Hafta SonuManşet

Rosalia

0

Saat sabahın yedisiydi. Bu saatte bile hissediliyordu nem, ilerleyen saatlerde nefes alınmayacaktı yine Palermo’da. Koygun bir ıssızlık kol geziyordu sokaklarda. Ortada bırakılmış bir dünya; hatta dünya falan değil, dünya başka bir yer, burası başka bir yerdi.

Apartmanların her katı sanki başka başka binalardan sökülüp üst üste eklenmis gibiydi. Ağır gövdeleri ve suretlerindeki yara bere izleri, destursuz sokağa giren herkese meydan okuyorlardı. Kendi dünyalarının dışındaki bütün dünyalara karşı kol kola girip  barikat kurmuş gibi duran bu çamur renkli binalar, kendileri ile birlikte içlerinde sürüp giden hayatları da  dışardaki  dünyadan uzak tutuyorlar; ürkütücü bir heybetle dikiliyorlardı onlara ait olmayan her şeyin karşısında. Bu mahallenin çirkinliği, hor görülmüş, dışarda bırakılmış , burun kıvırılmış insanların zırhıydı. Pencerelerden, balkonlardan sarkan rengarenk çamaşırlar komik olmaktan öte irkiltici  palyaçolara çeviriyorlardı onları. Muhtemelen bir yerlerden çalınmış, sonra parçalanıp, parçaları satıldıktan sonra iskelet halinde kalmış, sokak ortasında terkedilen arabalar; çocuk parkından çok daha eğlenceliydiler bu sokağın çocukları için. Burada bir mahallede karşılaşılması en olanaksız şeyler her köşe başında karşınıza çıkardı . Bir süre sonra bütün bu tuhaflıklar yadırganmaz hale gelir, olağan ve olağan olmayan her şey birbirine karışırdı. Buraya katlanabilme çizgisini geçen herkes bir süre sonra hiçbir şeyi yadırgamazdı. Ne otobüs  durağında otobüs beklerken oturmak için koyulmuş berber koltuğunu, ne bisikletin arkasına market alışverişinde kullanmak üzere bağlanmış eski bir bebek beşiğini, ne de meydanda çocuklar eğlensin diye duran, içinde kaplumbağaların yaşadığı su dolu eski bir küvetten dönme havuzu. Becerikisiz bir yaratıcının elinden çıkmışsa da burası onlar için vahaydı, çölünü arayan bir seraptı. Herkes gibi Rosalia için de.

Rosalia  bu mahallede doğdu büyüdü. Santa Rosalia’yı anma günü , noel pazarı ya da paskalya pazarı  kurulduğu zamanlar  dışında bu mahalleden  neredeyse hiç çıkmadı .Yalnızca mahalleden mi? Mecbur kalmadığı sürece yan sokağa bile geçmezdi. Onun evi de diğerlerinden çok farkısız değildi. Çirkin, kişiliksiz, ‘nasıl etsem de kimsenin yapamayacağı çirkinlikte bir  bina diksem şuraya’ diye özel bir emek sarfedilmiş gibi duran bir ucube. İşte paslanmış ruhların dönüşünü bekleyen   balkon demirleri;  işte dışarı ve içeri arasında bir iletişim dengesi kurması gerekirken, içeriyi dışarıdan, dışarıyı içeriden ayıran, kendini saklamaya adamış daracık pencereler; işte yaslı gri duvarlar; işte gökyüzünün ciğerlerine  saldıran bacalar.

Rosalia’nın yedinci kattaki evini diğerlerinden ayırmak mümkün değildi; ama onun için biricik, benzersiz bir barınaktı. Yedinci katın balkonu  sokağa bir dil gibi uzatılmış  boşlukta sallanıyordu.

