Hafta SonuManşetRöportaj

Atilla Atasoy ile müzik tadında bir sohbet: “Kendi başınalık benim için özgürlük demek”

0

Yaşamak çabalı bir iştir. Size getirdikleri ile baş edebilme yeteneği gerektirir. İnsana çokça iç hesaplaşma yaptırır. Hayatla baş etmeye çalışanlara destek olmak için yaşam koçluğu gibi meslekler türediyse de, yaşam hikâyeleri, samimiyetle paylaşıldığında daha ilham verici olabilir. Atilla Atasoy bu anlamda sohbeti çok hoş bir sanatçı. Onun “özgür ve çocuksu” ruhu ile yaşadığı hayatı, “kendin olma” macerasını, şöhreti, gezginliği ve müzik hayatını konuştuk. (Röportör: Aysen Ataseven)

* * *

 

Gelmeden önce eski röportajlarınızı okudum. Şöyle tanımlamışsınız kendinizi: “Müziğin ve hayatın renklerinde dolaşmayı seven bir gezgin.”

Evet, hayatın bütün renklerinin peşine düşmüş bir gezgin olarak niteliyorum kendimi.

5...

Bir yandan eczacılık okumuşsunuz, eczane işletmişsiniz hayatınızın bir döneminde. Bir taraftan müzik devam etmiş hep. O arada gezginlik. Televizyonda izlediğimde de, şimdi de baktığımda, sakin, iç hesaplaşmalarını büyük oranda yapmış, makul bir insan görüyorum karşımda. Acaba, Atilla Atasoy’u ne toprakladı?

Yaşamışlıklarla ilgili. Bir de hayata bakışın ve buna dair yeteneğin de çok büyük rolü var. Benim kendime bulduğum formüller oluştu zaman içinde. Beni hayata bağlayan en önemli köprülerdi onlar. Müzikten başka. Bu gezginlik, araştırmacılık, yazmak, çizmek… İşte bunca yılın deneyimleri düşmeleri, kalkmaları bana yardımcı olan şeylerdi. Ama içimde de demek ki böle bir ışık varmış ki, bunu hayata geçirebildim. Hayat bize o kadar çok şey dayatıyor ki, önce annenizden babanızdan başlayarak, her şeyinize karışan bir çevre var, size baskı kuran bir düzen var, bunlarla baş etmek için baya bir emek ve zaman harcıyorsunuz. Sonra “Eeh!” diyorsunuz. Kendinizi tamamıyla hayata geçirmeye çalışıyorsunuz. Bu da tabii,  sanatın bana sağladığı özgür ortam sayesinde oldu diyebilirim.

Ben şöyle bir yorum yapmıştım: Eczacılığı da hali hazırda sürdürüyor olmanız sizin gerçek hayatla bağınızı koparmamanızı sağlamış gibi.

Tabi tabii ayağım hep yere basmıştır. Ama Allah’tan eczaneyi kapadım. Çok mutluyum. 2011 Eylül ayında kapadım. Ve o günden beri hayatımın en dingin, en doygun, mutlu dönemini yaşıyorum. Ama tabii bu arada annemi yitirdim, daha önce babamı yitirdim. Tabii o kayıpların üstesinden özgürlüğümle ya da arada bir çıkardığım albümlerle dostlarla gidermeye çalışıyorum.

Sizin için hiç yaşlanmıyor diyorlar. Ben de öyle düşündüm televizyonda ilk gördüğümde.

Yahu bir şey yapmıyorum. Sadece ben çok sportif bir çocuktum. Bir de öyle kötü alışkanlıklarım yoktu. Sigara hiç içmem. Bir de atlama zıplama. Ufak tefeğim de yani. Biraz da genetik ile ilgili bir şey galiba. Saçım orijinaldir. Herkes boyuyor musun diyor. Hayır boyamıyorum.  Demek ki şanslı bir genetiğim var. Ama bunun yanı sıra ömrüm boyunca hareketli yaşadım. Atladım zıpladım, hopladım, işte, sürttüm, çocuk ruhluyum. Çocuk ruhumu hayata geçirdim. Genç düşündüm. Vizyonum hep açık oldu, ileriye doğru oldu. Hiç aynı yerde kalmadım bir birey olarak. Sanatçı olarak kaldım mı kalmadım mı onun eleştirisini dinleyiciler yapar. Ama ben orada da gezinen bir adamım. Herhalde gezenti olduğum için biraz da ruhum bedenime yansıyor. Ama bunca yılın sportif yaşamışlığının çok büyük etkisi var. Profesyonel bir sporcu olmadım ama ben sürekli spor yaptım. Koştum atladım zıpladım tırmandım. Hareketli yaşamın çok önemi var diye düşünüyorum.

