Köşe Yazıları

Adalet ve İktidar: Tünelin çıkışına dair

0

İnsan dışı varlıklar ve adalet sorunu

Sparta ile savaş hâlinde olan Atina, Ege’deki Milos adasında yaşayanlara Atina’yı desteklemeleri için baskı yapar. Miloslular tarafsızdır, savaşa dahil olmayı reddederler. Bunun üzerine Atinalı askerler Milos’a saldırır, erkekleri öldürür, kadınları ve çocukları köleleştirir (M.Ö. 416). Atinalı tarihçi ve general Tukidides (ölümü M.Ö. 400 civarı) durumu şöyle yorumlar: “İnsan öyle bir canlıdır ki adalet talebi ancak iki taraf da buna eşit derecede ihtiyaç duyuyorsa mütalaa edilir. Fakat eğer arada belirgin bir güç farkı varsa güçlü istediğini dayatır, zayıfa kabul etmek kalır” (alıntılayan Weil 1959 s. 141).

Amacım, insanın doğası budur, demek değil; çünkü tarih, bu tarz bir vahşetin ortaya çıkmaması için oluşturulmuş sosyal-hukukî-dinî düzenlemelerle dolu. İnsan, kurduğu ilişkilerle bambaşka kalıplara girebilen bir canlı. Ancak adaletin yine de çok kırılgan olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Öyle ki kimi durumlarda aradaki güç asimetrisi karşıdakini insan olarak görmeye dahi mâni olabiliyor. Büyük katliamlar yapılırken öldürülenlerin hamam böceği (Ruanda), mikrop, haşere (Irak), sivrisinek (Almanya) olarak nitelendirilmeleri yahut öldürme eyleminin “temizlik” olarak isimlendirilmesi (Türkiye) bunun en uç örnekleri olarak sayılabilir. Ama hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerde, asimetri aslında daha belirgin. Yeni doğmuş erkek civcivleri öğütüp kedi maması yaparken adalet gündeme dahi gelmiyor. Güçlü, zayıfa fena hâlde zulmediyor.

Nietzsche adaletin görece eşit güçler arasında tesis edilebileceğini söyler. Adaletin esasının bir tür denge, mütekabiliyet, hesaplı bir değiş tokuş olduğunu ileri sürer (Nietzsche 1994 s. 64). Hukukun gözünün bağlı olmasının hikmeti, daha doğrusu vaadi, işte bu tür bir eşitliği tesis etmektir: Kişilerin zenginliği, statüleri, hangi aileden geldikleri, hangi cinsiyete yahut etnik gruba dahil oldukları dikkate alınmaz. Kanun önünde herkes eşittir.

Ancak kapitalizm başta olmak üzere eşitsizliğin keskin olduğu toplum yapılarında, adaletin gözü elbette ki bağlı kalamaz. Paraları ve gelişmiş sosyal ağları olanlar daha iyi okullara gider, daha itibarlı işlere girer, daha iyi konuşmayı öğrenir, daha uzun yaşar, başı sıkıştığında kendini savunacak daha iyi avukatlar tutar. Böyle bir toplumda hukuk, eşitsizliği muhafaza eden bir araca dönüşebilir; hiyerarşiyi (deri rengi, inanç, yahut eğitim gibi farklı yollarla) meşrulaştırır. Dolayısıyla hukuk, adil olmayabilir.

Bugün Türkiye’de pek çok hukuksuzluk yaşanıyor. Hem gündelik hayatta hem de siyasî arenada güçlünün diğerine hayatı dar edebildiği ve hiçbir şekilde yaptıklarından sorumlu tutulmadığı bir ortam var. Suç bile isnat edilmeden insanların rızkına, geleceklerine el konuyor. Hak aramak mümkün değil; cezalar kişilere değil, gruplara topluca kesiliyor. Buna mukabil bazı insanlar ne yaparsa yapsın mevkilerini, zenginliklerini asla yitirmiyor. Hepimizin adalet duygusu fena hâlde zedelenmiş durumda.