Rosalia, sabahtan yıkadığı çamaşırları balkona astı. Üzerindeki kolsuz iş elbisesinin altından çıkan iri kolları çamaşırı öyle bir silkeliyordu ki çamaşırın  yerinde olmak istemezdiniz. Bir makara ile karşı komşunun balkonuna bağlanmış çamaşır ipini, her astığı çamaşırdan sonra çekip ipin boş kısmını kendisine yanaştırıyordu. İpin diğer tarafındaki çamaşırlar, Rosalia’nın elinden kaçıp kurtulmak ister gibi komşu balkona doğru uçuşa uçuşa gidiyorlardı . Rosalia, adını ölümcül hastalara yaşam veren Palermo’yu koruyan, asil bir ailenin azize kızı  Santa Rosalia ‘dan almıştı.  Fakat onun zarafetinden, kalbinin rakikliğinden eser yoktu Rosalia’da. Bunu bildiğinden hep böyle öfkeli, hep savunmadaydı Rosalia. Santa Rosalia’ya olan sevgisi, bağlılığı  sonsuz olsa da, onun adını kendi adı olarak  her telafuz ettiğinde insanların  yüzünde alaycı, küçümseyen bir iz buluyordu.   Böyle hissetmesinin en büyük nedenlerinden biri daracık alnının üzerinde  yabani otlar gibi bitmiş arsız, kıvırcık  saçlarıydı.  Bu saçlar zaten biraz büyük olan kafasını daha da büyük gösteriyordu. Öyle tek tek baktığınızda gözleri, burnu, dudaklarında aman aman bir çirkinlik olmasa bile biraraya geldiklerinde bütün bu uzuvlar birbirlerine küs gibi dururlardı. Evlenmeye hic yanaşmadı Rosalia . Ne zaman evlilik lafı açılsa:

‘  Kalbim İsa’nın aşkıyla  öylesine dolu ki, başka kimseye yer yok orada’,

diye  tekrar edip dururdu. İsa affetsin hiç de doğru değildi! Doğru olmasına doğru değildi  lakin; ‘ Beni sevip, beğenecek bir adamı bulmak o kadar kolay mı?’ diyecek hali de yoktu ya. Bir iki ay sonra elli yaşına basacaktı. Bu saatten sonra kim ne yapacaktı ki kocayı?

Elindeki son çamaşırı da astıktan sonra yaşadıkları  apartmanla burun buruna olan  şehir hapisanesinin boş havalandırmasına baktı. Ne kadar sessiz,  sanki hiç kimse yok gibi… Hapishanenin dikdörtgen şeklindeki havalandırması Rosalia’nın apartmanına doğru uzuyordu. Rosalia,  bazen bu havalandırmanın  bir canavarın ağzı gibi açılıp kendilerini de içine alacağını  düşünürdü. Üstüne bir üşüme  geldi, yerden boş plastik leğeni alıp hızla içeri girdi. Kapıyı arkasından kapattı.

“Neme lazım canavarı uyandırmadan sığınalım içeri”, dedi kendi kendine.

Rosalia , annesinden kalan bu evde doğmuş, büyümüştü. Tek çocuktu ; ama bırakın şımartılıp üstüne titrenmeyi , tekliği bile sanki  fazla gelmişti annesine.

Palermo’nun en unutulmuş mahallerinden birinde yaşamaya mahkum edilmiş, en yakın komşusu hapisane olan Rosalia, sahip olduklarının yerine başka bir şey koymak isteği hiç duymamıştı. Kader  böyle istemişti, ona karşı hiçbir zaman kazanamayacağı bir kavgaya girmek aptal işiydi. Zamanın kötülüğüne bakarsak şanslı bile sayılabilirdi.

Sabah beşte kalktığı için evin işlerini erkenden bitirmişti . Ne yapacaktı şimdi günün geri kalanında?  Mutfağa girip kendine bir kahve yaptı. Sandalyesini masaya yaklaştırıp ayaklarını diğer sandalyenin üzerine uzattı. Kahvesini bir yudumda bitirip, açık olan televizyona bakmaya başladı. Genç yakışıklı  bir adam koltukta oturuyor, karşında beş tane genç kız.  Genç kızlar bir hafta boyunca marifetlerini sergileyecekler, yakışıklı da bir hafta sonra onlardan birini seçecek. Birlikte  Karaipler’de bir hafta tatil kazanacaklar, bir de bilmem kaç tane daha ödül. Bu dünyada kendinden daha zavallı insanlar da vardı işte. Kalktı masadan perdeyi aralayıp hapisanenin havalandırmasına, demirli pencerelere baktı .

– Siz bana ceza diye koyuldunuz oraya; gelip bu hapisaneyi burnumun dibine diktiler.   Bana onlardan bir farkım olmadığını göstermek için yaptılar bunu. Bir gün onların oradan çıkma umutları var belki, ya benim içimdeki hapiseneden kurtulma şansım var mı? Müebbet benimki!