 Baktım değiştiremiyorum kendimi “ulen sen böylesin!” dedim

Ruhen de genç hissediyor musunuz kendinizi?

Evet. Halen çocukluktan gençliğe doğru bir olgunlaşma sürecindeyim. J İnşallah yaş alırım ama yaşlanmam.

3

Benim şöyle bir gözlemim var: Türkiye’de sanatçılar yaşlanmıyorlar. Müzikleri yani. Yaşlanmaya direniyorlar. Sizin öyle olduğunuzu düşünmedim. Yani sizin fiziken genç göründüğünüzü düşünüyorum. Ama mesela Ajda Pekkan’ı düşünelim, Nilüfer’i düşünelim. Hala ilk gençliklerindeki müzikleri, tarzı, sözleri duyuyoruz. Bense sanatçının bir hayat macerası olmalı diye düşünüyorum.  Keşke biz her yaşının sanatını tadabilsek. Bu nedir? Popun ruhu gereği mi böyle bu?

Şimdi popüler işler biliyorsunuz günlük işler, çabuk tüketilen. O günün o yılın ortak düşünce ve zevklerini yansıtan işler. Tabii bu arada kapitalizmin yansımalarıyla parasal işler. O şöhrete alışan insanların bu işten vazgeçebilmesi çok zordur. Ben Allah’tan yıllar önce şöhreti bıraktım. Bilinçli olarak. Çünkü baş edemedim ben. Şöhretten, orada burada tanınmaktan hoşlanmadım. Çünkü ben özgür bir ruha sahiptim. Doğal olmak arzusundaydım ve her yer de her zaman olabilmeliydim. Pazarda da olabilirdim, herhangi bir dolmuşta da otobüste de olabilmeliydim. Zaten şöhreti paraya çeviremeyen beceriksizlerden de biriyim ayrıca. Bir türlü uyum sağlayamadım. Benim abukluğum herhalde bu. Ama kendimi de kabul ettim artık. Değiştiremiyorum baktım, dedim, ulen sen böylesin artık, uğraşma. Ama müzik tabii ki en büyük aşklarımdan biri olarak hayatımda devam ediyor. Olduğu kadar. Her şey olduğu kadar. Teklif var ısrar yok yaşadım ben. Halen de öyle yaşıyorum ama isterim tabii yine hoş bir albümle yine böyle çok sevilmek, hoşuma gider. Ya da hoş bir konserde yer almak. Zaman zaman sahne yapıyorum. Konsept gecelerde bu duygumu, ihtiyacımı gideriyorum. Zaman zaman da sapıklık bu ya albüm yapıyorum. En son tango albümünde olduğu gibi. Eski arkadaşlarım “en sapığımız sen çıktın hala albüm yapıyorsun” diyorlar, o eskilerde kalanlar. Ama tabii Ajda gibi Nilüfer, onlar farklı bir boyuttalar. Hele Ajda, ona söyleyecek bir sözüm yok açıkçası. Halen Türk kadınının özendiği bir model olarak hayata devam ediyor.  Ve o tabii aklıyla zekâsını yeteneğini buluşturan nadir kişilerden biri diye düşünüyorum. Her ne kadar popüler müzik yapsa da.

