ManşetYazarlar

Ekolojinin Politikası: Yeni Sınırlar, Yeni Aktörler konferansından notlar

0
27-28 Kasım tarihlerinde Ekoloji Politik oturumları

Bugünkü sorunlarımızın temelinde olan ama pek görünmeyen, marjinal olduğu düşünülen ya da nüve halindeki radikal ve eleştirel pratikleri nasıl görünür kılarız, bu pratiklerin gelişmelerine nasıl destek oluruz, onları nasıl teorize ederiz?” sorusundan çıktı Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilenEkolojinin politikası: Yeni Sınırlar, Yeni Aktörler” konferansı. Geçen hafta sonu (27-28 ) Kasım’da iki gün boyunca  bizim de Yeşil Gazete olarak takip etmeye çalıştığımız, sizlere öncesinde duyurlarını yaptığımız, oturumlar boyunca da sosyal medya üzerinde zaman zaman alıntıladığımız, farklı içerikte, zengin sunumlar yeşil politikalara ilgi duyanları belki de ilk defa bu kadar geniş bir yelpazede buluşturdu.  Organizasyonun  sorumlusu, zaman zaman Yeşil Gazete’ye de yazılarını gönderen Bilgi Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyelerinden Sezai Ozan Zeybek’in açılış konuşmasıyla başlayan oturumların arka planında program hazırlıkları için verilen 1 yıllık emek, önünde ise saatler süren beyin fırtınasının ortaya çıkardığı ana arterden dallanıp budaklanan bir yol haritası uzanıyor .

27-28 Kasım tarihlerinde Ekoloji Politik oturumları

27-28 Kasım tarihlerinde Ekoloji Politik oturumları

Eski Yunanca’da yaşanılan yer/yurt anlamına gelen “oikos” ile, bilim, söylem anlamına gelen “logia” sözcüklerinin bir arada kullanımından oluşan ekoloji sözcüğü bugün  genel olarak “çevre mücadelesi” adı altında korumaya çalıştığımız bütünlüğü ifade etmekte. İnsanın özellikle Endüstri Devrimi’nden itibaren  hayatın bir parçası kıldığı makineleşme ile şiddetlenen mekanı değiştirme ve dönüştürme çabası ise aslında insanın ekolojinin karşısında bir antroposene dönüşme hikayesi. Sorunun düğümlendiği nokta ise yukarıda bahsi geçen “tek hat”a, yani kapitalist sisteme, uygulanagelen neoliberal politikalara işaret ediyor. Buradan da ışığın prizmada kırılmasıyla açığa çıkan renkler gibi devletin konumunda, vatandaşın pozisyonunda, kırsalda, kent yaşamında, emeğin ve her tür girdinin metalaştırılmasında, sermayenin ve pazarın gücünde, insanın doğayala ilişkisinde, sınıfsal ayırımlarda, eşitsizliğin mekansal ayırımlarında, sürdürülebilirlikte, negatif dışsallıklarda, homofobide, cinsiyet ayırımcılığında, adaletsiz uygulamalarda ve aklınıza gelebilecek her tüm toplumsal sorunda kendini gösteriyor. Zira ekolojinin farklı alanlarında derinleşen Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelen akademisyenlerle, pratikte uzmanlaşanların katılımcılarla gerçekleştirdikleri paylaşımlar,  bu paylaşımlara karşılık gelen sorular, tek bir hattın hepsini kestiğini ortaya çıkartabilecek kadar tekrara  olanak tanıdı.

