Ekolojik YaşamHafta SonuManşet

[Çamtepe İzlenimleri 1] Buğday’ın hikayesi – Ece Elbeyi

0
Bir Tohum Dükkan

Çamtepe İzlenimleri yazı dizisi

Bu ve ilerleyen birkaç yazıda daha önce genel çerçevesini paylaştığım Bilgi Üniversitesi ve Buğday Derneği işbirliğiyle düzenlenen Ekolojik Sosyal Girişimcilik Yaz Okulu programı hakkında biraz detay vereceğim. Her ne kadar kişilerle birebir olarak tanışıp deneyimlerini paylaşmak bambaşka bir etki yaratsa da, neredeyse her günün en az sekiz saatini çok kıymetli katılımcılarla söyleşi halinde geçirdiğimiz bu yoğun tempolu etkinliğin detaylarını paylaşmak ve ilgilenen herkesin bilgilenmesini sağlamak boynumun borcu. Şimdiden yoğunluktan kaynaklanan olası hatalar ve çeşitli kısıtlardan dolayı yer veremediğim katılımcılar için af dilerim…

Gün içerisinde farklı yerlere ziyarette bulunsak da, sekiz günü Çamtepe Ekolojik Yaşam Kültürü Merkezi’nde konaklayarak geçirdik. Tanışma toplantısı ardından katıldığımız oryantasyonda Çamtepe’yi tanıyarak oradaki yaşama nasıl uyum sağlayabileceğimiz konusunda bilgi aldık. Enerjinin tamamen güneş panellerinden elde edildiği, her türlü atığın farklı şekillerde değerlendirilip dönüştürüldüğü merkezde bulunmak ve oradaki gündelik hayatı deneyimlemek bile oldukça ufuk açıcıydı. Dersler ise Güneşin Aydemir’den Buğday’ın hikayesi ve Alper Akyüz’den Ekoloji-Ekonomi ilişkisiyle açıldı.

Çamtepe'de konaklama

Çamtepe’de konaklama

Aslında 2002 yılında kurulan Buğday Derneği’nin hikayesi, Viktor Ananias’ın 1992 yılında Bodrum’un yerel pazarında, civar köylerden elde ettiği ürünleri tüketiciyle buluşturma amacıyla açtığı tezgahla başlıyor. Viktor kendi deyimiyle, ekololjik bilinçle üretilmiş ürünleri, hikayeleri ile birlikte tüketicilerle paylaşarak, tüketicinin, ürünün üretilme sürecine dair kaybettiği tüm bilgiyi yeniden kazanmasını böylelikle değişmekte olan üretim-tüketim zincirini yeniden tanımlamayı hedefler. Ürünü değerli kılan şeyin aslında onun hikayesi olduğu inancından yola çıkarak, ürünün yolculuğuna tüketiciyi de dahil edip, bir farkındalık oluşturma bilinciyle üretici ve tüketici arasındaki bağı onarmaya çalıştığı bu girişim bir süre sonra yeterli gelmemeye başlar ve haftanın bir günü yerine, günlük kullanım için fonksiyonu olan çeşitli ürünlerin belli bir farkındalıkla üretilmiş alternatiflerinin tüketiciyle her gün buluştuğu Başak Doğal Ürünler dükkanını açar.

Bir Tohum Dükkan

Bir Tohum Dükkan

Eğitim sürecinde bizim de ziyaret ettiğimiz, şimdiki adıyla Bir Tohum Dükkan olan, Başak Doğal Ürünler dükkanında, Viktor’un bir süre sonra farkettiği, bireylerin bu ürünlere ilgi gösterdiği ancak yaşamlarına nasıl dahil edeceklerini bilmedikleridir. Bunu, kişilerin tat ve koku gibi fiziksel duyularını uyararak aşabileceğini düşünür ve kendisinin de beslenme konusundaki pratiğinden güç alarak girişimini Buğday Vejetaryen Restoranı’na evriltir.