Bizi bu noktaya getiren pek çok etken var elbette. Ancak ben görece daha az konuşulan bir hususun altını çizmek istiyorum. Şöyle: Yaygın kanaate göre adaletin tecelli edebilmesi için, devletlerin güçlü olması gerekir. İnsan insanın kurdudur, denir; o yüzden kişilerin üstünde, bireyleri dizginleyen bir Leviathan‘a ihtiyaç olduğu düşünülür. Oysa bu tam olarak doğru değildir. Kıyıma ve vahşete engel olmak şöyle dursun, devletler toplu katliamların en büyük müsebbibidir. Büyük ölçekli şiddeti örgütler ve icra eder. Üstelik şiddet yalnızca “dış düşmanlara” değil, kendi vatandaşlarına da yönelir. R.J. Rummel’in, Death by Government [Faili Devlet diye çevrilebilecek] kitabında, democide diye bir kavram geçer (Rummel 2011). Ülke içinde devlet eliyle gerçekleşmiş soykırımları ve daha küçük ölçekli katliamları tarif etmek için kullanılır. Rummel’ın hesabına göre 20. yüzyılda yaklaşık 262 milyon insan kendi devletleri tarafından topluca öldürülmüştür. Arjantin, Endonezya, Rusya, Çin, Kamboçya, Almanya, Irak, Osmanlı, Sri Lanka bu listedeki başlıca ülkelerdir. Kendi içinde huzuru ve adaleti tesis ettiği düşünülen zengin ülkeler ise şiddeti dışarıya taşır. Huzurlarının arkasında başka ülkelerin insanlarının ahı vardır.

Bugün Türkiye’de, yukardaki tespitleri de kendine katık edebilen, görünüşte anti-emperyalist, Batı karşıtı bir dilin sahiplenildiğine tanık oluyoruz. Ancak hem Libya, Suriye gibi ülkelere yapılan müdahalelere hem de faizli, zenginliğe hayran bir ekonomiyle işlerin yürütülmesine bakarak, aslında karşıtlığın adil bir dünya özleminden değil, iktidar hevesinden geldiğini anlayabiliriz. Tantana ve şaşaa, saraylar, korumalar, pahalı arabalar, aşırı lüks yaşamlar, Batı başkentlerinde konvoylarla çıkılan alışverişler gözümüze sokuluyor. Bu sayede belli bir zümrenin nasıl zenginleştiğini görüyoruz. Türkiye’de en zengin %1’in toplam servetten aldığı pay, 2000’den bu yana % 38’den % 54’e çıktı (Cumhuriyet 2016).

Zenginlik ve gücün bu kadar dengesiz dağıldığı toplumlarda adalet olmaz; çünkü adalet güçlülerin insafına, vicdanına bırakılamayacak kadar kırılgandır. Değer eğitimleriyle, hüsnüniyetle gidilecek mesafe sınırlıdır; çünkü orantısız güç, er ya da geç şer lehine bükülür. Adalet, denklik ister; bölüşüm, yani zenginliğin sınırlanmasını gerektirir. Devletlerin daha güçlü olmasıyla değil, hiçbir zümrenin milyonların yaşamı hakkında hayatî hükümler verememesiyle tesis edilir.

Eğer bir gün geçmekte olduğumuz tünelden çıkabilirsek yalnızca AKP dönemiyle değil, uzun bir geçmişle yüzleşmek zorundayız. Bu ülkenin tarihinde büyük adaletsizlikler yaşandı; devlet-millet adına yargısız infazlar oldu. Yapanlar, yargılanmak şöyle dursun, muteber insanlar olarak hayatlarına devam etti. Çok hak yendi. Yaşamak istediğim ülkede bunların hiçbiri olmasın istiyorum. O yüzden sadece kişilere değil, o kişilere imkân tanıyan araçlara (en başta devlet yapısına) ve gücün dağılımına dair sorular sormalıyız. Sanıyorum bugün dünya genelindeki yalpalanma, çoğu durumda iktidar arzusuna meyletse de bir yanıyla da hiç adil olmayan bu sisteme duyulan tepkiden kaynaklanıyor. Biz bunu aşacak ne çok ortak değere sahibiz oysa. Aşık Veysel‘le bitireyim:

Ben hor görme kardeşim

Sen altınsın ben tunç muyum

Aynı vardan var olmuşuz

Sen gümüşsün ben sac mıyım

 

*Cumhuriyet. 9 Mayıs 2016. ‘AKP Ekonomik Adaletsizliğin de Dibine Vurdu: Çok çarpıcı Rakamlar’.
*Nietzsche, Friedrich. 1994. Human, All Too Human.
*Weil, Simone. 1959. ‘The Love of Our Neighbor’. Waiting for God.
*R.J. Rummel. 1994. “The New Concept of Democide”, Death by Government içinde

 

Dr. Sezai Ozan Zeybek

İstanbul Bilgi Üniversitesi/Zentrum Moderner Orient

You may also like

Comments

Comments are closed.