Hafta SonuKitapManşet

Signor Camardo’nun ayakkabısı

0
Luigi Ghirri

Signor Camardo elinde plastik poşetlerle bahçe kapısına doğru Emilia’nın önünde yürüyordu. Elindeki plastik poşetlerin birinden yere tek bir ayakkabı düştü, siyah deri bir ayakkabı. Sivri olan burun kısmı  bir yerlere tekme atılmış gibi ezikti ama yeni boyanmıştı, ışıldıyordu. Yaşını gizlemeye çalışan, gereğinden fazla süslü bir kadın gibi  görünse de topuğuna basılmıştı zavallının, boyun kısmı pestil gibi ezilmişti. Fazlaca eziyet görmüştü belli ki şu dünya yüzünde; ama usta ellerden çıkmış olmalı ki tabanlar sapasağlamdı, hiçbir yerinde açılma  yoktu. Emilia  yüzyüze kalakaldı bu tek eski ayakkabıyla.

“Signor Camardo’nun bir hafta önce ölen babasının ayakkabısı olmalı” diye düşündü.

“Sanırım eşyalarını elden çıkarıyorlar. “

Signor Camardo ‘ya seslenmek istedi  ama ;

“Giden gitti, beni de onun ardından ölüme gönderme”, der gibi mahzun mahzun duruyordu ayakkabı önünde.

Şimdi ne yapacağını bilmeden bakıyordu ona .

“Alıp kenara mı koysam? Signor Camardo dönerken görür alır belki. “

Dokunsa üzerine ölüm bulaşacakmış gibi korkuyordu. Kimbilir en son ne zaman giymişti bu ayakkabıları? Hastalığı onu iyice elden ayaktan düşürmeden önce olsa gerek.  Yoksa son zamanlarda şu balkonun köşesindeki sandalyesinde saatlerce oturup gelen geçeni seyretmek dışında yaptığı bir şey yoktu. İyi vakitlerinden yadigar ayak bileği ile topuğunun birleştiği noktadaki kızarıklığı görür gibi oldu. Ayakkabı ayağını vurmuştu, o inat edip giymeye devam etmişti ne de olsa dünyanın parasını saymıştı bu ayakkabıya, atacak hali yoktu ya? En sonunda ayakkabısın arkasına basmaya karar vermişti. Dönüp yaşlı adamın ölmeden önce bütün gün oturduğu balkona baktı. Sanki ayakkabının üzerinden atlayıp geçse onu görecekti! Ayakkabıyı bir cesaret eline alıp dışarı çıkmak yerine eve döndü.

Luigi Ghirri

“Balkonunun altından geçerken bir kez bile başımı kaldırıp selam vermediğim yaşlı adamın ayakkabısı ile burada böyle bakışıyoruz. Hayatlarımızın teğet bile geçmediği bu adam, ölüp gittikten sonra şimdi şu koca ayakkabısı ile hayatımın bir köşeşine  basıp iz bırakmaya çalışıyor. Yapmak istediği tam olarak bu, biliyorum. Çünkü nasıl bilmem;  ama anladı benim hayatımın girişi olup çıkışı olmayan çılgın bir bellek cehennemi olduğunu. Burada herkese yer var. Hadi gel, sen de gel, sığışırız nasıl olsa. Anladı ki herkes kendi ömrünü kendi biçiyor burda.”

Emilia’nın  başı ellerinin arasında gömülmüş olduğu halde, ince parmaklarını bir şey ararcasına şakaklarında dolaştırıyordu; bir düğme, sonsuza dek karanlığa gömebileceği ya da sıfırlayabileceği bir düğme. Geçmişe doğru giden bu sonsuz yolculuk bitmeli artık; ama nasıl? Etrafına  bakındı. Kendisini çok iyi tanıyan eşyaları, olanları hiç yadırgamadan sessizce olacakları izliyorlardı. Zaten odada toplasan en fazla altı yedi parça eşya vardı. Evin boşluğundan hoşnuttu.  İkici el mağazasından aldıkları bir üçlü kırmızı koltuk sırtını duvara dayamış duruyordu. Renkleri solmuş, kumaşı tiftiklenmişti. Emilia ve Luca’nın dizdize izledikleri filmlere, sevişmelere , en ehemmiyetli tartışmalara şahitlik etmiş, üzerine dökülen yemek artıklarına, şaraplara, kahvelere; köşelerine sıkışıp unutulan en akla gelmez küçük  objelere katlanmıştı yıllardır, hala da katlanıyordu. Duvarda asılı kitap rafları salonun ortasında küçücük kalmışlardı.  Zamanın ve Emilia’nın kedisinin ortak çalışmaları sonucu  kenarlarından sökülmeye başlamış, çok değerli olduğuna inanılan, atmaya bir türlü kıyılamayan  İran halısı; hem yemek hem çalışma masası olarak kullanılan  üstü cam ayakları metal bir masa -Emilia nefret ediyordu bu masadan, Luca çok beğenmiş ve o kadar ısrar etmişti ki almak için Emilia karşı koyamamıştı. Bu çirkinliği gizlemek için de üzerine her zaman bir örtü örtüyordu-  diğerleriyle birlikte onların hayatlarına sessizce yarenlik ediyorlardı.