Örneğin Gıda Politikaları oturumunda Barselona Otonom Üniversitesi’nden Irmak Ertor ,  balık yetiştiriciliği üzerine yaptığı sunumla “Amaç gıdayı erişilebilir kılmak mı sermaye birikimini arttırmak mı”? tartışmasını başlatırken de Sezai Ozan Zeybek özellikle 90’lardan sonra Türkiye’de hayvancılığın geçirdiği evreleri çitleme ve mülksüzleştirme paralelinde yerli hayvanların yerine kültür ineği denen ithal ineklerin kullanılmaya başlandığına değinirken de  arka planda hep neoliberalizm kökenli politikaların çalıştığı görülüyordu. Benzer şekilde İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyelerinden Fatma Nil Döner’in Bursa Karacabey’de  gerçekleştirdiği doktora tez çalışması da çiftçinin borçlandırılarak toprağının elinden alındığını, şirketlerin ise toprak sahibi olarak mal varlıklarını arttırmış gösterdiğini ancak devlet alınan tarım teşviklerin başka sektörlerde değerlendirildiğini ortaya koyarak aynı şeyi söylüyordu. Bu bağlamda Çiftçi-sen temsilcisi Abdullah Aysu’ nun pratikten gelen bilgisi  Türkiye’de çiftçinin desteklenmediğini tersine çiftçinin ödemek zorunda bırakıldığı vergilerle devleti beslediğini açıklıyordu. Görünen o ki hayvancılığın şu ana kadarki akıbeti ile tarım faaliyetlerinde izlenen yol oldukça paraleldi. Bir başka vehamet ise tohumun özelleştirilmesinde yatıyordu, tarımın bittiği yerden tekrar başladığı yer  tohumken “Ürettiğiniz üründen elde ettiğiniz tohumu tekrar kullanamamıyorsanız o şey tohum değildir” diyordu Aysu. Onun deyimiyle  çiftçi de üretme hakkını kaybediyor tarla bekçisi konumuna düşüyordu.  3 yıllık bir kolektif olarak onarıcı tarım uygulamalarıyla uğraşan aynı zamanda tarım da yapan aynı zamanda Yeşil Gazete yazarlarından Durukan Dudu ise sahadan taşıdığı birikimiyle Türkiye’de tarımı geliştirecek başat aktörün kolektif kırsal örgütlenmeler olduğunu ve bunların onarıcı tarım yapabileceğini söylüyordu. Bu sorunların tek çözümü vardı o da  “kullanıcının geçirebileceği paradigma değişikliği”ydi.  “Kullanmak istediğiniz ürünü bize ürettirin, kendi  tercihinizi kendiniz yapın” diyordu Dudu .“Mesela Kırsaldaki örgütlenmeler yerel ekonomiden başlıyor, kentli gıda kullanıcısı olarak sosyal medyada sürece katkı sunun”.  Abdullah Aysu’nun da “Tarım ürünlerine Attığımız ilaçla sizi zehirliyoruz, tel fırçayla bile o zehri çıkaramazsınız, bu gidişatı ancak kentteki insan tercihleriyle değiştirebilir, örgütlenmeniz lazım” demesi baskı, müdahale ve tahakküm altındaki kullanıcı haklarının özgürleşmesi için tek anahtarın biz kullanıcıların elinde olduğu önermesini destekliyordu.

Gıda politikaları temalı oturumdan çıkan tartışma ekoloji mücadelesi penceresinden bakıldığında da karşımızdaydı . Hes projelerinde uygulanagelen politikaları ve beraberinde Hes karşıtı mücadelenin evrildiği yönü değerlendiren çalışmasıyla  Abant İzzet Baysal Universitesi’nden Nahide Konak yeni kalkınmacı trendin  sürdürülebilir enerji söylemi olduğunu ifade ediyordu. Zira Hes yatırımları makro yerine mikro projelerle yenilenebilir enerji olarak lanse ediliyor oysa suyun 49 yıllığına kiralanarak özel şirketlere verilmesine ve bu şekilde  metalaştırılmasına ise devam ediliyordu, tek fark bunların daha kısa sürede tamamlanan, daha az çevre tahribatı yaptığı iddia edilen daha az maliyetli projeler olmasıydı. Bilgi Üniversitesi’nde Ekonomi Doktora öğrencisi olan Orkun Doğan’ın yaptığı sunum ise devletin mega projelere öncelik veren büyüme yaklaşımı neticesinde uygulamaya konan zeytincilik yasasının devlet hazinesine bağlı yabani zeytinliklerin ekonomiye kazandırılmasına ilişkindi ve tarımın yerine mega  projelerin önünün nasıl açıldığını göstermesi açısından önemliydi.

Her nekadar bahsi geçen neoliberal politikalar çoğunlukla ekolojik bozulma temelli faaliyetlerde birbirini kesiyor görünse de esasen ekolojik bozulmanın sözde önüne geçmeye çalışan proje ve faaliyetler de bunun aksini yapmıyordu. Şöyle ki kullanılan söylem aynıydı: aynı ayrımcı tahakkümcu, metalaştıran formattaydı. Bu duruma güzel bir örnek Tanzanya’daki ortak orman arazilerinin özelleştirilmesi üzerine araştırmalar yapan Bilgi Üniversitesi’nden Melis Ece’nin çalışmasıydı. İklim değişikliğinin bahane edilerek orman arazilerinin çitlenmesi ve  gelişmiş ülkelerin girişimleri için yerel yönetimler hatta sivil toplum örgütleri eliyle halktan kopartılarak özelleştiriliyor bir nevi faunus içine konuyordu.

Bilgi üniveristesinde gerçekleştirilen ekoloji politik oturumlarını takip edebildiğim çerçevede anlatmaya çalıştım,  kayıtlarının youtube a yüklenmesi ve ilgilenenler için başvuru kaynağı haline getirilmesi planlandığı üzere ben de eş zamanlı olduğu için katılamadığım oturumları izleme fırsatı bulacağımı düşünerek seviniyorum. Önümüzdeki süreçte  ekolojinin politikasını ilgilendiren sorunların tespitine bağlı olarak çözüm önerileri ve olası işbirlikleri, dayanışma girişimlerinin başlatılması için somut adımlar da  atılabilir.

pnr kk

 

 

 

 

 

Pınar Demircan

Yeşil Gazete

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.