Köşe Yazıları

Kriz zamanlarında Türkiye ve AB ilişkileri – Ayşenur Kızıldere Uysal

0

Türkiye ve Avrupa Birliği, ilişkiler adına geçmişte, günümüzde ve gelecekte yapılabilecek o kadar çok değerlendirme, analiz yorum söz konusu ki ve her birinin tamamen objektifliği, haklılığı ve gerçekliliği tartışılır da olsa bu kadar kıdemli ve kadim ilişkiler sürecinde hepsinin dönem dönem doğrulandığı zamanlar olmuştur. Bu açıdan Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinin kriz dönemlerinde geliştirilen karşılıklı politikalara atıfta bulunabilmem ve oturtmam için ilişkilerin yakın geçmişinden kısaca söz etmem gerekir.

Özellikle 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin Avrupa Birliğine aday ülke statüsünün ilanı sonrasında 2000’lerde yaşanan  aktif görüşmeler trafiği ve nihayet 2005’te üyelik müzakerelerinin başlaması Türkiye ve AB ilişkileri adına doruk zamanları oluşturur. Temel genel başlık olarak 1993 Kopenhag siyasi ve ekonomik kriterini(istikrarlı kurumsallaşmış demokrasinin sağlandığı hukukun üstünlüğüne dayanan bir hukuk devleti ayrıca azınlık haklarının korunduğu insan hakların saygılı ve işleyen istikrarlı bir Pazar ekonomisi) uygulama adına başta Katılım Ortaklığı Belgesi(KOB) ile  oluşturulan AB müktesebatına uyum için yıllık ve dönemlik uyum paketleri oluşturulmuştur.

Yıllık ilerleme raporlarına itimat dolayısıyla da siyasi, kurumsal ve sivil yeni oluşumların önü açılmış mevcut olanları da iyileştirme ve geliştirmek için politika ve kanunlar yapılmıştır. Aday ülke ve müzakerelerin başlatılması gereği hem AB kurumları hem de Türkiye yürütme organı bünyesinde bir takım yeni kurumlar ve bireysel görevlendirmeler geliştirilmiştir. İlişkilerin en yoğun ve hızlı dönemlerinden günümüze görüşmelerin giderek seyrelmesi hatta kötüleşmesi; inişlerin, çıkışların, durgunlukların, kesintilerin, kopma noktalarının, restleşmelerin, retlerin yaşandığı bu karmaşık  yapının yanı sıra bir esas gerçeklik var ki; o da hükümetlerin ve liderlerin ve de onların siyasi söylemlerinin baki olmadığı, Türkiye Devleti nezdinde Avrupa Birliği ile arasında ki teknik sürecin ilerliyor olmasıdır.

Dünya küresel ve bölgesel kriz dönemlerinde ve problemlerinde, Türkiye ve AB arasında genellikle birlik olarak ancak devletlerin yani tekil aktörlerin de ilişkileri mevcuttur. Özellikle küresel krizlerin neler oldukları konusunu daha da açıp ilişkilerde nasıl etki ettiklerini görmek için genel bir sınıflandırma yapalım. İlki Avrupa Birliği’nin ve tek tek her üyesinin kalıcı çözüm bulamadıkları mülteci krizidir. ikincisi son zamanların tehdit ve tehlike teşkil eden ve de hepsinin bu konuda savunmasız oldukları küresel terör konusudur. Üçüncü başlığa enerji konusunu koymak isterim. Çünkü enerji hatlarının oluşturulup, taşınması adına Türkiye ve AB arasında çoğu zaman pazarlık konusu olabilecek ayrıca Türkiye için bir fırsat olarak görülebilecek bir konu iken Türkiye’nin fosil yakıt kullanımı ve nükleer enerji oluşturma yerine yenilenebilir enerjinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması da AB’nin elinde tuttuğu bir koz veya pazarlık konusudur. Ancak bu yazıda detaylı olarak göç ve mülteciler konusu ele alınacak olup yine dünyanın ve bölgenin şuan ki sorunu olan küresel tehdit olan terör eylemleri ve yine küresel ama uzun vadeli dünya için daha büyük bir tehdit olarak gördüğüm enerji konusu başka yazılarda ele alınacak.

 

2010’da Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan iç savaşlar (Arap Baharı ifadesinin kullanılmasını genellikle uygun bulmuyorum, çünkü kavram tepeden inmeci ve mevcut coğrafyalarda yaşanan büyük ve dramatik dönüşümü küçümseyici bir eğilim taşır. Dolayısıyla iç savaş ibaresi daha bilimseldir.) sonucunda son olarak 2011 Suriye iç savaşı sonrasında dünyanın küresel sorunu olan özellikle de Avrupa kıtası için daha belirgin olan göç konusu Avrupa devletlerinin tekil ve birlik olarak da uzlaşmanın sağlanamadığı ve kısa vadeli çözümlerin kabul gördüğü bir konudur.

