Hafta SonuManşet

Gürcan abi ve Avşa’da Tatuta – Bediz Yılmaz

0
Biz iste rahat bir koltuk cekerse canimiz, gelir boyle calilara yatariz...

İnsanlar vardır, sadece gözlerindeki ışıltılı bile onun samimiyetine ikna eder sizi, içine alıverir, bu adam ne yapıyorsa doğru yapıyordur dersiniz, yanına ilişmek, neye hayat vermekteyse siz de onunla beraber yaşamın bu muhteşem döngüsünde katkınız olsun istersiniz… Gürcan Durmazbilek böyle biri işte. Sert granit kayadan bir adanın bağrında yaşam savaşı veren bir filiz. Ama bizce o savaşı çoktan kazanmış; sert kayayı delmiş geçmiş, dallarını yapraklarını göğe uzatmış, meyvelerini sunmuş. Çoğalacak elbet Gürcan Abiler, yeni sürgünler verecek, tohumları kuşların gagasında, poyrazın yelinde, tavşanın ayakizinde adanın dört bir yanına taşınacak, doğası da insanı da kuraklaşmış bu adada yaşam yeniden yeşerecek…

Gürcan abi babasinin fistik aşiladigi çitlenbik agaciyla...

Gürcan abi babasinin fistik aşiladigi çitlenbik agaciyla…

Baba tarafından Avşalıyım. Avşa’yı bilmeyenler için şöyle söyleriz hep: Marmara Denizi’nin güneyinde Kapıdağ’ın hemen burnunun ucundaki birkaç adadan orta büyüklükte olanı. Marmara Adası’nın mermerliğine karşı, granittendir adamız. Her yanından sert kayalar fışkırır irili ufaklı. Adada iki köy bulunur: güney-batıya bakan, günbatımlarında Fener Adası’nın da yardımıyla enfes manzaralar sunan, gündüze güneş-deniz, geceye de taverna-disko ikililerinin damgasını vurduğu Türkeli ile kuzey-doğuya bakan, yılın 333 günü sert poyraz esen, bu sert iklimle uygun olarak daha az turistik cazibesi olan, daha sakin, daha az yapılaşmış, yazları daha muhafazakâr bir ziyaretçi kitlesine evsahipliği yapan Yiğitler (eski adıyla Araplar). Doğduğumdan beri her yaz gelirim Avşa’ya, denizin nerdeyse içinde pansiyonu vardı dedemin, her akşam içtiği rakı-şarap şişelerini biriktirip götürüp şarap fabrikasına satarak, babaannemin işlettiği bakkala girip çıkarak ve günbatımlarında denize ayaklarını sokmasını izleyerek, o zaman ufacık bir bölgeyi kaplayan yerleşim alanının bir ucundan öteki ucuna onlarca çocuk yalınayak koşarak, Kara Panterler Saz Heyeti’nin yandaki çardaktan geceboyu icra ettiği göbek havasının ritmiyle uyumaya çalışarak geçti çocukluğum. Yaşım büyüdükçe azaldı adada görüştüğüm insan sayısı. Disko yaşlarında adanın burnundaki Değirmenardı’na gidip rüzgarı dalgaları dinler oldum. Önce burna adını veren Değirmen gitti. Sonra o burun da gitti, ne idüğü belirsiz bir yat limanının değiştirdiği akıntı sonucu. Sonra pansiyonumuza denize fazla yakın dediler, şimdilerde gitti gidecek. Bu arada pansiyonun önünde girdiğimiz deniz çoktan denizanalarının yosunların istilasına uğradı. Adaya her gelişimizde artık bir vakitler dedemin zeytin bağı olan yerde babamın yaptırdığı evin bahçesinde, ağaçlarımızın serinliğine sığınıyoruz dışarıdaki sıcağa inat; buradaki rüzgar sesiyle bastırmaya çalışıyoruz yanıbaşımızdaki Lunapark’tan gelen çığlık ve çıstak seslerini; ve temiz koylara gidiyoruz arabayla, köyiçindeki kalabalıktan ve kirlilikten kaçmak için…

Bireysel olarak “kurtarıyoruz” yani aslında kendimizi, kendi ailemizi. Avşa benim için çocukluğumdaki yer değilse de, hâlâ ait olduğum yer, çocuklarımın her karışını her esintisini her dalgasını tanımasını sevmesini istediğim yer. Ama hiçbir bireysel kurtuluş, kurtuluş değil aslında; doğaya hiçbir tekil kaçış da, kaçıştan başka bir şey değil. Kaçış değilse eğer hayalini kurduğunuz şey, başka türlü bir dünya, doğayla başka türlü bir bütünleşme, yaşamı verili ve norm-al addedilenden başka türlü bir kurgulayış ise özlenen, o zaman kendinize bir sığınak yaratmak kesmiyor. Kesmiyor kendi bahçenizi zehirden arındırmak, tüm bir ada için, tüm bir dünya için kuruyorsunuz bu hayali…

Genclere bildiklerini ogretme heyecanina tas sektirme de dahil...