Ürünlerin üretimine ve nasıl daha sağlıklı bir biçimde tüketilebileceğine dair bilgilerin de paylaşıldığı Buğday, sadece bir restoran olmaktan ziyade, bütüncül bir yaklaşımla, doğa, toplum, kültür ve politika ilişkileri bağlamında; ekolojiyle ilgilenen herkesin bir araya gelerek çeşitli alanlarda fikirlerinin ve projelerinin tohumlarının atıldığı bir paylaşım platformudur aslında. Orada paylaşılan bilgilerin, daha fazla kişiye ulaşması için yollar arayan Viktor, gelen birçok ziyaretçinin yemek tariflerini sormasından esinlenerek, tam pirinç pilavı ile ilgili kendi el yazısıyla bir fanzin hazırlayıp dağıtır. İlerleyen zamanlarda bülten haline gelen bu gibi yazılarla, yaşamın hiçbir alanını dışarıda bırakmayacak şekilde kapsamlı bir ekolojik yaşam dergisine dönüşecek olan Buğday Dergisinin de ilk adımları atılmış olur.

İlk zamanlarında bisikletle dağıtılan Buğday Dergisi, ulaştığı kitlenin büyüyüp, söylediği sözlerin de daha çetrefilli bir hale gelmesiyle abonelik sistemine geçer. Tam da bu zamanlarda, hem tüketimin mabedi hem de ana motoru olmasından dolayı daha geniş bir kitleyle ilişkiye geçme fırsatı verdiği için, Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın da talebiyle İstanbul’a gelinir ve Başak Dükkanı ve Buğday Restoranı’nın hibridi olacak şekilde bir mekan olan Nuh’un Ambarı açılır.

Burası da ekolojiyle ilgili duyarlılığı olan birçok kişiyi kendisine çekerek, örneğin şehirde ekolojik yaşama pratiğini deneyimleyen Kuzguncuk Komünü gibi oluşumların doğduğu bir sinerji oluşturur. Daha sonra Buğday’ın artık politik olarak da varlığını sürdürmesi gerektiğini düşünen Viktor öncülüğünde bir sivil toplum kuruluşu oluşturularak, Buğday, bakanlıkta konuyla ilgili mevzuatların hazırlanmasından, şehir bahçesi ve Tatuta gibi oluşumların resmiyet kazanmasına ve IFOAM gibi uluslararası kuruluşlarla bağlantı kurulmasına kadar birçok alanda faaliyet gösteren bir ağ kuruluşu haline gelir.

Pek çok alanda proje ve fikirlerinin tohumlarının atıldığı kuruluşun önceliği, kişilerin birebir katılımı ve sorumluluk alması olduğundan toplumla büyük ölçüde etkileşime geçmeyi başarmış olan Buğday Derneği’nin kısaca hikayesi bu şekilde. Neden Buğday diye soracak olursanız, hem insanın en temel ihtiyacı hem de doğaya bıraktığımız ayak izinin en yoğun olduğu alan olduğundan özellikle gıda, beslenme ve tarım tüm ekolojik konuların temelinde yer alıyor. Buğday ise, bildiğimiz gibi temel bir gıda maddesi, kökeni olan Anadolu’dan tüm dünyaya yayılıyor ve zaman içerisinde ıslah edilerek ve kötü koşullarda üretilerek aslında insanla da metaforik bir benzerlikle bozulma eğiliminde.

Alper Akyüz ile Gezegenin Sınırları

Alper Akyüz ile Gezegenin Sınırları

Ekonomi-ekoloji ilişkisini dinlediğimiz Alper Akyüz’ün konuşması ise, istesek denk getiremeyeceğimiz şekilde Dünya Eşik Aşımı Günü’ndeydi. O yıl içerisinde üretilebilecek olan tüm kaynakların kullanıldığı gün olan Eşik Aşımı Günü’nü geçtikten sonra, yıl bitene kadar tüketeceklerimizi dünyanın kredisinden yani kendini yenileyebilme kapasitesine zarar vermek pahasına karşılıyoruz. Çıkış noktası olan Sistem Yaklaşımı, dünyayı, kullanabileceğimiz sınırsız kaynağın olduğu bir depo ve atıklarımız için sınırsız bir kuyu olarak görmek yerine, daha gerçekçi bir şekilde neredeyse kapalı bir sistem olarak ele alıyor. Bu doğrultuda oluşturulan Ekolojik Ayakizi Modellemesi’ne göre, son iki yıldır aslında 1 değil, 1.6 dünya varmış gibi yaşayarak kaynakları tüketip atık oluşturduğumuz raporlandı.

