Hafta SonuManşet

Trump, Erdoğan, Farage: Popülizmin politikacılar için cazibesi, demokrasi için tehlikeleri

0

Princeton Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak görev yapan Jan-Werner Müller’in Guardian‘da 2 Eylül’de yayınlanan yazısını, yazıyı çeviren Sezai Ozan Zeybek‘ten izin alarak paylaşıyoruz. Yazının alındığı yer: ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/

***

***Bu yazı The Guardian gazetesindeki bir yazının oldukça kısaltılmış (amatör bir) çevirisi ve bazı noktalarda özetidir. (Özet kısımlar italikle belirtildi). – Sezai Ozan Zeybek

***

Bazı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da Popülist politikacılara destek verenlerin statü kaybeden, zenginleri sevmeyen bir kesim olduğu ileri sürülüyor. Bu doğru değil.

Popülizme destek veren kişilerin profili önemli olmakla beraber, bu insanların tüm dediklerini ve düşündüklerini hınç duygusuyla açıklamak, yaşanan bütün olayları Trumpçı-proleterlerin (yahut Avrupalı muadillerinin) ifade özürlü politik söylemleri olarak görmek, bu insanlara üstten bakan bir tavırdır. Oy verenlerin motivasyonları hakkında spekülasyon yapmak yerine, popülizmin ne olduğunu açıkça ortaya koymamız gerekir. Bunun için de dikkatimizi liderlerin ağızlarından çıkanlara yöneltmeliyiz. Altı çizilmesi gereken husus şu: Elitlere karşı eleştirel bir tavrı olan herkes popülist değildir.

70

Dolayısıyla ülkelerinde elitlerin statükosuna karşı çıkan Jeremy Corbyn [İngiltere], Bernie Sanders [ABD], Syriza [Yunanistan], Beş Yıldız Hareketi [İtalya] aynı şekilde popülizm yapmaktadır, demek yanlış olacaktır.

Popülizmin alâmet-i farikası şudur: Kendilerinin ve yalnızca kendilerinin halkı temsil ettiklerini iddia ederler. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkede kendisini eleştirenlere verdiği yanıta bakın: ”Biz halkız. Siz kimsiniz?”
Elbette ki hitap ettiklerinin de Türk olduğunu biliyordu bunu derken. Sadece kendisinin halkı temsil ettiğini söylemesi ampirik bir iddia değil, her zaman illâ ki ahlakî bir iddia aynı zamanda. Bir popülistin politik hasımları ve ona karşı çıkan muhalifler her zaman ahlâk yoksunu, yolsuz bir elit tabakanın uzantısı olarak lanetlenir… Hükümeti ele geçirdiklerinde meşru muhalefeti tanımazlar. Popülist mantık, kendisini gerçekten desteklemeyen kişileri makbul vatandaştan saymaz.

Nigel Farage’ı hatırlayın. Brexit oylamasının sonucunu ”hakiki halkın zaferi” olarak nitelendirmişti. (Bu şekilde AB’de kalmak için oy vermiş %48’lik kesimin daha az hakiki olduğunu ima etmişti. Siyasî bir topluluğun üyeleri olarak statülerini sorgulamıştı). Yahut Trump’ın ne olduğunu açıkça ifşa eden, ama bu New York’lu milyarderin yaptığı onca skandal açıklamanın arasında es geçilen şu cümleyi düşünün (Mayıs ayındaki bir seçim kampanyası konuşmasından): ”Önemli olan tek şey halkın birleşmesi, çünkü halkın gerisi [the other people] anlam ifade etmiyor.”

Genel kabul gören kanaatlerin aksine popülistlerin politikayı halka yaklaştırdığı ya da doğrudan demokrasi için uğraştıkları doğru değildir. Halkın iradesine bir tek kendilerinin saygı gösterdiğini söylerler; ama açık uçlu, aşağıdan yukarı doğru uzanan süreçlere, alınacak kararların vatandaşlar tarafından tartışılmasına pek tamah etmezler. Halkın gerçek iradesi dedikleri kendi arzu ettikleri halkın iradesidir. Daha kötüsü, ”halkın iradesi neyse onu aynen yerine getireceğiz” sözü (ki böyle yaparak hem yaptıklarının sorumluluğunu almamış olurlar hem de liderliğin gerçek mahiyetini inkâr ederler) aslında bir hayaldir. Modern, girift, çoğulcu (yani oldukça karmaşık) demokrasilerde tek bir irade yahut tek bir siyasî kanaat yoktur. Kendi yarattıkları cenahın tercümanı rolüne soyunurlar. Bu cenah homojen ve her zaman haklı olarak sunulan bir kurgudan ibarettir. Sonra Trump gibi şöyle derler:  ”Ben sizin sesinizim”. Yahut bu Temmuz [2016]’da Erdoğan’ın dediği gibi: “Halkım ne istiyor? İdam Cezası.” İdam lafını ilk ortaya atan yine kendisiymiş, ne gam! [Bu arada dediği tam olarak şu: ”Şu anda eğer demokratik bir hukuk devletindeyseniz, demokrasilerde söz kimindir? Halkındır değil mi? Halk şu anda ne diyor? İdam diyor.”] … Eşitlik dedikleri zaman kastettikleri aynılıktır: Yani Amerika orta bölgeleri ile, Küçük İngiltere ile, yani hakiki halkın sembolik temsili onlar için ne ifade ediyorsa onunla aynı olmaktır.

Popülist partilerin yalnızca kısa vadeli politikaları olduğu, uzun vadede sürdürülebilir bir programları olmadığı, bir fantezi dünyasında ikamet ettikleri söylenir.

