Kültür-SanatManşetUncategorized

2015 Nobel Edebiyat Ödülü, “Çernobilden Sesler”‘in yazarına

0

İsveç Akademisi, Nobel Edebiyat Ödülü’ne bu sene Rus yazar Svetlana Alexievich‘i layık gördü.

Nobel komitesi Alexievich’in ödüle çok sesli yazılarının günümüz dünyasında eziyet ve cesaretin anıtı olması nedeniyle layık görüldüğünü açıkladı.

34

Svetlana Alexievich, Çernobil Nükller Santral kazası ardından yaşananları aktardığı, Çernobil kurbanlarının sözlerinden oluşan bir sözlü tarih çalışması ve anlatısı olan “Çernobil’den Sesler” adlı kitabı ile biliniyor.

Çernobil’den Sesler, 2006 yılında Türkçe’de yayınlanmış. Türkçesinin çıktığı sene Yeşil Gazete yazarı Ümit Şahin, Mesele Dergisi‘nde kitap ile aynı adı taşıyan başlıklı bir yazı kaleme almıştı. 2007 yılında ise Tiyato Boyalı Kuş, “Çernobil’den Sesler”i tiyatro sahnesine taşımıştı.

33

Ümit Şahin’in kitap hakkında 2006 yılında Mesele Dergisi’nde yayınlanan, “Çernobil’den Sesler” başlıklı yazısını Svetlana Alexievich’in Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğü bugün bir kez daha paylaşıyoruz.

ÇERNOBİL’DEN SESLER

Ümit Şahin

I.

“Her gün gazete gelirdi. Başlıklara göz atardım:

‘Çernobil! Bir başarı abidesi.’

‘Reaktör yenilgiye uğratıldı!’

‘Hayat devam ediyor.’

Siyasi memurlarımız vardı, bizimle politik tartışmalar yaparlardı. Kazanmamız gerektiği söyleniyordu. İyi de kime karşı! Atoma mı? Fiziğe mi? Evrene mi? Zafer bizim için bir son değil, bir süreçti. Yaşam bir kavgadır, bir çırpınma. İşte bu yüzen seller, yangınlar ve diğer felaketleri çok seviyoruz. ‘Cesaret ve kahramanlık’ göstermek için fırsat doğuyor.” 

Arkady Filin,temizlikçi.

Çernobil denince aklıma yalan geliyor. Radyasyondan da önce yalan. Bir görüntü: Önceki yıl, Çernobil’in 19. yılı nedeniyle Karadeniz dernekleri tarafından düzenlenen bir panelde, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda (TAEK) çalışan Gül Göktepe konuşuyor. Salonda henüz hayatta olan Kazım Koyuncu da var. Gül Göktepe kurumun içinde nükleer bilgi birimi denen bir bölümün başındadır. Bir yandan da TÜRÇEK diye bir çevre derneğinin yönetiminde yer alıp Karadeniz’de bulunan çevre derneklerini bir araya getirmeyi amaçlayan fon destekli projeler yapmıştır. Gül Göktepe, yanına muhtemelen nasıl bir düzenin içinde olduklarının farkında olmayan iki tıp doktorunu da almış, Çernobil’den kaynaklanan radyasyonun Türkiye’ye hiçbir etkisi olmadığını anlatıyor, hatta konuşmasının bir yerinde aslında Çernobil’in Ukrayna ve Beyaz Rusya’ya bile fazla bir etkisi olmadığını söylüyor. Bölgede de, burada da, Çernobil’den yayılan radyoaktif parçacıklardan kaynaklandığı sanılan hastalıklar aslında radyasyon korkusundan kaynaklanan psikolojik sorunlar Göktepe’ye göre, buna da Çernobil sendromu deniyor.

Karşılarında (ve yüksek bir platformun üzerinde) oturup Çernobil’in hiçbir zararlı etkisi olmamıştır diye konuşan profesörleri dinleyen Karadenizli izleyicilerin hepsinin ailesi veya yakınları arasında birkaç kanser hastası var. Bilimsel makamlara olan saygılarından olsa gerek, susup dinliyorlar, itiraz ya da soru yok. Ta ki salonda birileri çıkıp yalan söylüyorsunuz diye bağırana kadar. Sonra salon karışıyor, yakınları kanserden ölmüş insanlara ve Kazım Koyuncu’ya da söz verildikten sonra oluşturulmak istenen ilüzyon havası dağılıp gidiyor.