İkisi de eşyalarla doldurulmuş, eşyalardan kendilerine nefes alacak alan kalmamış evleri sevmiyorlardı. Kitaplarını bile bir süre sonra yük olmasınlar diye satıyorlardı. Olmazsa olmaz bir kaçı dışında. Ya insanlar? Onlar kalsın, aman ha bir yere gitmesinler. Başadilmesi güç, hırçın bir çocuk gibi bütün geçmişini kucağına sığdırmaya çalışıyor, kucağından dökülenleri toplamaya çalışırken, kaybetme korkusu onu bir hortum gibi yutuyordu. Yolda dökülüp kalanların anılarına iki eliyle asılıp bırakmıyor , yükünü hafifletemiyordu. Bu keşmekeşin içinde asıl hakedenler gerçek yerlerini bulup, gerine gerine bir rahat oturamıyorlardı. Bir de tabii o vardı Emilia. Bu kalabalığın arasında o nerdeydi? Aslında onun dışında herkesin keyfi yerindeydi. Bir düzen tutturmuş gidiyorlardı, kimsenin kendini yabancı hissettiği yoktu.

Tam üç kez evlenmiş, bir nişanlılık geçirmiş olan Emilia’nın ilk kocası yedi dil bilen, çok güzel piyano çalan, elinden kitap düşmeyen bir entellektüeldi.  Fakat  kendisine bakmayı bilmeyen bir adamdı. Sürekli takip etmek gerekiyordu. Markete bile gitse onu on kez arar listedeki her şeyi almış mı diye kontrol ederdi. Başı ağrısa kalkıp bir asprin almayı bilmezdi. Temiz gömleği kalmasa , çamaşırların yıkanması gerektiğini asla düşünemez,  gider kendine yeni gömlek satın alırdı. İki insan arasına karışalım deseler paniğe kapılır, kekeler konuşamaz  ya da heyecanını bastırmak için o kadar konuşur ve öyle berbat espriler yapardı ki herkesi yıldırırdı. Emilia utancından yerin dibine girerdi. Bu haliyle kendisini tam üç kez aldatmış olduğunu öğrenmek  Emilia için bir yıkım olmuştu. Her arkasını döndüğünde o başka bir kadın aramıştı. Ayrıldılar tabii. Sonra ne oldu? Evde tek başına kalan eski koca ocağı açık unutur evle birlikte kendini yakar, hastalanır kimse bakmaya gelmez  diye endişelenmekten geri duramadı Emilia. Eski koca evlat edinildi böylece. Diğerlerini de bambaşka bahanelerle hayatında tutmayı bildi. Bununla da kalmayıp üçünde de öyle bir sorumluluk duygusu geliştirdi ki , o  olmadığında bile birbirlerini gözetip kollar oldular.

Eski kocalarla birlikte , hayatına girmiş çıkmış arkadaşlar,  iş arkadaşları, evinden küpesini çalan temizlikçinin kızı, bisikletini tamire verdiğinde ‘işi çok bunun diyip’ haftalarca bisikleti elinde tutan, sonra da bisikleti turistlere kiralayan bisiklet tamircisi…( Bunu öğrendiğinde adama çok kötü şeyler söylemiş sonra pişman olup bir hafta boyunca boyunca özür dilemek için yapmayı bildiği tek şey olan elmalı keke boğmuştu adamı. ) Oysa hepsinin bir mitadı olmalıydı.

