Hafta SonuKültür-Sanat

Ego, sevgi, gerçeklik: Birdman

0

Paramparça Aşklar ve Köpekler, 21 Gram, Babil, Biutiful filmlerinin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu son filmi Birdman ile bu sefer gerçekliğin ve gerçek sevginin ne olduğunu bulma peşinde.

Inarritu; Michael Keaton, Edward Norton, Zach Galifianakis, Emma Stone, Noami Watts’ın dahil olduğu güçlü oyuncu kadrosu ile sarsıcı bir filme imza atarken film, aynı zamanda başta En iyi Film, En İyi Yönetmen olmak üzere 9 dalda Oscar’a aday gösteriliyor.

birdman2

Birdman, senaryosu itibariyle birden fazla mesajı olan ancak tüm mesajları bir kenara bıraksak bile sadece sahne geçişlerindeki güzellik, görüntü kalitesi, filmin neredeyse tamamına eşlik eden Caz bateristi Antonio Sanchez’in melodileri  ile  farkını ortaya koyan bir film. Yani Inarritu yapmış yapacağını yine! desek yerinde olur.

Filme adını veren Birdman, Riggan Thomas (Michael Keaton)’ın 20 yıl önce canlandırdığı çizgi roman uyarlaması seri filmin baş karakteri. Yıldızı sönmüş bu süper kahraman unutulmuşluğunu silmek, yeniden ünlü ve takdir edilen bir oyuncu olabilmek için varını yoğunu hatta hayatını ortaya koyuyor. Geri dönüşünün muhteşem olmasını istediği ve içten içe kendisini çok yetenekli gördüğü için 60 yıl önce yazılmış bir öykünün hem tiyatro uyarlamasını yapıyor hem yönetiyor hem de oynayarak dünyadan takdir ve ilgi bekliyor ve nihayetinde başarılı oluyor. Acaba oluyor mu gerçekten?

Filmin fragmanı;


Filmi henüz izlemeyen ve izlemeyi düşünenler ile yollarımız burada ayrılıyor.

Şimdi geriye kalanlar olarak filmin derinlerine inip hem bu soruya cevap vermeye hem de Inarritu’nun günümüz dünyası ile alıp veremediğinin ne olduğunu anlamaya çalışalım.

Film, Raymond Carve’ın şiirsel bir öyküsünün son bölümü (Late Fragment) ile başlıyor;

Peki, bu hayattan istediğini aldın mı bari?

Aldım.

Peki ne istemiştin?

Bu dünyada sevildiğimi bilmeyi ve bunu hissetmeyi.

Raymond Carve ‘kirli gerçekçilik’ tarzında öyküler yazan Amerikalı şair ve yazar. Riggan Thomas’ın yani eski Birdman’in uyarladığı “Aşk üzerine konuştuğumuzda ne konuşuruz?” adlı öykü Raymond Carve’e ait (meraklısına not: Can yayınlarından aynı isimli kitaba ulaşılabilir).  Öykünün neredeyse tamamına sadık kalıyor senarist yani gerçekten de bir tiyatro uyarlaması yapılıyor filmde.

Oyun, bir yemek masasında toplanmış iki çiftin aşk üzerine konuşmaları üzerine. Filmdeki gerçek hayatta da çift olan bu oyuncuları sadece tiyatro binasının labirent gibi koridorlarında ya da çok yakınlarında görüyoruz sanki bu binaya hapsedilmiş gibiler. Riggan da dahil olmak üzere karakterlerin hepsi sevgiyi arıyor ve birine/bir yere ait olmayı istiyor. Ufacık bir iltifat, ufacık bir sevgi sözcüğüne inanıyor ve peşinden gidiyorlar. Ancak sevilmenin ön koşulunun kendini sevmek olduğunu oynadıkları oyun dahi gösteremiyor onlara.

Yalnız kaldığı anlarda sesini daha yüksek perdeden duyduğu egosu ile uzun süredir mücadele veren Riggan asıl başarıyı ve sevgiyi  hayran kitlesini artırmada ve gündemde olmada ararken gözünün önündeki onun sevgisizliğinden müzdarip olan insanları göremiyor.  Tiyatro binasına ara sıra uğrayan ve dinginliği ile diğer karakterlerden belirgin bir şekilde ayrılan Riggan’ın eski karısı (Amy Ryan) ile olan diyalogları sayesinde evliliklerinin nasıl sürdüğüne ve bittiğine dair ipuçları buluyoruz. Tiyatroda asistanı olarak Riggan’a yardım eden kızı Sam (Emma Stone)’de zamanının çoğunu tiyatroda geçirmesine rağmen babasının ilgisine mazhar olamıyor. Yeni eşi (Andrea Riseborough) de bu sevgisizlikten nasibini alıyor ve hamile olduğunu söylediğinde bile beklediği heyecanı göremiyor.

Filmin 15’inci dakikasında filme dahil olan Edward Norton ise güçlü oyunculuğu ve hiç değişmeyen karizması ile filmden ayrı tek başına değerlendirilmeli. Filmde 25. saat ve Fight Clup filmlerinden çıkıp gelmişcesine benzer bir karakteri canlandırıyor. Birazdan aynada gördüğü “fuck you” yazısına sayıp söveceği uzun repliği dinleyeceğini sanıyor insan izlerken.  Sanal-gerçek ayrımı mesajlarını en çok onun repliklerinde duyuyoruz; “Hayata telefon ekranlarınızdan bakmayı bırakıp gerçek bir şeyler yaşayın” bunlardan biri mesela.

İnternet ve akıllı cihazlar yaygınlaştıkça gerçek hayatlarımızdan ne kadar uzaklaştığımızı yüzümüze vuran film hayranlık ile sevgiyi birbirine karıştırdığımızı, tüm bu beğenilme, takdir edilme, sevilme arzularının altında kendimizle barışık olmamamızın, kendimizi sürekli eleştirmemizin, mutluluğu hep uzaklarda aramamızın yattığının altını çiziyor. Oyun ekseninde yaşananlar sırasında ise tiyatro-sinema, sanatçı-eleştirmen  ayrımlarında değerlendirmeler yapıyor Inarritu; sinemaya ya da genel olarak “ekranda olana” artan ilginin tiyatroya ya da şu an olmakta olana duyulan ilginin azalması, sanatçının tüm sorumluluğu alarak ortaya koyduğu eserdeki cesareti ile bu eseri sadece yaftalayarak değerlendiren, arka plana değinmeyen eleştirmenin rahatlığı.

Yazıyı daha fazla uzatmamak adına atladığım birçok sahne ve replik var ancak şimdilik burada bırakalım ve filmin 27 Şubat’ta vizyona gireceğini hatırlatalım. Inarritu ile aynı çağda yaşamanın tadını bir kez de bu filmi sinema salonunda izleyerek çıkaralım.

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.