Siz sonuçta yaş alıyorsunuz. Yirmili, otuzlu kırklı yaşlarınızda belki farklı duygular yaşıyorsunuz. Onun müziğe yansımasını biz dinleyiciler, biraz duymak istiyoruz. O her zaman yeni trendi yakalama duygusu yerine…

Pazar yeri gibi ortalık zaten o anlamda. Onu da yeterince yapan ya da yapmaya çalışan gençler var. Tabii ki her kuşak kendi starlarını yaratacaktır. İlle de gündemde olayım diye debelenen eskiler var. Onlara çok kızıyorum açıkçası. Ama Ajda da Nilüfer de yeni albümlerle ya da yeni formüller geliştirerek halen ayakta kalmayı, gündemde kalmayı başaran önemli isimler. Ancak, ben sizin dediğiniz gibi bu yeni Atilla’yı yeni yaptığım şeylerde yansıtmalıyım. Eskiden bugüne şöhret derdim olmadan ya da çok para kazanma derdim olmadan, başka çıkar hesaplarım olmadan bir şeyleri denemeliyim dedim ve öyle yapıyorum. Onlar ne der ne yapar onu bilemem. Biraz da, zirvede olmak çok tehlikeli bir şeydir. Hep istersin J Ama benim gibi umurunda olmayanlar düşer de kalkar da. Bazen yatar da. Dolayısıyla ben daha önce Grup Düş Gezginleri ile -pop rock grubudur onlar- “soft rock” bir albüm çıkardım. Sonra 4 şarklılık başka bir konsept albümü çıkardım. En sonda da işte tango albümü çıkardım. Tabii ki sesimin olanaklarını oldukça çeşitli olarak kullanma arzusundayım. Çünkü tanrının bana verdiği hakikaten bir ses avantajı var. Birçok şeyi söyleyebiliyorum. Sahnede de olduğu gibi. Bendeki yetenekleri paylaşmak istiyorum. Başka da bir talebim yoktur. Bu kadar.

Ben de tam oraya gelmek istiyordum. Bir tango albümü yaptınız. Bu albümde de sizin için nasıl bir buluşma oldu? Konseptin peşinden mi gittiniz yoksa gelen bir teklifi mi değerlendirdiniz?

http://youtu.be/LpsHNvPGVzI

Tabii ki gelen teklifi değerlendirdim. Çünkü artık çok da yoruldum. Bir konseptin peşinden gitmek ya da bir yapımcının peşinden koşmak evrelerini geçirdiğimi sanıyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz. Kendine güvenen kahraman yapımcılara kapımız açık. Nitekim Necdet Koyutürk’ün oğulları, Özdener ve Erdener Koyutürk’ün projesi bu. Onların teklifiyle. Daha önce de tango denemelerim olmuştu başka albümlerde birer şarkılık. Ve hatta Paris’te konserimiz olmuştu tango grubuyla, yine Türkiye’de de Cin Sanat’ta konserler yapmıştım. Hoşuma da gitti ve bana da yakıştığını hissettiğim için ve herkesin ortak fikri de bu olduğu için, bunu albümleştirme teklifi gelince de hemen hiç düşünmeden giriverdim stüdyoya.

Cohen de gelsin Türk müziği söylesin

Katıldığınız TV programlarından bir tanesinde şöyle dediniz: Bu albümden maddi bir beklentim yok ama bu benim hizmetimdir. Onun için duyulmasını istiyorum.

Evet, bu bir renk. Bir konsept. Dünya müziği tango. Tangonun da açıklamalarını yapmaya çalıştım. Nerden oluşmuş ne olmuş falan diye. Burada da tekrarlayayım. 1880ler’de filan Avrupa’dan Arjantin’e giden Almanlar, İtalyanlar oradaki Afrikalılar, Kübalılar, İspanyollar ile kaynaşarak ‘mix’ bir kültür oluşturuyorlar ve herkes kendi müziğinden bir şey katarak, önce milongoları daha sonra tango müziklerini oluşturuyorlar. Bu sonra dünyaya yayılıyor. Dünyada seviliyor. Avrupa’ya geliyor, Fransa’ya geliyor, sonra Almanya’ya, sonra da bize geliyor.  Ve üç ayrı ana dönemde tangonun yükselişi var dünyada. En son, en parlak dönemi de 1935-1955 arasında. Türkiye’nin de ilk çok sesli eğlence müziği ve eğlencesi oluyor. Bunu ama Türk’e özgü tangolar oluşturan da çok önemli müzik insanları var. Necdet Koyutürk gibi. Fehmi Ege gibi,  Necip Celal gibi. Bunlar Türk’e özgü tangoları yurt dışında da tanıtıyorlar ve yurt dışında da çok önemli satışlar yakalıyorlar. Böyle bir macera bu da. Ben de hayatın renklerinde olduğu gibi, müziğin de renklerinde dolaşmayı seviyorum. Böylece yeni soluklar alıyorum. O aldığım yeni soluklar da beni dinç tutuyor ve iyi hissettiriyor.