O zamandan beri TAEK’in sözünü ettiğim nükleer propaganda bölümü daha temkinli çalışıyor. Kalabalıkların önüne çıkmak yerine, kullandıkları argümanları destekleyen, kimsenin birşey anlamayacağını umdukları rakamlarla dolu kalın raporlar yayımlıyorlar. Ortalama radyasyon gibi gülünç bir kavram yaratıp Çernobil’den dağılan radyoaktif parçacıkların herkesi ortalama bir dozda etkilemiş olacağını varsayan, etkenin etkilediği kişiyle birebir doz-süre ilişkisini gözlerden gizlemeye yönelik garip bir akıl yürütmeyi yaymak için çaba gösteriyorlar. Üstelik bütün bunları yaparken Türkiye’de nükleer santral propagandası yapmakla görevlendirdikleri kişinin ulusal ölçekte bir çevre derneğinin genel sekreterliği yoluyla yurtdışından fon desteği alıp, Çernobil’den en fazla etkilenen Karadeniz’deki çevre derneklerini bir federasyon çatısı altında birleştirmesini, bu yolla da aslında Karadeniz’deki çevre hareketini bölmeyi ve Sinop’ta yapmak istedikleri nükleer enerjiye karşı oluşacak muhalefeti yol yakınken nükleer karşıtı olmayan başka alanlara yönlendirmeyi hedefliyorlar.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu da Çernobil’in 20. yılı öncesinde yayımladığı raporla bu propagandanın uluslararası alandaki örneğini vermişti. Rapor Çernobil’den kaynaklanan hastalık ve ölümleri gerçeğin çok altında gösteriyor, nükleer enerjiyi canlandırmaya yönelik senaryolara destek veriyordu. Nükleer enerji endüstrisinin Çernobil gibi lüzumsuz bir kaza yüzünden baltalanmasını kendilerine yediremiyor olsalar gerekti. Ukrayna ve Beyaz Rusya gibi iki geri kalmış Doğu Bloku ülkesi, eski model bir reaktördeki patlama nedeniyle radyasyona bulanmışsa, alt tarafı birkaç milyon Doğu Avrupalı’nın hayatı değişmişse, bunun ceremesini koskoca nükleer enerji endüstrisi mi çekecekti? İşte bunu hazmedemiyorlardı. İnsanlar ölür, kanser olur, başka yerlere göç ettirilir, çocuklar sakat doğar, kentler boşaltılırdı; ama bunun nükleer teknolojiye mal edilmesi, bu alandan elde edilen kârı, kurulmuş olan düzeni değiştirmesi neyin nesiydi? Hiroşima’da da atom bombası patlamıştı, İkinci Dünya Savaşı’nda da 40 milyon insan ölmüştü, silah endüstrisinin bundan zarar gördüğünü duyan var mıydı?

Türkiye’de TAEK ve onun içindeki nükleer mühendislerle bazı nükleerci yazarların ve politikacıların temsilciliğini yaptığı nükleer enerji endüstrisi işte böyle düşünüyor, yalan tezgahları böyle işliyor. Çünkü nükleer enerji endüstrisi, elinde 70’li yıllarda azalan ve 86’da dibe vuran itibarını kurtaracak hiçbir gerçek araç olmadığı için yalan söylemek zorunda. Çernobil patlarken, bir yandan da bu büyük yalan makinesini çalıştırdı belki de.

II.

“Odadan dışarı çıkıp koridorda ilerledim. Görevlileri göremediğim için, oturdukları kanepeye doğru yaklaştım. Hemşireye “Ölüyor,” dedim. Bana “Ne bekliyordun ki? 1600 röntgen almış. 400 zaten ölümcül dozdur. Nükleer reaktörün yanında oturuyorsun.” dedi. O benimdi, benim aşkımdı. Hepsi ölüp gittiğinde hastanede tadilat yaptılar. Bütün duvarları kazıyıp yer döşemelerini söktüler.” 