Birazdan çıkacaklardı her biri başka bir günahın bedelini ödeyen bu günahkardeşler.  Sadece birbirlerinin yanında, bir de kendilerini her  gün gizlice perdenin arkasından izleyen Rosalia’nin karşında suçlarının yükünü bir kenara koyup  unutabiliyorlardı. İşte oradalar, dışarı  çıkmaya başladılar . Tek tek , çift çift, üçlü dörtlü gruplar halinde.. El şakaları yaparak,  küfürlerle… Kahkalarını dışardakilere inat duvarların ötesine savurarak ya da yılgın bir ümitsizliğin sessiz adımlarıyla ya da soysuz bir öfkenin küfürbaz kırbacıyla. Çıkar çıkmaz gökyüzüne bakıyorlardı hemen, hala orada olup olmadığını kontrol etmek mi istiyorlardı?

Rosalia onları her gün izlerdi. Bırakın avluyu, koridorlardan bağırış cağırış geçerlerken bile sesleri Rosalia’nin evine kadar ulaşırdı. Avluda gülüşmelerini , kavgalarını, ordan oraya volta atmalarını izlerdi . Bugün de, her gün ne olursa aşağı yukarı aynı şeyler oldu avluda; ama Rosalia hep taptaze bir merakla izledi onları gizlice. İçeri girdiklerinde saklanmak gereği duymadı artık. Baklona çamaşırları toplamak için çıktı . Bir yandan çamaşırları toplarken bir yandan da  “si maritau rosa”* yı söylemeye başladı . Tertemiz camaşır kosusu ve şarkı söyleyen kendi sesi keyfini yerine getirmişti. ”Bahar geliyor” diyordu şarkı  “ağaçlar tomurcuklanıyor, aşkın ateşi yüreğimi sarmaya başladı. ” Rosalia sustu bir an, şarkının sözleri bir kadeh grappayı  boğazından asağı yuvarlamış gibi yakarak geçti, sustu.  Çaresiz bir hastalığa yakalandığını pat diye yüzüne söylemişler gibi, çaresiz sustu.

“avvolunu l’aceddi

Tutti ‘sti cosi beddi

mi fannu suspirà.”*

Diye devam etti karşıdan bir ses . Birisi kıyamamıştı bu şarkının böyle bitmesine. Rosalia şaşkın, sesin sahibini  başını kaldırıp gökyüzünde aradı. Öylesine güzel bir sesti ki bu; ancak gökyüzünden Rosalia’ya gelen bir cevap olmalıydı. Sesin sahibi şarkıyı sonuna kadar söyledi. İşte dünya dertleri sona eriyordu, ilahi bir sesle kutsanmıştı, ışık saçan melekler gül yapraklarını döküyorlardı tepesinden. Ellerini yukarı kaldırmış sevinçle onları selamlarken, ellerinden yayılan çamaşır suyunun keskin kokusu ruhani aleminin kapısında bıraktı onu.  Rosalia baklonda önünde duran leğenin içindeki çamaşırlarla kaskatı  dikilip kalmıştı.  Kendine karşı da, çamaşır suyu sevmeyen meleklere karşı da  mahçubiyet içinde , kaçmak istedi, ayaklarına çimento dökülmüşcesine olduğu yerde bir heykel gibi dikilip kaldı.