7

Evet, bana bu da ilginç geldi. Maddi beklenti olmadan müzik yapmak.

Valla babamdan kalan bir şeyler olmasaydı ben herhalde pavyondaydım şimdi (kahkahalar)

Bizim memleketten bir Cohen (Leonard Cohen) çıkmadı diye arkadaşlarla hayıflanıyoruz bazen. Katılır mısınız?

Vallahi aslında çok yetenekli müzisyenlerimiz, aranjörlerimiz, müzik insanlarımız var. Fakat işte çıkış noktamızın Türkiye olması belki de engeldi. Yani eğer bizden birisi Amerika’dan çıkıp, İngiltere’den çıkıp dünyaya mal olmuş olsaydı, bunları söylemiyor olacaktık. Biraz pazarlama işi. Ama tabii ki farklı kültürlerle büyüyoruz. Ben Türk Sanat Müziği ile büyüdüm mesela. Ben yedi yaşında Sevim Tanürek şarkıları söyleyerek şarkıcılığımı geliştirdim. Ne alaka? Sonra kötü yola düşüp popçu oldum. Ama o arada tabii bir dolu Türk sanat müziği, halk müziği, solo koro çalışmalarım, beste çalışmalarım, bir dolu enstrüman denemişliğim ve tiyatro çalışmalarım var. Ondan sonra popüler anlamda yola koyulmaya, gençlik hevesi olarak da şöhret olmaya koyuldum, yol aldım. Şimdi eğer ben Leonard Cohen dinleyerek büyüseydim, yani ne olurdum bilmiyorum. Onun taklidi mi olurdum yoksa ona yeni bir boyut katarak Türkiye’de ne kadar alıcı bulurdum, onu bilemiyorum açıkçası. İlle de Cohen çıkması gerekmiyor. Bizden de çok önemli sesler ve yetenekler var çıkan. Cohen de gelsin Türk müziği söylesin hadi bakalım.. (kahkahalar)

Cohen’in orada doldurduğu yeri Türkiye’de Türkiyeli bir şekilde doldurmak anlamında söyledim.

Yo ben anlıyorum ne demek istediğinizi. Anlıyorum da öyle klasikleşen popüler müzik insani? Yani Özdemir Erdoğan’ımız vardır bilirsiniz. O klasikleşmiş bir sanatçıdır. Onun gibi kaç kişi sayabilirim, şu anda, çıkaramadım doğrusu.

Halkı aptal yerine koya koya hepimizi aptal ettiler

Playback ile ilgili de birkaç şey okudum hakkınızda, ekşi sözlükten. Mesela bir programında zaten playback diye mikrofonu bırakmanız..

Televizyonda değil mi? Yahu en gıcık kaptığım da o. Zaten playback yapılıyor. Elimize hemen mikrofon tutuşturuluyor. Eskiden biz TRT’de öyleydik.  Playback yaptığımız belli. Bu kadar sahtekârlığın da anlamı yok, diyorum, kötü oluyorum sonra. Herkesin eline bir mikrofon tutuşturuyorlar. Yahu playlback yapılıyor yani. Ben de mecburen kırmayalım, hani, uydum hazır olan imama yapıyorum ama, yine mırıldanmadan da yapamıyorum açıkçası. Öyle birkaç kere yaptım. Çok bozuldular, şarkı albüm de çıkarmışım, tanıtmak da zorundayım. Birkaç kısmetten olmayalım diye.. (kahkahalar)

Evet, anlıyorum.