Her şeyin sorumlusu tek bir gündü. Babasının bacağına bir bir yabani otun köklere sarılması gibi sarıldığında, aşk denen  üç harfli  kısacık bir sözcüğün onu nasıl peşine takıp götürecek gücü bulduğunu anlayamadığı o gün, annesi çelik gibi duran tek eliyle açık kapıyı tutuyordu.

Babasının ona:

‘Sakın unutma söz  var bana, sakın unutma’ diyişini hatırlıyordu.

Emilia söz verdi, hiç unutmadı.

Emilia histerik bir hareketle sandaleyi çekip  ayakkabıyı üzerine fırlattı. Bir yandan  ayakkabı ile  kavga ederken  kocası Luca’nın anahtarla kapıyı açtığını duydu. Koridoru geçip salona ulaşır ulaşmaz kendini koltuğa atıp ayaklarını uzatmak hatta bir bardak cin icip, dvd’ye bir film koyma hayaliyle eve dönen Luca,  salonun ortasında sandalyenin üzerinde duran bir ayakkabı ile bakışan karısını buldu.

Parmağını sallayarak ayakkabıyı işaret etti:

-Bu ne?

-Signor Camardo’nun ölen babasının ayakkabısı.

Luca’nin dili tutulmuştu. Kafası bulandı, parmağını kazağının kenarına dolayıp kazağı sündürüp durmaya başladı. Düşünceleri bir engelli koşunun en sona kalmış atleti gibi engelleri devire devire Emila’nın sesine, final çizgisine ulaşmaya çalışıyordu. Emilia’nın  tuhaflıklarına alışıktı hatta çok da sevimli bulurdu bu tuhaflıkları ama bu kadarı onun “dünya yansa bir avuç samanım yanmaz” bünyesine bile fazla geldi.

Luca ayakkabıyı eve getirmiş olmanın ne kadar saçma ve gereksiz bir davranış olduğunu anlatmaya çalıştıysa da  nafile.

Emilia :

-Fakat o ayakkabının o poşetten benim önüme düşmesinde  bir neden olduğuna eminim, dedi.

– Nasıl bir nedenmiş o? Diye sordu Luca. Gerçekten merak ettiği belliydi.

-Bak Luca, Benim hayatım sandık odası gibi. Her bahar temizliği gerektiğinde atmaya kıyamadığım, vazgeçemediğim ıvır zıvır bir sürü anıyla dolu. Yeri gelir de lazım olur dediğim yığınla duygu kırıntısı. Pılını pırtısını toplayıp bohçasını koltuğunun  altına koyup, kapısına da kırk kilit vurmak yerine, tozlanmaya bıraktığım eskimiş sevgilerle dolu.

Zavallı Luca, annesinin Emilia ile tanıştığında koridorda Luca’yı sıkıştırıp:

-Koskocaman Italya’da daha normal bir  kız bulamadın mı? Demesindeki  haklılığı şimdi anlıyordu.
Luca bütün sakinliğini korumaya çalışarak :

-Belki bir mesaj falan yoktur, poşet delik olduduğu için öylesine düşüvermiştir ayakkabının teki , bu ihtimali düşündün mü hiç? Dedi.

Ferdinando Scianna

Emilia, zavallı  ölü baba Camardo’nun ruhunun  ona  “Gecmişi bırak, geleceğe bak “ demek için gönderdiği bu ayakkabıya Luca’nın böyle muamele etmesine biraz gücendi doğrusu. Bu ayakkabı herkesin kurtuluşuydu. Normal koşulllarda bir araya asla gelmeyecek bir sürü insan, Emilia’nın  insanlar ve anılar koleksiyonunda uyumsuz bir birliktelik içinde  varolmaya çalışıyorlardı. Üstelik her biri onun içsel dünyasıyla kendini öylesine özdeşleştirmişti ki bu dünyayı bir parça kendisinin kılıyordu. Bu da biribirlerine tahammül olanağını kısıtlıyor, herkes kendisinin daha  büyük bir yeri hakettiğine inanıyor, itiş kakış  hiç bitmiyordu. Hele yeni gelenlere yer açmak tam bir işkenceye dönüşmüştü. Sadece bu zamanlarda eskiler arasında bir birlik oluşuyor yeni geleni bezdirip kaçmasını sağlamak için en güzel, en anılası , en sevilesi halleriyle Emilia’nın belleğine hücüm ediyorlar, kimsenin onların yerini tutamayacağına  onu ikna etmeye çalışıp, bu son geleni unutuşun sularında uzaklara göndermek  ellerinden geleni yapıyorlardı. Sonunda herkes için bir umut kuşu gibi kanatlarını çırpa çırpa gelmişti, -Sinyor Camardo’nun ayakkabısı- herkesin esenliği ona bağlıydı.