Şarkı hapisanenin havalandırmasına bakan koridordaki pencerelerden birinden geliyordu, ne kadar kutlu biri olduğu şüpheliydi tabii ; ama sesi gerçekten bir meleğin sesi kadar güzeldi. Şarkı bittiğinde, sanki  gizli bir gücün etkisi altına girmiş , kendi iradesinin dışında hareket ediyormuşçasına ifadesiz , bembeyaz bir yüzle, hiçbir şey olmamış gibi leğeni alıp içeri girdi. Bütün gece kıvrandı durdu yatakta. Bunun gerçek olup olmadığını düşündü durdu. Gerçek olmadığına inandırmak istedi kendini. Böylesi daha kolaydı. Ertesi sabah eli kolu kalkmadı, hicbir şey yapamadı ya da kendini oyalamak icin yaptığı her şeye bir sakarlık karıştı. Ne yapmalıydı? O sesi tekrar duymak icin ne yapmalıydı? Onun gerçekliğine kendini inandırmak için ne yapmalıydı? Aynı saatte çıktı balkona. Önce kısık kısık  sonra sesini yükselterek “ lu stasira mi fazzu zita”* yı söylemeye basladı, söyledikçe içi coştu . Sonra sustu! Kimbilir kaç saniye, kaç dakika sustu. Şarkısına  karşılık gelmiyordu, ne göklerden ne yerden. ‘ Sonunda oldu, yalnızlıkdan delirmeye başladım’ dediyse de umutsuzlukla son bir  kaç saniye daha bekledi. Çok uzaktan zayıf bir ses , meltem gibi onu okşarayak yaklaştı, içi titretti. Bu titreyiş onu utandırmış olsa  da  içinde varlığını bilmediği bir mucizeyi keşfetmiş gibi bir çoşkuya kapıldı. Dün yalan değildi ne gökler, ne Rosalia, ne İsa onu kandırmıştı. İşte şarkısının karşılığı vardı, burdaydı. Artık her sabah yüreği Rosalia’dan önce uyandı. Ocaktaki kahve, televizyon, sehpalar , koltuklar Rosalia’nin elleri ayakları hepsi saati takipteydiler. Hapisanenin havalandırması Alhambra’nin bahçesi kadar güzel görünüyordu  Rosalia’ya . Her hava alma saatinden sonra yeni bir şarkı yaşamla hiç kurmadığı  bir bağı ilmek ilmek kurdurtuyordu . Yatağına uzandığında sol yanını ona ayırdı. Nasıl biriydi acaba? Bu kadar güzel bir sesin sahibi elbette çirkin olamazdı. Yüzünü, gözlerini, ellerini hayal etmeye çalıştı. Sonra heyecanla yataktan fırladı. Dolabın altındaki çekmecelerden birini açtı. Çamaşırların altından bir fotoğraf çıkardı. Yıllar önce bir ağustos akşamı yazlık sinemaya gittiklerinde annesi sinema çıkışı komşularla sohbet ederken o gizlice sinemanın gişesinde satılan bu fotoğrafı satın almıştı. Marcello Mastroianni’ydi bu.* Fotoğrafı aynanın köşesine sıkıştırdı, tam karşına. Mutlaka ona benziyor olmalıydı. “ Ahh Marcello!” diye iç geçirdi.  Eğer Marcello’ya benziyorsa kendisini beğenmezdi  o zaman belki. Birden paniğe kapıldı. Kalkıp odanın içinde huzursuzca dolaştıktan sonra gidip dolaptan kokulu sabunlardan aldı. Banyoya girip uzun uzadıya yıkandı. Banyo pencesinin aralığından gecenin gri metal parlaklılığını görüyordu. Hava kararmamış gibiydi bu gece. Saçları havlunun arasına bastıra bastıra kurulayıp üzerine sabahlağını geçirdi. Kimbilir ne zamandan kalma bir kutu krem ve pudra masanın üzerinde duruyordu. Bir şölene hazırlanıyormuş gibi özenle, yumuşacık hareketlerle kremi yüzüne, boynuna sürdü, pudralandı acemice. Dudaklarına sürdüğü ruju eğilip aynada kontrol etti. Gözlerini kapadı, bir süprize hazırlanıyormuş ya da bir mucize bekliyormuş gibi içinden üçe kadar sayıp sonra açtı.  Gördüğü şeyden memnun gülümsedi kendine. Dudaklarını peçeteyle silerken ‘ Aman sen de kimbilir Sofia Loren gece yatarken nasıldır’ diye düşününce içi rahatladı biraz.

Günler geçiyordu Rosalia’nın ayaklarının altından serin dereler akıyordu sanki. Dokunduğu her şey güzelleşiyor muydu ne? Hatta  o da değişiyordu. Sanki çehresi inceliyordu, dudakları dolgunlaşıyordu. Sanki, Santa Rosalia’ya benziyordu. Dirseklerine kadar sıyrılmış olan gömleğinin kollarını indirdi, yakasındaki bir düğmeyi açtı. Fırının sabahtan beri açık olmasından dolayı ve makarna suyunun buharı ile oda o kadar ısınmıştı ki, anlının üzerinde birikmiş boncuk boncuk terleri yüzünü havluya gömerek sildi. Parmesanlı patlıcanın nefis kokusu odayı doldurmakla yetinmiyor, baklon kapısından sızarak alt komşuların iştahlarını azdırıyordu.