O kadar abuk ki her şey şu ülkede…O kadar trajikomik şeyler var ki. Televizyonlar zaten Sodom ve Gomore’nin son günleri gibi hissettiriyor bana. Ya onu bari yapma. Playback yapıyoruz işte aslanlar gibi. Ne mikrofon tutuşturuyorsun. Halk bu kadar aptal yerine konur mu ya? Halkı aptal yerine koya koya hepimizi aptal ettiler zaten.

Singapur Havayolları eczanemin komşusuydu. Gel de gitme!

Şimdi seyahat ile ilgili de size biraz sorular sormak istiyorum. Gerçi önceki röportajlarınızda ve bloğunuzda bu konudan bol bol bahsetmişsiniz.

Bloğum var, evet. 21 ana yazı var, 12 tane de kısa yazım var orada. Rahatlıkla onları izleyebilirsiniz. Benim orijinal yazılarım onlar. Tabii Hürriyet’te de yayınlandı birçoğu. Fakat yayınlanan şekliyle değil, orijinal şekliyle. Çünkü editörler kesiyor biçiyor ya biliyorsunuz, o sayfaya sığdırmak için daha kısaltıyoruz yazıları. Fotoğrafları da bir benden bir oralardan tercihlerini kullanıyorlar. Ama bloğumda tamamıyla orijinal yazılarım, tarihleri ile birlikte ve orijinal çektiğim fotoğraflar var.

Gezgin kimliğinize dönersek, onunla ilgili: Zaten gezgin olanlara ve gezmek isteyenlere ilham versin diye birkaç soru sormak istiyorum. Sizce iyi bir gezgin olmanın altın kuralı nedir?

Her şeyi göze alarak yola çıkmaktır. Yani gözü pek olmalıdır tabii ki. Yolda olmayı sevmektir. Bir hedefe kitlenebilirsiniz ama o hedefe gitmeseniz bile yolda olmak sizi mutlu etmeli..

(Sessizlik)  Soruyu bir daha alayım (kahkahalar)

Klişe bir soru olduğunu kabul ediyorum. İyi bir gezgin olmanın altın kuralı…

Benim için gezginliğin ne demek olduğunu anlatsam daha kolay olacak. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde, farklı soluklar alarak zenginleşmek, ruhunu yüceltmek adına, dünyanın bütün kısır döngülü hesaplarından kurtulmak adına, her şeyi göze alarak yola çıkan, her türlü koşulu göze alarak yola çıkan, keşfetmek için yola çıkan insan demek gezgin. Gerekirse yerde parkta yatacaktır, gerekirse çadırda, gerekirse de beş yıldızlı otel, fark etmez. O gün koşullar neyi gerektiriyorsa. Şu anlamda benim için gezginliğin önemi var: Ben ilk 1987’de başladım.

2

Orada bir şey sorabilir miyim? İlk seyahatiniz bir kaçış mıydı?

İçimdeki enerjinin açığa çıkmasıydı. İmkân meselesi tabii bu da. Önce normal turistik şeylerle başlıyor, sonra öğrendikçe, yazdıkça gördükçe bilinçleniyorsunuz. Bilinçlendikçe de o farklı konseptlere yönelip, klişelerden uzaklaşmaya başlıyorsunuz. İçinizdeki bu enerji varsa tabii. Zaten önemli olan insanın içsel yolculuklarla kendi formülünü keşfetmesi. Ben nasıl daha iyi olurum, nasıl kendime ve etrafa faydalı olurum ya da daha iyi hissederim kendimi, sorularının cevabı yine içimizde. İş ki biz içsel yolculuklarla, bu formülü çekip çıkarıverelim dışarı. Ama bunun için de tabii uzun bir süreç var. Bitmiyor okumalar. Okuma, üniversite falan, çalışma, işte müzik, üretme, besteler, sözler, koşturmalar, düşmeler, kalkmalar, sonunda diyorsun. Bir de evlendim falan. O da ayrı bir macera. Sonra bütün bu dayatmalardan kurtulmak istiyorsunuz. Bunun da formülü dediğim gibi, içinizde oluyor.

1987’de çıktım dediniz ilk defa.

