Hafta SonuManşet

Yıldızlararası (Interstellar): Yeni Dünya’nın kâşifi olmak

0

Bu yazı filmin bilimsel içeriği, mühendislik boyutu hakkında değil. Daha ziyade ekoloji politik ve kolonyalizm çerçevesinde eleştirel bir değerlendirme sunuyor. Filmin kısa hikâye örgüsü şöyle: Dünyanın yakın geleceği anlatılıyor. Söylenmiyor ama muhtemelen iklim değişikliğinden ötürü büyük bir dönüşüm yaşanmış. Bir anda bastıran büyük toz fırtınaları evlere-tarlalara zarar veriyor. Gıda üretimi insanlığın en büyük meselesi hâline gelmiş. Okullarda 20. yüzyıl, “insanlığın felaket çağı/ müsriflik” olarak anlatılır olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçte çözüldüğünü anlıyoruz. (Ama bir tür devlet yapısı belli ki muhafaza edilmiş.) Geçmişi inkâr eden (misal aya aslında gidilmediğini telkin eden) yeni bir müfredat-tarih kaleme alınmış. Çiftçilik (en saygın değilse de) en yaygın meslek hâline gelmiş.

36Filmin ilk kısmı antropolojik bir deneysellik, pek çok farklı noktaya açılabilecek bir kurmaca potansiyeli içeriyor. Ancak bir macera filmi olarak “kurtuluş”, “umut” temalı ikinci kısım, bilindik mitolojik öğelere, bir klasik Amerikan hikâyesine dönüşüyor. Amerikan bayrakları (biraz değişmiş olmasına rağmen sembolü tanıyabiliyorduk) gözümüze sokuluyor; ama mesele bunla sınırlı değil. Filmin temel hikâye örgüsü Amerika’nın icat ettiği bir hayli problemli bir geçmiş anlatısına dayanıyor. Buna keşfedilmemiş toprak/frontier hikâyesi diyeceğim. Şöyle özetlenebilir: Geçtiğimiz 500 sene boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, savaşlardan, baskıdan kaçan milyonlarca insan, yeni (ve boş!) topraklar bulmuş ve Amerika’da kendilerine “beyaz” bir sayfa açmıştır. (Beyaz, evet, çünkü Siyahlara açılan sayfa bu değildir.) Bu esnada on milyonlarca yerli kılıçtan geçirilmiş, telef edilmiştir; ama tarih kitaplarında bunlar hâlâ bir detay olarak anlatılır. Hattâ kâşiflere övgüler düzülür, Kolomb’un anısı yad edilir, Amerika’nın kendine uydurduğu “Yeni Dünya” masallarına inanılır. Amerikan muhayyilesinin en derinlerine sinmiş bu yeni hayat arayışı, geçmişten kopuş, Yeni Dünya ütopyası vs. filmde de hemen her yerde vurgulanmış. Bu tarz filmlerin Amerika’dan çıkması, orada anlatılagelen tarih kurgusuna dayanması elbette tesadüf değil.

35Yeni ve boş bir dünya hayali, sömürgeci yayılmanın mitolojisi olarak da düşünülebilir. Aslında bir şiddet hikâyesidir. Örneğin Kristof Kolomb’un Arawak yerlileriyle ilgili ilk izlenimi şu olmuş: “Bunlardan harika hizmetkâr olur. Elli kişiyle bunların hepsini boyunduruğumuz altına alıp tüm istediklerimizi yaptırabiliriz.” Kendisine altın bulup getirmeyen yerlilerin ellerini kestirmiş. 1495 yılında sağlıklı ve iyi durumdaki kadın-erkek-çocuk 1500 Arawak yerlisini esir etmiş, bunlardan beş yüzünü İspanya’da sergilemek için zorla gemilere bindirmiş, yolda da iki yüzünü telef etmiş.

Fakat “keşfederken” açığa çıkan şiddet bu süreç anlatılırken geri plânda kalmış; yerini kutlamalara, kendine hayran bir Batı anlatısına bırakmış. Kolomb’un heykelleri dikilmiş. (Şimdi malum, bu şan-şöhretten pay almak adına “müslüman kaşif” tartışması başladı. Konuyla ilgili şu linke bakın: riyatabirleri.amerikaya-damga-vuran-muslumanlar)

Bu esnada Yeni Dünya denen yer de toplumsal muhayyileye farklı şekillerde sirayet etmiş, misal “el değmemiş cennet” olarak temsil edilir olmuş. Keşfedilen mekânlar yabanıl, insansız (yahut orada yaşayanlar insan bile olsa insanlıkları şüpheli, dolayısıyla köle etmeye ve katletmeye müsait) olarak görülmüş. Topraklar “boş” olarak telakki edilmiş, el konmuş. Sömürgeciliğin en çok zirve yaptığı dönemde bu dokunulmamış yeni cennetleri bulma dürtüsü de o oranda artmış. Dolayısıyla boş topraklara ulaşma, yeni yerlere yayılma, keşfedilmemiş olanı keşfetme, kötü olan eskiyi arkada bırakma gibi temalar zaten anlatılagelen, işin katliam kısmını hasıraltı ederek destansı özellikler kazanmış kolonyal hikâyelerin yeni bir ifadesi. Filme sirayet eden ve sorgulanmadan kullanılan hikâye kalıbı da bunlardan başka bir şey değil.

