ManşetRöportaj

Hilal Elver: “Türkiye kendi tarımını ve çiftçisini korumalı. Biz hâlâ kurtulabiliriz.”

0
Hilal Elver

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Hilal Elver ile, iklim değişikliği, açlık ve gıda sorunu üzerine konuştuk.

Hilal Elver

Hilal Elver

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından 16-17 Nisan’da İstanbul’da düzenlenen “Özel Koşulların Ötesinde: Türkiye ve Küresel İklim Değişikliği Politikaları” konferansında ve İPM’de Richard Falk ile birlikte katıldığı “Arap Baharı ve İklim Değişikliği” başlıklı toplantıda da birer konuşma yapan Hilal Elver’le konuşmasının ardından bir röportaj gerçekleştirdik.

ABD’de Santa Barbara’da bulunan Kalforniya Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Hilal Elver, Türkiye’nin iklim politikalarını da yakında izliyor.

Konuşmanızda iklim değişikliğinden önce açlık ve gıda sorununun genel çerçevesinden bahsettiniz. Başlarken biraz bu konuyu anlatabilir misiniz? Açlık bizden uzak birtakım insanların sorunu gibi görünüyor. Sanki sadece çok yoksul, çok küçük bir kesimin sorunu gibi, ama sorun aslında çok büyük. Açlık ve gıda sorununun boyutları nedir?

Dediğiniz gibi sorun sadece Afrika ya da Güney Asya’yla ilgili gibi gözüküyorsa da bu çok yanlış. Çünkü bir kronik açlık gerçeği var ve şu anda 805 milyon kişi bu durumda yaşıyor.

Kronik açlık ne demek?

Yeterli beslenemeyen, bir gün içinde üç öğün yemeğini yiyemeyen kişiler kronik açlık içindedir. Açlık ne kadar kalori almanız gerektiğine dair FAO’nun ölçütlerine göre ölçülür. Aslında bu ölçütler de yanlış, çünkü bu kalori değeri bütün gün hiç iş yapmayıp oturan insanın kalori ihtiyacına, yani alınması gereken minimum yaşamsal kaloriye göre hesaplanıyor. Ama dünyada hiç iş yapmasan oturan insan az.  Yetersiz beslenmeye bakarsak, bu rakam iki, hatta üç milyara kadar çıkar. Yetersiz beslenme derken, yeteri kadar vitamin-mineral alamayanları ve gereğinden fazla karbonhidrat alıp obez olanları da bunun içine koyduğunuz takdirde sayı üç milyarı aşıyor. O nedenle çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Sadece 805 milyondan değil, 3 milyar insandan bahsediyoruz.

Bir de her gün yemek yiyemeyenler diye bir kategoriden bahsettiniz.

Her gün yemek yiyemeyenler var, iki günde bir yemek yiyenler var, bir de günde bir kez yemek yiyenler var. Günde üç öğün yemek yiyen kişi sayısı bu üç milyarın içinde çok azdır. İki milyar kişi günde bir ya da iki öğün yemek yiyebiliyor.

Bu yemeğin ne olduğu da önemli değil mi? Genellikle sadece karbonhidrat çünkü…

Tabii. Mısır, pirinç, buğday. Soyayı bunların içine katmıyorum, çünkü o daha çok hayvan yemi olarak kullanılıyor. Bunların hepsi karbonhidrat bağımlılığı yaratan ürünler. Bunları yemekle yeterli beslenmiş olmuyorsunuz. Konuşmam sırasında Filipinler örneğini verdim. Çünkü Filipinler’de yenilecek tek bir şey var, o da pirinç. Pirincin içine hiçbir şey konulmuyor. Bu yüzden çocuklarda demir eksikliği oluyor. Stunted (kavruk) dedikleri durum. Çocuklar kısa boylu kalıyor, vücut gelişmesini tamamlayamıyor, beyin gelişmesi tam olmuyor. Ama bunlar kronik aç kategorisine girmiyor. O da çok enteresan.

