunda değil.” Küçükgül, yapılması gerekenleri ise şöyle sıralıyor: “Önce radyasyonun etki alanı tespit edilmeli. Daha sonra bu alana insanların ve hayvanların girmesi engellenmeli. Ardından radyasyonun yeraltı sularıyla, rüzgârla taşınıp taşınmadığı tespit edilmeli. Eğer taşınıyorsa bu da derhal bloke edilmeli. Bunlar yapıldıktan sonra da alanı stabil hale getirmek gerekiyor. Yurtdışında radyasyon yayan maddeleri beş-altı bin metre derinlikte tuz madenlerine gömüyorlar. Bizde böyle bir yer yok, yine de insanın ulaşamayacağı yerlere gömülebilir.”

Oysa mevcut durum bu bilincin çok uzağında olduğumuzu gösteriyor. Maden sahasının bitişiğinde, 225 dönümlük bir alanda organik tarım yapılıyor. Sahanın biraz aşağısına inşa edilen mandıra da faaliyete geçmek için gün sayıyor.

“Bazı şeyleri toprak altında bırakmak gerek”

Bölgede inceleme yapan bir başka uzman Radyolog Doktor Alper Öktem de, “Büyük bir sorumsuzluk örneğiyle karşı karşıyayız. Bu işin saklanması değil, üzerine gidilmesi lazım. Bu maden milyonlarca yıldır durduğu yerden açığa çıkarılmış, oysa bazı şeyleri toprak altında bırakmak gerek. Çünkü böyle hiçbir tedbir alınmadan öylece bırakılıp gidilmiş olması toprak, hava, su ve canlılar için büyük bir felaket demek. Acilen sudan, araziden ve bitki ve hayvanlardan numune alınıp tahlili yapılmalı. Daha önce Manisa Köprübaşı’nda yapılan TÜBİTAK destekli çalışma burada da bir an önce gerçekleştirilmeli, durum vatandaşlara izah edilmeli ve ihtiyaç halinde bazı evler tahliye edilmeli” diyor.

(Hürriyet)

You may also like

Comments

Comments are closed.