Hafta SonuKültür-SanatManşet

[FotoÖykü] Sonsuzluk ve Bir Gün – Ümit Aykut Aktaş

0

Theo Angelopoulos ve Aytül’ün anısına…

11

Gölün kıyısında bankın üstündeki karları sıyırıp sarı yağmurluğumun üstüne oturmuştuk sen, ben, annem ve kardeşim. İşten yeni ayrılmıştın -ya da çıkarılmıştın- yeni boşanmıştın ve paran olmadığı için yeniden küçük, dar anne evine geri dönmüştün. Üstüne üstlük o sürekli dalga geçtiğimiz eski Türk filmlerinde olduğu gibi hastalanmıştın. Boşanmayı bir kenara bırakırsak bu kadar felaket biraz fazla kaçıyordu biliyorum. Hiçbirimizde para yoktu. Kardeşim ve ben öğrenciydik. Annemin dul maaşı seninse bir dahaki ay asgari ödemesini bile yapamayacağın kredi kartın vardı sadece. Her şey o denli üstüne gelmiş olmalı ki; limiti son demlerindeki kredi kartından aldığın güçle rezervasyon yaptırıp otobüsle Abant’a getirmiştin hepimizi. Otuz altı yıl boyunca İzmir’den dışarı adımını atmamış olan sen ilk kez kar görmek istemiştin. Güzel bir otel, güzel yemekler ve gölün çevresindeki manzarayı izleyerek yapılacak yürüyüşlerin olduğu bize ait koskoca bir gün. Dördümüz kulağımıza takılan farklı melodiler olsa da, kendimizi sonu güzel bitecek kısa bir öykünün kahramanları gibi hissetmiştik; onca soğuğa rağmen. Kar inceden atıştırmaya başlamıştı yeniden. Üşüyorduk. Ben acelesiz, tadını çıkararak yürüyordum. Sense arkandan biri koşturuyormuşçasına hurş… hurş diye sesler çıkararak kısa ve hızlı adımlarla adeta gölün çevresinde turlamanı bir an önce tamamlamak ister gibiydin. Biliyordun, süren giderek daralıyordu. Gazetelerden yeterince Marilyn Monroe fotoğrafı da kesip biriktirmiştin nasıl olsa. Birden durdun. Anneme baktın. İki elinle havada hayali bir tabak çizdin, açlığına görsel bir boyut katmak kolayına geliyordu. Annem acıktığını hemen anladı. Az önce, saçta gözleme ve tavada Eskişehir usulü çiğ börek yapan köylü kadından aldığımız çiğ böreklerin olduğu mavi kabı çantasından çıkardı. Kardeşim de sabah otelin kahvaltı salonunda -otobüs kötü hava koşulları nedeniyle geciktiği için kahvaltıya yetişememiştik- yanımızda getirdiğimiz termosa, utana sıkıla doldurduğu çayı çıkardı. Sen istemiştin açık havada böylesine fantastik bir piknik kurgusunu. Çok yakında öleceklerini bilenler çevrelerine garip bir yaşam enerjisi saçarlar. Öleceğini bilmek filmin sonunu bilmek kadar sıkıcıdır oysa.

