Dış Köşe

Kıbrıs’ta Hrant Dink, Ermeniler ve yaşam siyaseti – Nil Mutluer

0

Kıbrıs Üniversitesi’nin konferans salonu. Kıbrıs denince Türkiye’de akla ilk adanın kuzeyi gelir. Oysa bahsettiğim güneyi. İlla da etnik bir tanımlama yapacaksak ‘Rum tarafı’. Ne tarafı olursa olsun Kıbrıs denince akla Rumlar ve Türkler gelir. Oysa, bu sefer kitleye Ermeniler de katılmış. Bugün Kıbrıslı olsalar da zamanında Adanalı, Antepli, Silifkeli, Anadolulu olan Ermeniler. Yurtlarını ilk 1915’te terk ederek Kıbrıs’ın kuzeyine yerleşmişler. İkinci seferse kaderleri 1964’te Rumlarla kesişmiş. 1963-1964 olaylarıyla Rum ve Türkler arasında kanlı biten çatışmanın yarattığı gerginliğe bir de, Mart 1964’de İnönü hükümetin Yunanistanlı Rumları Türkiye’den sınır dışı etme kararı eklenmiş. Böylesi bir karar sadece Yunanistanlı Rumları değil, aynı zamanda Türkiye vatandaşı Rumları ve belleklerinde 1915 anıları taze olan Ermenileri de etkilemiş. Kuzeydeki Ermeniler 1964’te de yurtlarını terk ederek adanın güneyine yerleşmişler.

Belleklerinde devraldıkları savaş, göç anılarına yenileri eklenen, göçtükleri yerde, Türkiye’de, Türklerin olduğu tarafta şu konferans salonunda sağladıkları çeşitliliği sağlayamayan dingin bir kitle. Ortak öteki Türk’e karşı tarihsel bir birliktelik olsa da, Yunan tarafındaki milliyetçi havadan da bunalmışlar. Her şeye rağmen, konferans salonunda bir huzur var. Geçmişin ardından bir arada yaşamanın ihtiyacını ve ihtimalini küçük adımlarla kurmaya çalışan bir huzur. Taraflar salona Ermeni, Rum, Türk olarak doluşmamış: Hrant Dink anısına gerçekleştirilen bir konferansta “bundan sonrasını nasıl kurabiliriz?” sorusuyla birbirlerine hassas ve anlamaya çalışarak yaklaşıyorlar.

Bu huzurda konferansın ev sahiplerinin payı büyük. Üniversitenin Türkoloji ve Ortadoğu Etütleri Bölümü’nden Niyazi Kızılyürek yıllardır adalıların barışması, her iki tarafın da birbirlerinin tarihlerini insan hikayelerinden görmesi ve demokrasinin yerleşmesi için çalışıyor. Bu konferans ise Türkiye’de aynı derde sahip Ermeni dostu Hrant Dink anısına düzenleniyor her yıl. Rektör Constantinos Christofides de bu gibi buluşmaların çoğalması, insanların kimliklerine saygıyla ortak sorunlarına odaklanması gerekliliğine inananlardan. Ertesi gece şair Neşe Yaşin’in öğrencilerinin düzenlediği Orhan Veli’nin 100. yaşını anma etkinlikleri de, konferansta olduğu gibi bunu vurguluyor.

Cengiz Aktar’la birlikte benim de konuşmacı olarak davet edildiğim konferansın bu yılki konusu “Post-Kemalist Türkiye: Sorunlar, Demokratikleşme Perspektifleri”. Amaç AKP iktidarını övmek ya da yermek değil. Amaç Kemalizm’i eleştirmek, olumlu olumsuz yanlarıyla Kemalist mirastan bugüne kalanları, Türkiye’de yaşananları, siyasi, hukuki ve sosyolojik açılardan tartışmak. Konferansın Cengiz Aktar’ın konuşmasıyla benimki birbirine ters içeriklere sahip gibi dursa da, tam da bu zahiri zıtlık Türkiye çıkmazının veya deviminin ikircikliğini yansıtıyor aslında..

Kimlik siyasetinden yaşam siyasetine

Söze Cengiz Aktar başlıyor. Türkiye’deki Ermenilerin hatırlama deneyimlerini anlattığı sunumunda “cinin artık şişeden çıktığına” ve kimliksel meselelerin Türkiye’de konuşulmaya başladığına değiniyor. Bugün Türkiye’deki Ermeni toplumu geçmişte yaşananları yeniden hatırlıyor. Ermeniler belleklerinde Türkiye’li Ermeni olma halini geçmiş,-bugün ve diaspora-Türkiye anlatıları arasındaki arayışla kuruyorlar. Soykırım gibi yasaklı kelimelerin artık konuşulabildiğini, Ermeni toplumunun artık yok sayılmasının kolay olmadığını ve tüm bunlar da Hrant Dink’in önemli payı olduğunu vurguluyor. Aktar’a göre artık iktidarların Ermeni ve diğer hak arayan kimlikleri yok saymak gibi bir şansları yok.

Cengiz Aktar haklı. “Cin şişeden çıktı!” Kimlikler tarafından baktığımızda artık sadece Ermenilerin değil, Kürtlerin, Alevilerin, tüm ötekileştirilen kimliklerin yok sayılması mümkün görünmüyor. Kimlikler bundan sonra iktidarları hak talepleriyle zorlayacak ve kimlik siyasetleri güç ilişkileri ve çıkarlar doğrultusunda örülecek. Benim sunumumda değindiğim noktalar ise bu gerçeğe ilişkin farklı bir soru ekseninde dönüyorlar: kimlik siyasetleri Türkiye’de yurttaşlar arası adaleti tesis edebilirler mi?