[Bu sebeple] iktidardaki popülistlerin er ya da geç çökeceğini varsaymak rahatlatıcı olsa da aslında illüzyondur. Elitlere karşı çıkarken [kendilerinin] iktidara gelmeleri bir çelişki yaratmaz. Zira bütün başarısızlıklarda, içerde ve dışarda kapalı kapıların ardında kendilerine karşı çalışan statüko sahipleri suçlanır. Popülistlerin çoğu mağdur kisvesini taşımaya devam eder. Çoğunluk olmalarına rağmen gadre uğramış azınlık gibi davranırlar…. [Örneğin] Erdoğan kendini gözü pek bir mazlum olarak sunuyor. İstanbul’un tekinsiz Kasımpaşa semtinden çıkmış bir sokak dövüşçüsü olarak Cumhuriyet’in eski sahipleriyle cesurca savaşmaya devam ediyor. Bütün politik, ekonomik ve belki de en önemlisi kültürel gücü elinde topladıktan çok sonra bile… Yakın zamandaki darbe girişiminin pek öne çıkmayan yan etkilerinden biri, kendisine yakıştırdığı bu hikâyenin güçlenmesi oldu. Şeytanın görünen ve görünmeyen güçlerine karşı (ordu ve Gülen cemaati) halkla beraber savaşan bir figürle son yıllarda sultanlaşma yolunda ilerleyen ve şatafatlı başkanlık sarayında arzı-ı endam eden bir başka figür karşı karşıya duruyor.

İktidarı ele geçiren popülist partilerin devlette nasıl kadrolaştıklarını anlatıyor.

Yakın zamanlarda Macaristan ve Polonya’da olanları hatırlayın. 2010’da Macaristan’da iktidara geldikten sonra Viktor Orban ve partisi Fidesz, ilk olarak kamu çalışanlarına dair yasayı değiştirdi. Böylelikle bütün partilere aynı mesafede bulunması gereken kamu kurumlarına kendi kadrolarını yerleştirdiler. Hem Fidesz hem de Polonya’da Jarosław Kaczyński’nin Hukuk ve Adalet Partisi (HAP) yargının bağımsızlığına müdahale etti. Medyadaki kanaat önderleri tutuklandı. Gazetecilere verilen mesaj, millî çıkarlara (bu da iktidar partisinin çıkarlarıyla aynı şey oluyordu) ters düşen haber yapamayacakları idi. Bu durumu eleştiren kim varsa eski elitlerin çıkarlarına hizmet ettikleri söylenerek düşmanlaştırıldı yahut doğrudan vatan haini ilan edildi. Kaczyński bu insanları “Polonyalıların çürük yumurtası”, “hainlik genlerinde” var diye nitelendirdi.

Her hükümet devlete kendi kadrolarını yerleştirse de popülist bir parti bunu açık açık yapacak cürete sahiptir. Sonuçta halk devleti geri almaktadır. Halkın iradesi tarafsız olması gereken kurumlardan daha önemlidir. Popülist siyasette yardım [hizmet] önemli bir yer tutar. Bu konuda hiç kimse Avusturyalı popülist Jörg Haider’in eline su dökemez. Haider, sokaklarda ”kendi halkına” 100 Avroluk banknotlar dağıtmıştır. Üstelik bu hakkaniyet duygusuyla yapılır. Artık devlet halkındır, o yüzden halk, yani ”hakiki halk” bu nimetlerden sonuna kadar faydalanacaktır.

Popülist devlet idaresinin anlaşılması gereken bir özelliği daha vardır. İktidardaki popülistler, kendilerini eleştiren sivil topluma karşı en hafif tabirle sert davranırlar. Tamam, sivil toplumu taciz etmek yalnızca popülizme has değildir. Ancak popülistler için bu mecra aynı zamanda sembolik bir problem teşkil eder: Kendi ayrıcalıklı ahlakî temsillerinin altını oyar. O yüzden sivil toplumun, sivil toplumla alâkası olmadığını söylerler (güya bu kanıtlamaktır) ve popüler denebilecek muhalefetin halkın kendisiyle hiçbir bağının olmadığını iddia ederler.

Çatlak seslerin tasfiye edildiği, halkın tek bir sesinin olabileceği varsayımına dayanan bir politik iklim oluşur. ”Gerçek halktan” ayrı ses çıkaranlar ülkeden ayrılmaya zorlanır, en azından ayrılmaları teşvik edilir. Son yıllarda yarım milyon Macar ülkelerini terk etmiştir. Popülizm kendini doğrulayan bir kehanet gibi, ülkede yalnız belli bir grubun (gerçek halkın) yaşamasına imkân tanır. 

İşin ironik tarafı, popülistlerin elitlere atfettikleri suçları kendilerinin de işliyor olmasıdır. Belli vatandaşları ötekileştirip devleti gasp ederler… Ancak bunu vicdanen rahat ve güya haklı gerekçelerle yaparlar. O sebeple olan biteni kitlelerin devrimi ya da demokrasi yolunda ileriye bir adım olarak nitelendirmek bir illüzyondan ibarettir. Popülistler, siyasî olarak ”tek ve mutlak bir bütünlük” gibi bir fantezi yoluyla iktidarı ele geçirmeye çalışan farklı türde elitlerdir yalnızca.

Princeton Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak görev yapan Jan-Werner Müller’in Guardian‘da 2 Eylül’de yayınlanan yazısını, yazıyı çeviren Sezai Ozan Zeybek‘ten izin alarak paylaşıyoruz. Yazının alındığı yer: ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/

 

Yazının İngilizce Orjinali

Çeviren: Sezai Ozan Zeybek – 

Yazar: Jan-Werner Müller
Princeton Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.