Dolaptan bir tabak alıp dönerken eli ikinci tabağa uzandı. ‘ Ne saçmalık’ deyip havada asılı kalmış kolunun hayal kırıklığına aldırış etmeden ikinci tabağı olduğu yerde bıraktı. Tek tabağı masaya bırakıp dolaba döndüğünde bir günahın dayanılmaz cazibesi karşında çaresiz kalmış gibi kıpırdandı vücudu. Hızla dolaptan ikinci tabağı alıp masaya koydu; sonra iki çatalı, iki bıçağı, peçeteleri, bir şişe Nero D’avola’yı*…

Yemeği servis ettikten sonra yana eğdiği başıyla kaşıyı hafifçe selamlayarak masaya oturdu. ‘ Az konuşuyor, halbuki bilmek istediğim ne çok şey var  ‘ , ‘ Biraz  şarap?’ diye sordu sessizliği bozmak için. Başını tabağına eğmiş işhatla lokmaları çiğneyişinden hoşlandı. Aşağı doğru genişleyen burnunun kıvrımları, bir yaprak gibi kıvrılmış ağzı, sır saklamayı sevmeyen geniş alnı ile iyi bir adamın yüzüydü bu. Ne ne suç işlemişse  kahraman bir yanı olmalıydı bu suçun, sormadı. Varlığının telaşlı ve huzursuz sevinci, kuşlar gibi uçuşup duruyorlardı odanın içinde. Mukadderatın gücünü elinden almış gibi hissediyordu. Yaşamak bir kalp çarpıntısı gibi sarmaya başlamıştı ki ;  boş, beyaz tabağın oyunu yarım bırakan mızmız bir çocuk gibi  alay ederek karşısında durduğunu  gördü. Yerinden ok gibi fırlayıp  masanın diğer yanındaki tabağı çöpün içine fırlattı. Çöp torbasının ağzını sıkıca düğümledi. ‘ Saçların arasına parmaklarını geçirip arkaya doğru sıktı. ‘Ne diye utanacakmışım?’, dedi.

’ Ne kötülük vardı ki düş görmekte?’ Gecenin hinliğiydi bu, düşler sadece onun koynunda uyusun isterdi.

Yaz bitmişti. Rosalia bütün arzuları yatırdı  ağustosun koynuna, ılık ılık geldi eylül. Rosalia bir sabah balkona çıktı yine. Yüreği çarpınltıları içinde, tansiyonu kimbilir kaça fırlamış  olduğu halde bekledi. Bugün şarkı önce ondan gelmeliydi. Uzaktan duyuldu beklenen.“Bekle beni” diyordu şarkı,” bekle ki bütün ömrümü sana vermeye hazır geliyim.”  Ağır bir tütsü kokusu gibi başını döndürdü. Bugün sadece dinledi Rosalia şarkıyı , sonuna dek dinledi. Yaptığı her şeyi bir sonra güne ulaşmak için yapıyordu. Bütün işi bitirdikten sonra çöpü atmak için aşağı indiğinde posta kutusunda bir zarf gördü. Faturaya benzemiyordu, posta kutusunu açıp zarfı aldığında duvarlar etrafında deliler gibi dönerek dansetmeye başladılar. Birilerinin görmesinden korkar gibi zarfı göğsüne bastırdı, etrafını kolaçan ettikten sonra merdivenlere doğru telaşlı adımlarla ilerledi. Kendi dairesine çıkmak Monte Pellegrino’ya* dizlerinin üzerinde çıkmak kadar zor geldi. Taşıyamıyordu kendini. Yukarı çıktığında kapıyı arkasından hızla kapatıp, kilitledi. Etek uçlarını bacaklarının arasına sıkıştırıp, bir un çuvalını fırlatıyormuş gibi kendini sandalyenin üzerine bıraktı. Nefesini düzenlemeye çalışıp , zarfı ters çevirdi. Bıçağın tersiyle zarfın ağzını  açtığında içinde bir kağıt parçası olduğunu gördü. Yalnızca bir isim yazılıydı kağıtta.- Salvatore  Giacalone-  Yalnızca bir isim. Kağıdı mutfak masasının üzerine koydu. Dönüşü olmayan bir yoldu bu ad. Kağıdı alıp buruşturup sıktı avucunda oysa kalbi çılgınca “si maritau rosa”yi söylüyordu Rosalia’ya.

* Si maritau rosa: Geleneksel bir Sicilya şarkısı

*“avvolunu l’aceddi

Tutti ‘sti cosi beddi

mi fannu suspirà.”*:

Bütün bu güzel şeyler

Beni nefessiz bırakıyorlar.

*Monte Pellegrino : Azize Rosalia’nin kemiklerinin bulunduğu idda edilen dağ. Katolikler Azize Rosalia’ya  şükranlarını sunmak için bu dağa izleirnin üzerinde çıkarlar.

 

Şenay Boynudelik

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.