Evet, gezgin anlamında. Yoksa konserler için oraya buraya gidiyorduk. Amerika’ya bile konserlere gitmişliğimiz var. Oradaki yarışmalar var. Oralarda aldığım dereceler var. İlk bilinçli olarak evet, odur. O da Singapur havayolları yeni açılmıştı Türkiye’de. O da benim eczanenin komşusuydu. Şimdi gel de gitme. (kahkahalar).Harbiye’de. Tahrik unsuru var. Neyse işte gördüm ki, farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde yeni soluklar almak, içine düştüğüm çıkmazların en iyi ilacı olmaya başladı. O kısır döngülerden kurtaran, lokalize hesapların kurbanı olmaktan kurtaran en önemli reçete olduğunu gördüm. Haliyle müthiş bir şey. Hem öğreniyorsunuz, hem bilgileniyorsunuz, hem bilgilenirken eğleniyorsunuz. Tabii ki orada müze ve kütüphaneye gitmekle kalmıyorsun, batakhanesinden müzesine kadar her şeyini öğrenmeye çalışıyorum. Kendi başına olmaktan çok keyif alıyorum. Kendi başınalığı seviyorum. Bu kendi başınalık benim için özgürlük demek. Onun için yalnızlığı göze alarak yaşıyorum zaten.

Zor iş.

Çok mu uzun cevap verdim? Bir dokun bin ah işit oldu galiba.

Yoo. Onları duyalım diye soruyorum zaten.  Dünya mutfağı ile aranız nasıl gittiğiniz yerlerde?

Daima sokaktan yiyorum. Uzak doğu mutfağını çok seviyorum. Tayland’ın Tom Yum çorbasına bayılıyorum. Hep onu yerim sabah öğlen akşam onu yerim. Bayılırım ona. Acılı ekşili çorbaya bayılırım uzak doğunun. Kötü beslenirim. Sokaktan yerim. Yeter ki başka işlere dalayım. Yemeğe ayrılacak zamana bile acırım zaman zaman.

Peki hiç gezdiğiniz yerlerden birine yerleşmeyi düşündünüz mü?

Çok. Tayland’a mesela. Samui’ye çok düşündüm.

Neden yerleşmediniz?

Burada bağlantılarım vardı. Düşünmekle yapmak aynı şeyler değil. Ne düşündüğümüz şeyler var yapamadığımız. İsteyip de yapamadığımız şeylerle doluyor hayat. Ben bir ölçüde isteklerimi hayata geçirebildiğim için şanslıyım. Eczanem vardı. Şu bu. Burada düzenim var. Para lazım. Buralarda bir şey satmam lazım ki orada yerleşeyim. Biraz herhalde üç ayda oradan da sıkılırım diye düşündüm sonra. J J

Zaten evinizi gezdiğiniz yerlerden parçalarla doldurmuşsunuz.

Evet dünya ile birlikte yaşıyorum. Onun enerjisi beni iyi tutuyor. Öyle işte lunaparkım bu benim.

Yerleşmediniz ama oralardan bir parçayı..

Hepsi hepsi oralardan. Benim lunaparkım işte bunlar.

Dünya Mirası Çalışmaları

4

Peki, dünya mirası çalışmalarınızdan da biraz bahsetmek istiyorum. Doğa aşığı olduğunuzu söylüyorsunuz.  Dünya vatandaşlığı duygusunu taşıdığınızı söylüyorsunuz ve dünya mirasını korumak üzere çalışmalar yapıyorsunuz. Neler yapıyorsunuz?

Teklif götürülüyor. Mesela Bergama ile Cumalıkızık bizim UNESCO Dünya mirası gezginlerinin gayreti ile girdi. Bakanlık seviyesinde uğraşıldı. Bizim başkanımız, adaşım Atilla Ege, çok uğraştı dünya mirası ile ilgili. Ve sonunda Bergama’yı önce aday göstermek lazım. Ve ilk defa bu sene, bu mirasa karar veren yirmi bir kişilik ekip içerisinde bir öğretim üyemiz var. Karar verenler arasında bir Türk var bu sene. Bu da iyi bir gelişme. Ama bütün bunlar için dikkati çekmek, bu konu ile ilgili hem bakanlığımızın hem UNESCO’nun çalışmalarına katılmak adına, bizim o derneğin çok faydası oldu.