Roma Klubü’nün talebiyle MIT tarafından 1972 yılında yayınlanan, 1992 ve 2004 yılında güncellenen Büyümenin Sınırları Raporu ise, ekonomik faktörler ve nüfus artışı göz önünde bulundurularak, 2100 yılına geldiğimizde bizi ekonomik ve ekolojik olarak nasıl bir sonun beklediğine dair, olası senaryoları içeriyor. Hiçbir önlem alınmaz ve her şey olduğu gibi giderse, çok kısa bir süre sonra kaçınılmaz olarak karşılaşacağımız çöküşten, ancak yenilenebilir ve yenilenemez kaynakların kullanım oranına ve nüfus politikalarına müdahale ederek sıyırabileceğiz gibi görünüyor. Örneğin atmosfere saldığımız karbondioksit miktarı nedeniyle hali hazırda bir derece artmış olan ortalama yeryüzü sıcaklığında, bu şekilde devam ettiğimiz sürece, 2100 yılına kadar 4-6 derece arasında artış bekleniyor. Paris Anlaşması’nın hedefi ise bu değeri iki dereceye sabitlemek çünkü iki derecelik artış aşıldığı takdirde dünya geri dönülemez bir felakete sürüklenecek. Ancak IPCC (Uluslararası İklim Değişikliği Paneli)’ne göre bugünden itibaren hiç karbon salınımı yapmasak dahi, şimdiye kadar yaptıklarımızla iki derecelik artışı garantilemiş olduk.

Büyüme saplantısı ne kadar daha sürebilir konusunda farklı yaklaşımlar mevcut. Bu konuda ekolojik ekonominin kurucularından Herman Daly, kaynakları yenilenebilir ve yenilenemez olarak ikiye ayırıp, tüketim hızımızın, kullandığımız kaynaklar yenilenemezse, kullandıklarımız yerine başka kaynaklar koyabilme kapasitemiz ya da ikame yenilenebilir kaynaklara yönelme hızımızla; yenilenebilir kaynakları kullanıyorsak da bunların yenilenebilme yani doğa tarafından tekrar üretilebilme hızı ile orantılı olmasının gerektiğini söylüyor. Ayrıca atıklarımızın da geri dönüştürülebilme ya da bertaraf edilme hızları ile doğanın bu atıkları kendiliğinden emebilme sürelerinin oranını da göz önünde bulundurarak, tüm bu değişkenlerin hesaba katıldığı sürdürülebilirliğin tanımını yapıyor.

Jörg Randers’a göre ise 2050 yılında ortalama yeryüzü sıcaklığı iki derece aşılmış olacak ve ekonominin büyük kısmı iklim değişikliğine uyum sağlamak ve felaketleri önlemek için oluşturulması kaçınılmaz olan altyapılara ayrılacak. Bu nedenle bireysel tüketim için çok daha az kaynağın ayrılacağını ve tüketim ekonomisinden farklı bir ekonomik modele geçileceğini öngörüyor.

Sistem Yönetimi alanında Emeritus Profesörü olan Denis Meadows ise, 1972’den bu yana raporda herhangi bir güncelleme yapmayı reddederek çöküşün kaçınılmaz olduğunu ve ömrünün geri kalanında insanlığın bu çöküşten mümkün olan en az zararla kurtulabilmesi için araştırma yapacağını duyurdu. Sonuç olarak, kulak vermek zorunda olduğumuz bir alarm var ve bu çöküşten kurtulmak ya da onu en az zararla atlatmak şimdiden ne kadar önlem aldığımızla ilgili.

Şimdilik anlatacaklarım bunlar, gerisi ilerleyen yazılarda..

33-Ece-Elbeyi

 

 

Ece Elbeyi

You may also like

Comments

Comments are closed.