Kimlikler kollektif halde siyasetin parçası olduklarında kendi içlerindeki çoğulluğu görmek ve beslemek yerine tektipleştirici yöntemler ve söylemler benimsemek durumunda kalıyorlar. Kahramanlaştırılan mağduriyet söylemi ağır basıyor, aradaki haller görünmez oluyor. İçlerindeki bireylerin tekil varoluş ve yaratıcılıkları sayılmıyor, kolektif kimliği oluştururken bireylerin özgürlük alanlarını daralıyor. Üstelik, iktidar karşısında hak ararken yaratılan söylem kimlikleri kaçmak istediği egemen iktidar ile aynı politik dilin içine çekiyor.

Sonuçta, Türkiye’de de geldiğimiz nokta bu. Evet artık kolektif kimlik olarak çıkan aktörler varlıklarını gizlemiyor ancak, bireysel olarak taleplerine ulaşamadıkları gibi kimlik grubunun içerisindeki farklılıkların sesi duyulmuyor. Diğer yandan, kollektif kimlikler etrafında örgütlenemeyen yurttaşlar arasında adaletli bir sistemin tesis edileceğine yönelik son dönemde en ufak bir emare yok. Kimlikler taleplerini açıklasa da, bu talepler karşılanmak yerine siyasi bir matematik içerisinde popülist bir propaganda aracı olarak kullanıyorlar.

Kimlikler varlıklarını açığa çıkarırken Türkiye’de en büyük sorun yaşam hakkı olarak duruyor: İnsanların –işçi, kadın, Alevi, Kürt, lgbti, vs.-, doğanın ve fikirlerin yaşam hakkı tehlikede.

Kalkınma adı altında işçi ölümleri normalleşti. Türkiye’de İşçi Ölümleri Veritabanı’nın sadece ulaşabildiği rakamlar bile 2014’ün ilk 8 ayında 1269 işçinin yaşamını yitirdiğini kaydediyor. (1) Kadın cinayetleri ile ilgili yasalar çıkarılmış olsa da koruma ve daha da önemlisi zihniyet değişikliği ile ilgili gerçekçi ve istikrarlı bir adım atılmadıkça günde ortalama 3 ila 5 kadın yaşamını yitirmeye devam edeceği aşikar. Bu arada, kimlik grupları içerisinde olan Alevi, Kürt, lgbti gibi yurttaşların da ölümleri siyasi yapısını koruyor. Muhalif olup hayatını kaybedenlerin ölümü iktidarca makul karşılanabiliyor.

Yaşam hakkı korunamayan bugün sadece insanlar değil. Doğa ve fikirler de yaşam mücadelesi veriyor. Kentsel dönüşüm, yol yapımı, maden açma, ekonomik gelişme gibi nedenlerle ağaç kesimi ve doğaya müdahale haberleri katliamı andırıyor. Son çıkan yasalarla sadece iletişim özgürlüğü değil, aynı zamanda örgütlenme hakkı da epey darbe almış durumda.

Aktar’ın argümanı özgürlükler, benimkisi yasaklar ve ölüm üzerine şekillenince salondan sorular geldi. Biz de Aktar’la birbirimizi değillemek yerine, tam da her iki durumun nasıl Türkiye gerçeği olduğunu vurguladık. Tüm bu tartışma içerisinde bu yaşananlara post-Kemalist dönem denebilir mi? Veya illa da öyle bir tanım yapmak lazım mı bilemiyorum. AKP’nin 2002-2007 arası dönemi gerek AB ile ilişkiler ve bireyler ve kollektif kimlik hakları açısından her ne kadar demokratikleşme emareleri vermiş olsa da, bugün gelinen noktada bunu söylemek zor.

Son yaşadığımız dönem bana bir İngiliz deyimini hatırlatıyor: “Yeni şişede eski şarap”! Kemalist dönem ile AKP dönemi gerek toplumla ilişkilenme, gerekse siyaseti örme şekli bakımından birbirinden oldukça farklı. Bunları aynı gibi görmek mümkün değil. Ancak, gelinen nokta her iki dönemin de benzer zihniyetlerle yönetildiğini hissettiriyor. Kemalizmin laik, cumhuriyetçi ve devletçi değerlerine karşı, AKP’nin değerleri siyasi İslam ve neoliberal öğelerle şekillendirilerek “demokratik postmodern yeni Türkiye” etiketi ile sunulmuş olsa da, barındırdığı eski otoriter, merkeziyetçi, çoğulculuğa ve özgürlüklere karşı zihniyet Kemalist olanla hayli paralel. Üstelik, son yıllarda Ergenekon mahkemelerinin adaletli ve saydam bir şekilde sonuçlanmaması, 17 Aralık soruşturmasının bastırılması gibi adımlarla her iki zihniyetin aktörlerinin bu sefer gerekli koalisyonlardan kaçmayacaklarını söylemek de çok büyük bir iddia olmayacaktır.

Son söz yeni göçmen adalılara….

Etkinliğin olduğu Kasım ayının başında Niyazi Kızılyürek beni Lefkoşa’da gezdirirken Ömeriye Camii’nin kullanıcılarına takılıyor gözüm. Caminin kullananların çoğu Türk olan Müslümanlar değil artık. Yeni sahipler göçle gelen çoğu Suriyeli olan Araplar. Etnik kimlikler değişse de göç, hele de zorunlu göç, yüzyıllardır hayatın acı gerçeği.

Nil Mutluer – t24.com.tr

[1] http://t24.com.tr/haber/turkiyede-isci-olumleri-veritabani-hazirlandi,270183

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.