Çünkü her gün yemek yiyorlar… Ama yedikleri şey sadece pirinç…

Evet. Günde bir kez pirinç yiyorlar. Monsanto’yla Bill Gates Vakfı bir proje yaptı. “Biz bu pirincin içine belli bir vitamin koyuyoruz” diyorlar. Yani genetiğini değiştiriyorlar. Adına da “altın pirinç” diyorlar. Böylece pirinç yiyerek belli bir vitamini alıyorsunuz. Ama bu son derece yanlış bir şey, çünkü alternatifleri yaratmayı engelliyor. Filipinler gibi bir yerde sebze meyve mi yok? Var tabii, ama bunun yerine açlıkla mücadele etmek için yine monokültürle, yani tek bir ürünle büyük bir kitleyi doyurma trendi dünyada hakim kılınıyor. Biz onu kırmaya çalışıyoruz. Böyle olmaması gerektiğini, bütün insanların dengeli ve çeşitli beslenmeye ihtiyacı olduğunu söylüyoruz. Bir de sebze ve meyveye, özellikle de sebzeye geçerlerse iklim açısından da daha uygun oluyor, çünkü Filipinler’de ve Güney Asya’da yaşanan şiddetli tayfunlar bütün pirinç tarlalarını yok ediyor, ama sebzeler kalıyor. Çok güçlü bir tayfun olursa tabii sebze de gidiyor. Ama o zaman da toprak altı sebzelerini yetiştirmeleri gerekir. Mesela Afrika’da cassava (manyok) dedikleri toprak altı sebzeleri vitamin açısından son derece yararlı. Kök bitkilerine geçilebilir. Ama bir sürü alternatif varken bunlar yerine monokültüre, biyoteknolojiye gitme yönünde bir trend var.

Bu şirketler daha çok sanki yetiştirilen ürün yetmiyormuş gibi bir propaganda yapıyorlar, değil mi? Ürün az ve bu yüzden insanlar aç diyorlar. Bu doğru mu?

Bütün uluslararası raporlara bakarsanız şöyle başladıklarını görürsünüz: “2050 yılında dünya nüfusu 9 milyara yükselecek. Bu 9 milyar insana yemek yetiştirmemiz lazım. Bunun için de çok ciddi çalışmalar yapmamız lazım. Biyoteknoloji çok önemli.” Çok basit bir şekilde ürün artırıcı alternatifleri ön plana geçirmeye çalışıyorlar. Aslında şu anda dünyada, yine FAO’nun raporlarına göre, kalori ölçeklerine bakarsak 12 milyar kişiye yetecek kadar gıda var, ama gıdaya erişim çok kötü. Gıdaya erişmenin fiziksel yönünün yanında bir de ekonomik yönü var. Yani belli bir gelire sahip olmanız gerekiyor. O gelire sahip olamayan insanlar gerekli besin ve gıda olmasına rağmen buna ulaşamadıkları için aç kalıyorlar.

Bir de geniş alanlardaki tahıl üretiminin, et amaçlı yetiştirilen hayvanların beslenmesi için kullanılması gibi bir problem var.

Eğer mısır üretimine bakarsanız mısır üretiminin yüzde kırkı da biyoyakıt olarak kullanılıyor.

Bütün dünyada mı Amerika’da mı?

Amerika’da. Diğer yüzde kırk-kırk beş kadarı da hayvan yemi olarak kullanılıyor. Bu yüzden mısırda son beş yılda yüzde iki yüz kadar bir fiyat artışı var. Bir de soya var. Soya da büyük ölçüde hayvan yemi olarak kullanılıyor. Büyük şirketlerin tahıl aktivitelerine bu açıdan bakarsak, bunlar zaten bize gıda üretmiyorlar. Daha çok hayvan yemi ya da alternatif yakıt olarak üretiyorlar. Onun dışında Amerikalıların specialty food (özellikli gıda) dedikleri bir şey var. O da çok ilginç. Onları teşvik etmiyorlar. Çiftçiler kendilerine göre, mesela bir hektar ayırıp, domates vesaire yetiştiriyorlar. Ama ondan ceza alıyorlar, çünkü onlara verilecek olan para sadece mısır ve soya yetiştirilmesiyle ilgili.

Specialty food dedikleri de o kadar özel bir şey değil yani.

Tabii. Sebze, meyve specialty food. Düşünebiliyor musunuz, ona bile specialty food diyorlar! USDA’nın raporlarını açın bakın, inanılmaz!

Yoksullukla ilgili ölçütler günde 1-2 dolardan az kazanmak değil mi?

Evet. Sınırı 1,25’e çıkardılar galiba.

Bu da sorunlu değil mi? Kırsal kesimde yaşayan bir insan kendi karnını doyuracak bir şekilde tarım yapma imkanına sahip olsa açlıkla bu tür parasal bir yoksulluğun bağlantısının olmaması gerekmez mi?