Özellikle şu aralar, Türkiye’de pek çok bölgede Türkiye’de hem doğal kaynaklara yönelik hem de doğa mirasına yönelik diyelim, çok da özenli olmayan şekilde, çok büyük yatırımlar başladı. Belki sizin yaptığınız bu çalışmalar, bu yatırımları biraz daha dikkatli, belli hassasiyetleri gözeterek planlamak konusunda da bir farkındalık yaratacaktır.

Tabii. Çünkü dünya mirası listesine girmek o kadar avantajlı bir şey ki. Müthiş bir turist potansiyeli kazandırıyor. Oranın bütün korumasını bakımını da üstleniyor UNESCO. Ve tabii başka adaylarımıza da dikkati çekmeyi sağlıyor. UNESCO dünya mirasına girmek, milyonlarca turist potansiyeli demek. Bunun için zaten Çin’de fuarlar düzenleniyor. Macao denilen bir kent var. Orada her sene fuar düzenleniyor. Orada her sene Çin’deki dünya miraslarına tur yapan acenteler davet ediliyor. Ve o bölgedeki otel lokantaların sahipleri de davet ediliyor. Oraları tanıtmak ve satış yapmak için. Türkiye’den de bizim katılmamız gerekiyor ki bizdeki dünya miraslarını orada tanıtalım ve tur satabilelim.

Bergama biliyorsunuz altın işletmeciliği sebebiyle, çevre mücadelesinde de özel anlam taşıyan bir yerdir.

Bu Bergama antik şehri tabii bu mirasa giren. Ama orada altın madeni var tabii etrafta.

Bunları herhalde çok da ayrı düşünemeyiz. Orada yaşayan insanlarla hiç sohbet etme şansınız oldu mu? Bu kültür mirasının ve madenin bir arada olması ile ilgili insanların verdiği tepkiler nasıl?

Vallahi birkaç sene önce gittiğimiz bir zaman sorduk tabii. Kimi memnun orada,  iş potansiyeli olduğu için. Altın madenciliğini yapan insanlar çevreyi de ağaçlandırıyorlarmış. Önlemler, kontroller sıkı bir şekilde yapılıyormuş. Birçok gence iş imkânı doğuyormuş.

Bilmiyorum ki zaten ben altının dünyaya ne faydası olduğunu henüz anlamış değilim. Bu takılar makılar. Taşları severim, doğal taşlar hoşuma gider ama. İşte insanoğlunun bitmek bilmeyen hırsı, abukluğu. Altın bilimde kullanıldığı kadarıyla kalsa tabii daha iyi olur diye düşünüyorum. O da ne kadar kullanılıyor? Ama vahşi kapitalizmin neticesi olarak maalesef insanlar dünyayı sömürmeye devam edecekler.

Aklınızda yapmak istediğiniz bir şey var mı?

Hiçbir şey yok. Gelen, gelecek tüm tekliflere açığım. Bundan sonra gezmeyi tozmayı düşünüyorum. Daha çok sürtmeyi düşünüyorum.

Siz anladığım kadarıyla hayatı akışına bırakmış, çok da peşinden koşmamış ama yine de şanslı birisiniz.

Kötü bir starım olmadığı için (astrolojik profilinden bahsediyor) , para hırsım olmadığı için, ya da sade bir yaşamı yeğlediğim ve ondan mutlu olduğum içindir. Doğal yaşamı sevdiğimdendir. Ama müzik adına çok uğraşlar vermiş ve çok hayal kırıklıkları da yaşamış birisiyim. Bütün bunları tolere edebilmem için kendimi geliştirmem gerekiyordu. Yani ruhen, fikren. Bu anlamda işte gezilerin bana çok faydası oldu. Dünyayı gördükçe, buradaki insanların ne kadar kısır olduğunu öğrendim. Yoksa ben elimden geleni yapıyorum.

Peki, benim soracaklarım bu kadardı. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Yoo, şimdi kahve içelim. J

Not: Röportaj 29 Haziran 2014 tarihinde gerçekleştirilmiştir.

Aysen Ataseven

 

Röportör: Aysen Ataseven

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.