Filmde keşif, kutsal bir vazife ve yegâne çözümmüş gibi sunuluyor. Filmin baş kahramanının ağzından Amerika’yı Amerika yapan birtakım hasletler anılıyor. Örneğin ufkun ötesini merak etmek… Bu esnada geçmiş olduğu gibi terk edilebiliyor. Böylelikle ne eşitsizlikle ne zenginliğin kökenleriyle ne 3. Dünya ile ne de felaketin aslî sorumluları ile yüzleşmeye gerek kalıyor. Düşününce aslında rahat bir çözüm bu: Oyuncağı kırılınca onu olduğu gibi bırakıp yeni oyuncağına geçen bir büyük çocuk var karşımızda sanki.

Bu noktada bir durup başka hikâyelerle bağlantılar kurmak da mümkün. Örneğin bulunan yeni gezegende hayatın iki kişi ile başladığı gösteriliyor. (İkisi de Beyaz ve Amerikalı elbette, filmin Siyahî karakteri işin sonunu getiremiyor, şaşırtıcı değil, yine Beyaz Beyaza kalınıyor). Bu da bildiğimiz Adem ve Havva’nın hikâyesi. İşledikleri günah yüzünden cennetten kovulup dünyadaki hayatı başlatmışlardı onlar da. Bu, artık amellerinden sorumlu tutulacakları yeni bir hayatın başlangıcı olarak yorumlanabilir yahut işlenen suçun bedelinin ödenmesi olarak… Malum, cennetten kovulunca insanlar artık iyiyi-kötüyü ayırt etmekle yükümlü hâle gelmiş. Ama yine de ben geçmişe böyle set çeken “haydi bir daha” türkülerine pek sıcak bakamıyorum. O yüzden de şu ana kadar olanlarla yüzleşmektense yeni bir yere kaçarak paçayı sıyırma çabasını pek de masum bulmuyorum.

Bir de belki Nuh’un Gemisi’nden bahsedilebilir. Ancak Nuh’un Gemisi, insan soyunun nasıl hayatta kalabileceğine dair daha gerçekçi bir senaryo sunuyor. Malum, Büyük Tufan’dan sadece insanlar kurtarılmaz, hayvanlar da alınır gemiye. Bundaki amaç sadece gıda tedariki değildir üstelik, gıda hâline gelmeyecek canlılar da dahil edilir. Zira insanın (soyut ve ilişkisiz bir canlı olarak) tek başına olduğu bir dünya tasavvur edilmez. Filmde böyle bir boyut yok. Başka bir galaksiye kaçmak için kullanılan gemide hayvan-bitki (döllenmiş yumurta şeklinde dahi olsa) taşındığına dair bir emare görmüyoruz. Mısır, sadece gıda olarak var.

Ekolojik bir bakış, hiçbir türün “özerk” olmadığını söylüyor bize. Çiçeklerle arılar, ağaçlarla kuşlar, insanlarla bakteriler hayatı mümkün kılan bir ilişki içinde. Ortak bir yaşam ancak bu şekilde ortaya çıkıyor. İnsan bedeninde “kilolarca” bakteri yaşıyor mesela. Asalak değil bunlar, sindirim sisteminin bir parçası. Yani türler, birbirinden bağımsız bir “hayatta kalma mücadelesi” sürdürmüyor. 19. yüzyıldan kalma “sadece güçlü olanın hayatta kaldığı rekabet” anlatısı, evrimin var olan şekillerinden yalnızca biri; gücün başka hâlleri de var. Hayatta kalmak pek çok tür için (rekabetten ziyade) dayanışma ağları kurmak, ortakyaşamcı (symbiotic) ilişkiler geliştirmekle mümkün oluyor. Filmde bunun yerine ilişkisiz, daha doğrusu varlığını diğer türlerden bağımsız olarak hayal edebilen; Aydınlanma düşüncesine dayalı bir insan algısı çıkıyor karşımıza. Anlaşılan insan gittiği yeri tek başına fethedecek. Filmin posterleri de bu kanaati güçlendiriyor. Kendine aradığı yeni ev, diğer türlerle ilişki üzerine kurulu değil, tamamen insanlarla (ve insana tâbi robotlarla) sınırlı bir toplumsallıktan ibaret olacak.

Toparlayacak olursak, Yıldızlararası zaten aşina olunan mitolojik temaları pahalı bir bütçeyle yeniden işliyor; gişe başarısı da kısmen bu aşinalıktan geliyor. Sinemalar yeni hikâyeler anlatır gibi gözükse de eski masal temalarını tekrarlayabildiği oranda başarılı oluyor. Vladimir Propp‘un Masalın Biçimbilimi kitabında belirttiği şemalar (örneğin zor bir problemle uğraşan genç Murph’e babasından “sihirli” denebilecek bir yardım gelmesi) bu bilindik kalıpların ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Masalların, çocukların hayatta zorluk yaşadığı bazı meseleleri (büyümek olabilir, kötülükle baş etmek olabilir) yumuşatmak gibi, hâlleşilir kılmak gibi bir vazifesi var. O yüzden iyi sonla bitmeleri elzem. Bu film de o anlamda bize kendimizi iyi hissettirecek bir masal anlatıyor. Demek ki bir büyük felaketle karşı karşıya olsak da hayatta açılacak yeni sayfalar, her zaman gidilecek boş topraklar bulunur. God Bless America, ne diyelim!

Sezai Ozan Zeybek

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.