Luca, Emilia ile başetmenin ne kadar zor olduğunun farkındaydı. Ona açmaya çalıştığı bütün kapıları suratına çarpıp duracaktı. Onu anlamamakla suçlayacak, içine kapanacak , gidenlere ne kadar yakınsa Luca’ya o nebze uzak duracaktı bir süre. Onu incitmeden, bu ayakkabıyı  farkettirmeden gözünde önemsizleştirecek bir çözüm üretmeliydi. Basit, sembolik bir şey…

“Ayakkabıyı gömelim, ona bir mezar yapsak belki böylece huzura kavuşur . Gittiği yerde sahibi ile buluşur,” dediğinde Emilia çıldırdı.
“Çocuk mu kandıyorsun sen? Benim anlatamaya çalıştığım bu tesadüfün benim kendimle ilgili bir çok şeyi düşünmeme, irdelememe, zaaflarımı görüp, kabullenip, bunları değiştirmenin yollarını aramama neden olduğu.”

Luca :
“Bütün bunları bu tek ayakkabbı mı yaptı yani? “ dedi .
Emilia bakışlarını Luca’dan öte yana çevirdi, dudaklarını araladı  ‘Evet, su lanet olası  ayakkabı yaptı‘ diye mırıldandı.  Bazen kaygılarının, sevginin, tükenmenin, yeniden başlamanın, durmanın, koşmanın, kazanmanın, kaybedişlerin, gelenlerin gidenlerin, arasında sen nerdesin anlamak için bir ayakkabıya gerek vardı işte.

‘Bu kalabalığın içinde herkese yer var da, bana niye yok?’ diye inledi.

‘Bu insanlar neden üstüme yalnızlık kusuyorlar? Başlangıc noktası işte burası ‘dedikten sonra arkamdan itip içine attıkları labirentte çıkış yolunu arıyorum; ama beni asıl korkutan labirentin içinde kaybolmak değil çıkış noktasına ulaşmanın bir son olduğunu bilmek. Ya çıktığımda kimseyi bulamazsam? O yüzden oyalanıp duruyorum.  O kaçtığım şeylerle hesaplaşmak  için bana gelen o zavallı adamın ayakkabısını  çöpe atıp gitmek istemiyorum. ‘

Uzun bir sessizlik girmişti aralarına, Luca karmakarışık bir ifadeyle ona bakıyordu. Bu sessizliğin sorduğu sorulara doğru cevabı bulamadıkça, sessizliğin onu küçümsediğini hissediyor,  onu Emilia’dan uzağa doğru itişine direnmeye çalışıyordu. Emilia başını ona tekrar çevirdiğinde içi rahatladı. Yorgun ama vazgeçmemiş gözlerle baktı ona Emilia;

‘Öğrenmem gerek Luca, sadece gerçek olanları yanımda tutmayı öğrenmem gerek. Artık sırtımı dönmeyi bilmem gerek. Kendime rucu etmem gerek bundan böyle’
Luca gülümseyip sarıldı ona. Yine aynı  şeyi yapıyordu işte. Onu kırmamak için ;

“Bir ayakkabıya bile sırtını dönüp gidemiyorsun, bugüne kadar vazgeçemediklerine bir günde nasıl arkanı dönüp gideceksin? “ diye sormadı.

Artık  bu kalabalığın uğultusundan kendi sesini duyamaz olmuştu, bu yüzden de çığlık çığlığa bağırıyordu işte. Tabii yine onlara değil, bir ayakkabıya. Yine de sanki bir parça işe yaramıştı bu çığlık.  Sesin şiddetiyle bir yarık açılmıştı, küçük çaplı bir sarsıntı sonrasında dışarı doğru akan ince bir sızıntı hissediyordu , ılık ılık.

 

Şenay Boynudelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.