Tabii. Zaten yapıyorlar da. Hindistan’da, Bangladeş’de ya da Afrika’da herkesin köşesinde ufak bir bahçesi var. Zaten specialty food dedikleri şey, yani aslında her gün yediğimiz gıdaların yüzde sekseni küçük çiftçilerden geliyor.

Peki Birleşmiş Milletler bu tür geçimlik gıda üretimini özendiriyor mu?

Hayır.

Neden?

Birleşmiş Milletler büyük bir yapı. Onun altında bir sürü kurum var. Mesela UNDP (BM Kalkınma Programı) ya da benim bağlı bulunduğum İnsan Hakları Yüksek Komiserliği bunları destekleyici politikalar üretiyorlar, ama Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası’na, Dünya Ticaret Örgütü’ne, uluslararası finans kuruluşlarına, yani daha çok global ekonomiye dönük bir yapı. Dolayısıyla fazla yanaşmıyor. FAO’ya gelince… FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) da ikiye bölünmüş. Onun da bipolar bir politikası var. Bir yandan büyük ölçekli şeyleri destekliyor. Ona da climate smart agriculture (iklim akıllı tarım) diyorlar. İklim değişikliği nedeniyle sorunlar yaşanacak ya, bu sorunları halletmek için yine büyük şirketler gelip “Biz hallederiz, siz merak etmeyin!” diyorlar. Buna da “akıllı tarım” deniyor. FAO bu akıllı tarımı destekliyor. Aynı zamanda oradaki çok iyi donanımlı bir sürü teknik eleman da agroekolojiyi (ekolojik tarım) destekliyor. Onun için FAO’da iki toplantı oluyor. Bir tanesi agroekolojiyle, öbürü de iklim değişikliğine karşı akıllı tarım politikalarla ilgili.

Burada kim daha güçlü?

Güç eşitliği söz konusu değil. Büyük şirketler, ticaret ve iklim değişikliğiyle ilgili politika yapan şirketler çok güçlü. Agroekolojiyi raporlara koyunca “Aaa, bu çok radikal oldu” falan diyorlar. Ne demek radikal? Agroekolojiyi ilk defa benden önceki özel raportör Olivier de Schutter raporlara koydu. Belçikalı bir insan hakları profesörüdür. Onu çok radikal buldular. Aynı şeye ben de devam ediyorum. “Siz niye bu radikal yönden gidiyorsunuz?”diye soruyorlar.

Bu tablonun üzerine bir de iklim değişikliği eklendiği zaman durum ne oluyor?

O da çok işlerine geliyor. O zaman “Tamam işte, biz size diyoruz. Bunun bir teknik çözümü var. Bu yüzden küçük çiftçileri, küçük işletmeleri korumayı bir kenara bırakın. Bu çok romantik bir şey. Gelin biz size endüstriyel tarımın ne yapabileceğini gösterelim”diyorlar. Onlar belli bir hektardan ne kadar ürün alabildiklerini hesaplıyorlar. Yoksa bunun beslenme değerini, ulaşılabilirliğini, ucuzluğunu, pahalılığını falan hesaplamıyorlar. O hesaplamada da büyük çarpıtmalar var. Dünya tarım politikası çok ciddi bir dönüm noktasından geçiyor.

Bu monokültür tarım aynı zamanda iklim değişikliğini de şiddetlendirmiyor mu?

Tabii ki. Monokültür tarım için çok fazla kimyasal gübre kullanmanız gerekiyor, çünkü bu hakikaten verimi arttırıyor. Daha 1980’lerde “green revolution” (yeşil devrim) dedikleri bir dönem vardı ya, onun gibi çok fazla kimyasal kullandıkları için su kirliliği ve toprak tuzunun kaybı çok çabuk oluyor. Belli bir noktadan sonra da belli toprakları bırakmak zorunda kalıyorlar, çünkü çok fazla kaynak kullanımına dayalı bir model. Halbuki organik tarım hiç böyle değil. Bir de “carbon sequestation” (karbon tutma) var. Organik tarımın karbonu toprakta tutmak için kendine göre çok doğal bir tarzı var. Halbuki endüstriyel tarım fosil yakıtlara bağlı. Onlar “karbon tutmayı biz de başka bir şekilde yapacağız”  diyorlar. Onun üzerine devamlı çalışıyorlar. Monsanto’nun “nasıl susuzluğa dayanıklı tohum yapabiliriz?” diye çalışmaları var. Fakat o kadar zor bir şey ki. İstanbul’da yaptığınız tohum Edirne’de aynı sonucu vermiyor. O yüzden böyle bir altın formül yok. Her toprağın, her iklimin, hatta mikro iklimin ayrı şartları olduğu için monokültürde bunları yapamıyorlar.