Sonsuzluk ve Bir Gün - Ümit Aykut Aktaş 3

Böreği aldığımızdan beri -belki yiyecek bir şeyler koparırım derdiyle- peşimize takılan kahverengi lekeli sokak köpeği ön ayaklarını karşımızdaki banka uzatarak poz vermiş ve zorla fotoğrafını çektirmişti. Şimdiki gibi perde ve diyafram ayarlarından anladığım profesyonel bir makinem yoktu. Elimdeki makine o eski tip banyo ettirilenlerdendi. Fotoğrafını çektiğimizi anlamışçasına yanımıza geldi. Mavi kaptan dumanı tüten kıymalı bir çiğ börek aldım. Elimi yaka yaka ortadan kopardım. İçinden taşan kıyma ve soğan parçaları botlarımın dibine düştü. Yerdeki börek parçasını çiğnemeden yuttu. Botlarımın yanına dökülen kıymaları da botlarım ve yerdeki karla birlikte yaladı. Açlığı biraz olsun yatışmış gibiydi. O dondurulmuş anda dördümüz ve kahverengi benekli köpek sadece bizim anlayabileceğimiz kendi dilimizi yaratmıştık sanki. En arkamızda olmana rağmen senin yanına kadar geldi. Köpeklerden çok korkardın. Bu sefer korkmadın. Hareket bile etmedin. Köpek gözlerini sana dikti. Bu anların tadını çıkar fazla süren kalmadı der gibi baktı ve çekip gitti. Hiç aldırmadın. Annem, kardeşim ve ben eldivenlerimizi çıkartmış iştahla mavi plastik kabın içindeki çiğ böreklerine yumulmuştuk. Sense, bir zamanlar benim yaptığım börekler çok daha lezzetlilerdi der gibi bakıp, kabı sana uzattığımda -borç alır gibi- sıkıntıyla almıştın küçücük bir böreği. Sanki az önce acıktığını ima eden sen değildin. Böreğinden ufak bir ısırık aldın. Otelden arakladığımız küçük cam bardaklara arka arkaya termostan çay doldurduk. Bardaklar yağlı ellerimizle leke leke olmuştu. Her anlattığımızda yeni ayrıntılar ekleyerek büyüttüğümüz babamın yaşadığı dönemlere ait aile hatıralarımızdan bahsettik dumanı tüten çiğ börekleri birer birer mideye indirirken. Giydiğimiz içliklere, içtiğimiz sıcacık çaya rağmen iliklerimize işleyen soğuk unutmak istediğimiz her şeyi katılaştırıyor ve daha kolay hatırlamamızı sağlıyordu. Geçmişten görüntüler arka arkaya düşmeye başlıyordu gözümüzün önüne. Hatta Mersinli bakkalın raflarından eksik olmayan ucuz, açık pötibör bisküvileri ile leblebi tozu kokusu bile burnumuzda dolanır olmuştu. O sırada anlattıklarımızı dinliyor muydun? Yoksa aklın bir günlük tatil dönüşü başlayacağın kemoterapi seansında mıydı? Gerçi kim kimi gerçekten dinleyebiliyor ki? Her şeye yetecek kadar çok şey yaşayacağını sanıyor insan oysa başımıza gelenler ya da gelmesi muhtemel olanlar sadece küçümen bir öykünün konusu olabiliyor.

Termosla getirdiğimiz çay bitmişti, börekler de. Oysa bardakların sıcaklığı halen avuçlarımızdaydı. Ellerimizi karla temizlemiştik. Camları buğulu, lekeli gözlüğüm burnumun ucuna düşmüştü. O zamanlar daha lazer operasyonu geçirmemiştim. Burnumun üstünde taşıdığım şişe dibi camlarla dibine kadar miyoptum. Ellerini kolonyalamış, atkını sıkıca boynuna dolayıp, paltonun bütün düğmelerini iliklemiştin.

İşte tam o sırada, geçen bayram -senin hasta olmadığın günlerde- evdeki misafirlerden sıkılarak kirişi kırıp, seninle nasıl sinemaya gittiğimizi hatırladım. “Sonsuzluk ve Bir Gün” Theo Angelopoulos’un filmi. Koskoca sinemada dört kişiydik. Diğer iki çatlak kimdi, bilemiyorum. Eleni Karaindrou’nun olağanüstü müzikleri eşliğinde izlemiştik bu şiirsel filmi. O sırada yaşam Theo’nun kamerasının hareketsiz bakışı gibi izliyordu bizi. Zor anlarda el falan da uzatmıyordu, biliyorsun. Hey gidi puslu manzara, sabit plan sapkını Theo… Filmi izlerken zorlanmıştın, çaktırmasan da anlamıştım. Filmden çıktıktan sonra öyle diğerleri gibi şu sarı yağmurluklu insanlar ne anlama geliyor, niye dakikalarca duruyorlar falan, demeden; uzun plan görüntüleri aklına getirip “güzel bir filmdi, müziklerini de beğendim” demiştin. Sen Hollywood filmleri hızında yaşadın bu dünyayı, sırtında kaplumbağa dövmesi olan bense Theo’nun kamerası gibi yavaş ve bayık yaşıyorum. Sen kısa ve hızlı bir yaşam uygun görmüştün kendin için tıpkı Marilyn Monroe gibi bense Theo gibi uzun ve yavaş. Eee bana müsaade! babında, filmdeki çocukların kaçış planı gibi sen de kaçtın gittin otuz altısında tıpkı gazetelerden fotoğraflarını kırpıp durduğun Marilyn Monroe gibi.

Sonsuzluk ve Bir Gün - Ümit Aykut Aktaş 1

Biliyorum şimdi “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminin açılış sahnesindeki o deniz kıyısındaki evde uyuyorsun. Seni görebiliyorum. Bense tam on üç yıl sonra sen ve Marilyn Monroe ile aynı yaşta yine bu gölün kıyısındayım. Üzerimde sarı yağmurluğum yerine kaliteli İtalyan kumaşından bir palto var ama yine o günkü gibi üşüyorum. Hep birlikte oturduğumuz bankın yanındayım ve yine karların içinden kahverengi benekli köpek gibi sisli dağlara bakıyorum. Pekii, sen beni görebiliyor musun?

 

Not: Metni okurken Eleni Karaindrou’nun Eternity And A Day film müziğini dinlemeniz ricasıyla.

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

12-Ümit-Aykut-Aktaş

 

 

Öykü ve Fotoğraflar: Ümit Aykut Aktaş

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.