Avrupa’ya yaşanana bu göçün nedeni elbette göçmenlerin kendilerine sağlayabilecekleri en iyi yaşam koşullarının  Avrupa’da olduğunu bilmeleridir. Göçmenlerin sadece bu bölgelerden gelen insanlar olmadığı gibi Avrupa’nın mülteci kabulü adına dönem dönem kapıları açıp ve kapaması dünyanın diğer bölgelerinden insanları da Avrupa’ya göç etme için harekete geçirmiştir. Bu konunun Türkiye ve Avrupa birliği ilişkileri adına en görünür boyutu ise Türkiye’nin göçmenler için transit ülke olmasıdır. Yani bir süre Türkiye’de kalıp nihayetinde Avrupa’ya gitme amaçlarıdır. Birliğin böyle bir kriz döneminde Türkiye ile olan ilişkilerini, ki ilişkiler kopma noktasına da gelse bu aralar mülteci krizi özel statüsü olarak geliştirdiği ve Türkiye’nin de bu durumdan gayet memnun olduğu barizdir.

Örneklemek gerekirse Avrupa Birliği olarak olması gerekenin konuya insan yaşamı ve ihtiyaçları için en temel değerlerin gözetilerek kapsamlı ve kalıcı uzun vadeli çözümler sunulması gerekirken, hoyratça ifadesinin kullanılmasının yanlış olmadığı ve Türkiye’ye sıcak para teklifi ile gidilerek “sen sınırımız, tampon bölgemiz, arka avlumuz, komşumuz, dostumuz kısacası herşeyimizsin” diye en net ve kolay  ifadesiyle söylenebilecek tutum böyle iken Türkiye’nin tavrının ise “ama karşılığında istediklerim bunlar” tutumu gözlemlenir. Yani geri kabul anlaşması çerçevesinde ayrıca belli bir miktar paranın aktarılması karşılığında vizesiz seyahat şartı, aktörler arası bu pazarlıkta hayatlarını ortaya koyup yollarda ve sınırlarda en zor durumlara kalıp en temel ihtiyaçları giderilmeyen insanların varlığı maalesef ki böylesine indirgenmiştir.

Küresel bir “soft power”(yumuşak güç) olarak, göçmenlerin nihai durak ve yeni evleri olarak düşündükleri, demokratikleşme ve uygarlık adına birlik değer ve de normlarının vazgeçilmez olduğu güç ve aktör, Avrupa Birliğinden beklentinin şimdiye dek bu konudaki hassasiyet ve uzun kalıcı çözümün sunulmuş olmasıdır. Bilindiği gibi Avrupa Birliği’nin insan hayatı ve hakları adına yakın geçmişinde dünyaya örnek nitelikte sunulan beyanname ve de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi tekil evrensel kurumsal kimlik ve öneme sahip bir aktörün varlığı göçmenler ve mülteciler konusunda ki hassasiyetin ağırdan alınması ve kısa çözümler üretilmesi düşündürücüdür. Öyle ki insan hakları evrensel beyannamesine uygunluk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının hukuki bağlayıcılığı hem üye hem de aday ülkeler için bir kriter diğer ilişkilerinde de önemli bir faktör teşkil etmektedir. Başka bir yazının konusu olan küresel bir aktör olarak Avrupa birliği neden soft power olarak kalmalı sorusu daha sonra  detaylı olarak ele alınacak.

Mülteciler konusu ile ilgili tekrar Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerine dönecek olursak uluslararası ilişkiler yazınının da bir grup Avrupa Birliği uzmanlarının Türkiye’nin üyeliğinin yeni ekonomik krizlerden, olası kültürel çatışmalardan ziyade hem Türkiye’den Avrupa’ya ciddi göç dalgalarının hem de artık Türkiye sınırlarından geçerek artacak göçün önlenememesi nedeni ile üyeliğe karşı çıkmaktadırlar. Türkiye’nin konumunun  Avrupa ile başta ve özellikle Ortadoğu olmak üzere çatışma bölgelerinden coğrafi uzaklık sağlamak için tam üyeliğin olmaması gerektiği vurgulanır.

Yani Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında “tampon bölge”(buffer zone) özelliğini korumalıdır. Ancak diğer Avrupa Birliği uzmanı akademik çevreler ise bu düşüncenin aksini belirtip üyeliğin Türkiye üzerinde tam ve teknik bir bağlayıcılık ve kontrol sağladığı için konunun Avrupa’nın yararına gelişeceğini savunur. Tekrar konunun hassas özel ve insani boyutuna dönersek uzun ve kalıcı politikaların oluşturulmasının şu an için en zor ama aynı zamanda olması gereken sonucunun Avrupa Birliği Ortak Politikalarına, Ortak Göç Politikası (OGP-CMP) geliştirilmesi olsa da on yıllık Avrupa Birliği Mülteci ve Göç Politikası’nın geliştirilmesi göçmenleri kış şartlarında sınırlarda çadırlarda barınmak, ölümü göze alarak botlarla denizi aşmak zorunda kalmaktan kurtarır.

 

Ayşenur Kızıldere Uysal 

Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü
AB siyaseti ve uluslararası ilişkiler master öğrencisi

You may also like

Comments

Comments are closed.