Buradan da anlaşılan tüm bu sorun dünyadaki gıda sisteminin belli şirketlerin tekeli altında olması.

On şirket. Mesela ilk dördü, Monsanto, Syngenta, Dupont ve Grup Limagrain tohumun %60’dan fazlasını ellerinde tutuyor. Amerika’daki çiftçiler çok zor durumdalar. Çünkü Amerika’daki çiftçiler kullandıkları tohumu eğer Monsanto’dan almayıp kendileri geliştirirlerse Monsanto’nun avukatları gelip dava açıyor. Çiftçiler dünya kadar tazminat ödüyor. Hindistan’da da durum felaket derecede. Biliyorsunuz Hindistan’da çiftçiler bu yüzden intihar ediyor. Para yetiştiremiyorlar çünkü. Filipinler’de “Monsanto’yla nasıl idare ediyorsunuz?” diye sordum. Köylüler ağlıyorlar, çünkü çok pahalı. “Biz onlara parasız veriyoruz.” dediler. Devlet çiftçilere parasız tohum veriyor.

Çözüm olarak siz ne öneriyorsunuz?

Ülkelerin kendi milli yasalarına göre kendilerini korumaları lazım. Belli bir global çerçeve var, ama bunun bağımsız ülkelere hiçbir şekilde etkisi yok. Yani Türkiye’de Tarım Bakanlığı ya da Türkiye Cumhuriyeti eğer kendi tohumunu, çiftçisini korumazsa bu sistem buraya da gelecektir. Onun için ülkelerin çok ciddi bir şekilde kendi tarım faaliyetlerini korumaları lazım ki, kendine yeterli bir ülke haline gelebilelim.

Ama Dünya Ticaret Örgütü’nün kuralları korumayı yasaklıyor.

Dışarı satmak isterseniz korumayı yasaklıyor, ama burada istediğiniz gibi yapabilirsiniz. Şimdi Hindistan Dünya Ticaret Örgütü’yle mücadele ediyor. “Ben tarımda tedarik sistemi yapıyorum” diyor. Çiftçilere tedarikte bulunuyor, ya da onlara belli bir para veriyor, sübvansiyona benzer bir şekilde. Dünya Ticaret Örgütü ona da karşı çıkmıştı. Hindistan bayağı mücadele etti, şimdi onlara üç yıllık bir geçiş süresi verdiler. Türkiye’nin çiftçilerin tohumlarını ellerinden alacak herhangi bir yasaya, herhangi bir uluslararası anlaşmaya girmemesi, koruması lazım. Bir de küçük çiftçileri koruması gerekir. Mesela faizsiz kredi verecek. Tarım Bakanlığı’nın özellikle kooperatiflerin kurulmasına öncülük etmesi lazım, çünkü kooperatifler tek başına çalışan çiftçilerden daha başarılı. Bizde eskiden vardı, 1970’lerden hatırlıyorum. Daha sonra IMF’nin yapısal uyum programları nedeniyle bütün bunları kaybettik. Şimdi geriye dönüş yaparak yeniden kurmamız lazım. Bizim gibi ülkelerin şu anda çok ciddi hareket etmesi gerekiyor, çünkü Avrupa ve Amerika bu girdabın içine girmiş durumda ve onların küçük çiftçileri şu anda ayaklanıyor. İşlerini kaybediyorlar, topraklarını bırakıyorlar, şehre geliyorlar. 1930’larda, 1940’larda nüfusun yüzde otuz kırkı çiftçiyken bugün yüzde ikisi… Bizde sanıyorum yüzde yirmi civarında. Biz hala kurtulabiliriz.

Yani siz ekolojik tarım, küçük topluluklar, kooperatifler gibi şeyleri ütopik ya da romantik bulmuyorsunuz.

Kesinlikle. Zaten gıdanın yüzde yetmişini bunlar yetiştiriyor. Biz neyse ki Amerika’dan ya da Fransa’dan domates almıyoruz. O hale mi geleceğiz?

 

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Bant çözüm: Ayşe Akdeniz

(Yeşil Gazete)

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.