Lyudmilla Ignatenko,

Ölen itfaiyeci Vasily Ignatenko’nun eşi

Tarihin egemenlere oynadığı bir oyun mu bu? Savaşlarda ölen, sömürülen, ezilen, köle edilen, ismini kimselerin bilmediği kitleler, bir yolunu bulup tarihi değiştiriyorlar. Ondokuzuncu yüzyılın fabrikalarda onsekiz yirmi saat çalışıp sanayi uygarlığını kurmuş insanları kısa ve acılı yaşamlar yaşayıp, ölüp gittiler. Ama Dickens’ın, Hugo’nun, Zola’nın romanlarında yaşamayı ve tarihi değiştirmeyi başardılar. Savaş cephelerinde ete ve kana dönüşen, bombardımanlarda enkaz altında kalan, Hiroşima ve Nagazaki’de buharlaşan, toplama kamplarında yok edilen insanlarının hikayeleri Tolstoy’un, Remarque’ın, Böll’ün romanlarında, Stone’un ve Resnais’in filmlerinde, Pink Floyd’un müziğinde, öylesine çarpıcı yansıtıldı ki, savaşları kazananlar tarihi yönlendirdi belki, ama bizi yönlendiren onlar oldu.

Nükleer teknoloji “barış için enerji” programını kuralı elli yıldan fazla oluyor. Silah endüstrisi insanlar arasındaki anlaşmazlıkları “çözdüğü”, uzak topraklara işgal yoluyla “demokrasi” götürüldüğü gibi, nükleer teknoloji de hayatımızı kolaylaştıran enerjiyi üretmeye devam ediyor.

Çernobil’de, 26 Nisan 1986’da 4 numaralı reaktör infilak edene kadar her yıl değişik nükleer santrallerde irili ufaklı onlarca kaza olmuştu. Çernobil’den sonra da olmaya devam etti. Ama Çernobil öylesine dehşet verici bir olaydı ki, tarihi değiştirme onuru çıplak ayakla radyoaktif granitlerin üzerinde yürüyen itfayecilerin, santral çatısını gömmeye çalışırken radyasyona bulanan askerlerin, çevredeki köylerde, Pripyat’ta ve diğer Ukrayna ve Beyaz Rusya kentlerinde yaşayan, Çernobil’in yanarken çıkardığı mavi ışığı balkonlarından izleyen halkın, bisikletlerini santral yangınını daha iyi görmek için Çernobil’e süren çocukların oldu. Nükleer teknoloji bir daha asla belini doğrultamayacaktı. Nükleerciler o yüzden eskisinden daha fazla küçülmek, eskisinden daha fazla yalan söylemek zorundaydılar.

Svetlana Aleksiyeviç’in olağanüstü sözlü tarih çalışması “Çernobil’den Sesler”, sonuna kadar okumaya yüreğiniz dayanabilirse eğer, size son elli yılın bu en büyük yalanının nasıl söylendiğini anlatıyor.

Yaklaşık onbeş senedir Türkiye’de verilen nükleer karşıtı mücadelenin içindeyim. Nükleer enerjiyle ilgili teknik konuşmalar yapmak zorunda kaldığımda, Çernobil’de ölen, göç ettirilen, kanser olan, sakat çocuklar doğuran insanların üzerinde tepinerek nükleer yanlısı politika yapanlarla mücadele etmenin aslında ne kadar sıkıntı verici olduğunu ve insanı başkasının yalanıyla karşılaştığında hissettiği tipte bir utanç duygusuyla doldurduğunu söylerdim. Teknik laflar etmek, tıbbi istatistiklerden bahsetmek yerine, o insanların acısını hissetmenin nükleer karşıtı olmak için yetmesi gerektiğini düşünürdüm. Tıpkı savaşa ekonomik ve politik gerekçelerle karşı olmakla, savaşlarda ölen ve yaşamları kararan milyonların acısını hissederek savaş karşıtı olmak arasındaki farkta olduğu gibi. Şimdi, “Çernobil’den Sesler”i okuduktan sonra, aslında benim de o insanların acısını hiç de iyi anlamamış olduğumu görüyorum. Anlamamın mümkün olmadığını da.

Aleksiyeviç’in kitabı, fazlasıyla acı dolu. Çernobil’in bu acıların toplamından da fazla bir şey olduğunu öğretecek kadar da gerçekçi ama. Her türlü felaket doğal bir süreç gibi verilebilir: Tarihin kaçınılmaz bir anı olarak, insanın ölümlü olduğunun kanıtı olarak, talihsiz bir kaza olarak. Çernobil de nükleerciler tarafından üzüntü verici, ama sonuçta basit, doğru ellerde olmaması gereken insani hatalara dayalı bir kaza olarak verilir. Trafik kazaları, depremler, düşen uçaklar daha büyük bir risk olarak gösterilir, Çernobil ise sıradışı bir talihsizlik.

Böylesine büyük yalanlar söylemek gerçekten bu kadar kolay mı?

III.

“Küçük kızım diğerleri gibi değil, biraz farklı bir çocuk. Büyüdüğünde bana, “Neden ben diğerleri gibi değilim?” diye soracak. Doğduğunda bebek şeklinde değildi, her yerinden dikilmiş küçük bir torbayı andırıyordu. Vücudunda hiçbir delik yoktu, sadece bir çift göz. Dosyasında: ‘Kız çocuk, multipl patolojiyle doğmuş; anüs aplazisi, vajen aplazisi, sol böbrek aplazisi’ yazıyor. Bunlar kulağa tıbbi gelmesin, anlamı şu: Kaka, çiş yapaak delik yok, bir böbrek de yok. Yaşamının ikinci gününde onu ameliyat edilirken seyrettim. Gözlerini açıp gülümsedi, ağlayacağını sanmıştım; ama tanrım, o gülümsedi!” 

Larisa Z., anne

Çernobil’den Sesler, nükleere dair olan herşeyin nasıl Çernobil’in içine sinmiş olduğunu çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Elle tutulamayan, kokusu ve rengi olmayan radyasyon, sinsi bir veba salgını gibi kısa zamanda her yeri kaplayan kanser, sakat doğumlar ve ölüm. Terk edilmiş köyler, kasabalar, hatta şehirler. Kimsenin olmadığı radyasyona bulanmış köylerde, itlaftan zor kurtardığı kedisiyle, çevresinde başka tek bir insan olmadan yaşamayı sürdürmek için direnen yaşlı insanlar. Sonlarının ne olacağını bilmeden yanan reaktörü söndürmeye ve temizlemeye götürülen onbinlerce itfaiyeci ve asker. Radyasyon yanıkları yüzünden ve kemik iliği ortadan kalktığı için yavaş yavaş ölen kocasının başında bekleyen, bu yüzden karnındaki çocuğu da ölü doğan genç kadınlar. Kazanın gerçek boyutunu sonuna kadar gizleyen, halkın radyasyonun ne olduğunu bilmemesinden güç alıp iktidarlarını korumaya çalışan parti yöneticileri. Bu zor günlerde mi ülkemizi yalnız bırakacağız diye gönüllü olarak 1 Mayıs törenlerine katılan ve üzerlerine radyasyon yağan insanlar. Çernobil yakınlarında veya radyasyona bulanmış anne babalardan doğdukları için sakat, hastalıklı ve kuvvetsiz olan Çernobil çocukları.

Devlet yetkilileri gayet kötü bir yönetim gösterip kazayı gizlemeye çalışmış da olsalar; kazadan sonra radyasyona bulanmış hayvanların bile ucuz fiyata satılıp bütün ülkeye dağıtılmasından sorumlu olacak kadar dirayetsiz ve alçak da olsalar; santraldeki teknik elemanlar büyük bir hata yapıp çekirdek erimesine yol açmış da olsalar, Çernobil’in asıl sorumlusu onlar değil. Bu tek kazanın sorumlusu kim gibi görünürse görünsün, Çernobil’in gerçek sorumlusu, atomun çekirdeğinde uyuyan devasa büyüklükteki yıkıcı enerjiyi açığa çıkaran, bunu da zaten atom bombası üretebilmek için başarmış olan nükleer endüstri. Bu kazayla birlikte yalan makinesini çalıştıran da, yalanları radyasyondan da hızlı bir şekilde önce Sovyetler Birliği’ne, sonra bütün dünyaya yayan da yine nükleer endüstri.

Nükleer endüstri bir yere geliyorsa önce yalanla, çarpıtmayla, rüşvetle, göz boyamayla geliyor. Türkiye, neyse ki patlamaya hazır bir nükleer santrale sahip değil, ama Türkiye’ye de musallat olan nükleer endüstri Çernobil’den bu yana yalan üretmeyi burada da bir an bile bırakmadı. Bürokratından, politikacısına ve mühendisine kadar, tüm nükleerciler bu yalan sektörünün bir parçası. Enerji ihtiyaç tahminlerinden karmaşık teknik analizlere, sağlık istatistiklerinden atık yönetimi planlarına kadar bir yığın çarpıtılmış rakam ve veriden oluşan yalan bombardımanına karşı gerçeğin sesi gerçek insanların hikayelerinde duyuluyor.

Çernobil’den Sesler, nükleer endüstrinin yalanlarını, gerçek insanların gerçek acılarıyla altüst ediyor.”

 

(Yeşil Gazete)

You may also like

Comments

Comments are closed.