Genclere bildiklerini ogretme heyecanina tas sektirme de dahil…

Ta-Tu-Ta ağının, iki yeni çiftliğin daha ağa eklendiğine dair duyurusunda Avşa’yı görünce işte bu yüzden anlatılamaz bir heyecan duydum. Bu adada kendi bireysel vahasını kurmanın ötesinde, başka bir dünya hayalini dünyayla paylaşma arzusunu da müjdeliyordu çünkü. Ve bu duyuruda Gürcan Durmazbilek’in adıyla karşılaşmak da şaşırtıcı olmadı. Gürcan Abi’nin hikayesini, kendisinden, bahçesinden bahsederken sürekli vurguladığı gibi, babasından başlatmak lazım. Sosyalizm bir bayrak koşusuysa, o bayrağı bu topraklarından yetiştirdiği en güzel insanların biri olan babasından, Komünist Ahmet diye bilinen Ahmet Durmazbilek’ten almıştı. 70’lerde İşçi Parti’sinden Yiğitler Köyü muhtarlığı yapmış, bahçesinde, evinde dönemin pek çok sosyalist simasını ağırlamış, sürekli okuyan, okuduklarını köylüyle paylaşan, topraklarını satmasınlar diye misafirlere tiyatro sahneleten, elleriyle ilmek ilmek bir vaha dokuyan Komünist Ahmet’in hikâyesi bu yazıya sığmaz. Ama oğlunun ondan damla damla aldığı doğa ve insan sevgisinden, babasıyla birlikte adanın belki de en zorlu yamaçlarından birinde tek tek taşları dizip taraçalarla kurduğu bahçesinden, şimdi bu bahçeyi kışın inşaatlarda seramik ustalığı yapmak pahasına ilaçsız, zehirsiz yaşatma çabasından, “kurt yaşamazsa sen de yaşayamazsın” diyerek köy pazarında kurtlu meyvalarını öpe okşaya anlatmasından, insanı içine alıveren o muhteşem heyecanından ve tüm birikimini Ta-Tu-Ta ağıyla gelmesini umduğu gençlere aktarma isteğinden bahsedebiliriz. “Sadece toprak değil kurak olan” diyor Gürcan Abi, “insanlar da kurak, okumuyor, düşünmüyor; onlara burada toprak sevgisini aktarmak istiyorum, gelsinler, ağacın altında kitap okusunlar, benimle birlikte yaptığım işleri yapsınlar, ortaklaşa yemek yapalım, sörf yapalım, akşam da şarabımızı açalım sohbet edelim” diyor. Kızları da bu gençleri görsün, yaptıklarının kıymetini başka insanların o bahçeye verdikleri kıymetten görüp anlasın, ilerde onunla birlikte çalışsın istiyor. Sadece kızları değil, tüm adalılar da anlasın istiyor. Onun babasıyla yürüdüğü bu yol insanlığın yolu olsun, bereketlendirdikleri toprakla beraber insanların yüreği de yeşersin istiyor. Türünün son örneği mi Gürcan Abi? Bence değil, türünün ilk örneği belki. Ya da daha doğru bir deyişle, güzel bir insan türünün ne olursa olsun yok olmayacağının, her açıdan kuraklaşmış bir küçük adada dahi yeşerip boy verebileceğinin en somut kanıtı. Umudun kanlı canlı bir resmi.

Biz iste rahat bir koltuk cekerse canimiz, gelir boyle calilara yatariz...

Biz iste rahat bir koltuk cekerse canimiz, gelir boyle calilara yatariz…

Bir gün -umarım yakın bir gün olur- babamın hikâyesini de yazmak kısmet olur umarım. Onun da bir çorak topraktan nasıl bir vaha yarattığını anlatabilirim. Sert poyrazın taşıdığı tuzlu serpintiyi kessin diye diktiği okaliptüslerin nasıl devleştiğini ve onların sayesinde nasıl bademliğin boy verdiğini, babamın tek tek her badem ağacını sevip okşayıp tek tek bademleri ayıkladığını… Adadan ve ailesinden okumak için ilkokul biter bitmez ayrılıp ancak emekli bir profesör olduktan sonra toprakla hasretini giderebilen babamı… Gürcan Abi’yle nasıl da aynı resmin iki farklı ama birbirini bütünleyen parçası olduklarını. Resimde hala eksik, hâlâ tamamlanıyor yavaş yavaş; gün gelecek muazzam renkleriyle olağanüstü bir resmin parçaları olacağız hepimiz. Ve işte o gün, şairin dediği gibi:

… kalbimiz
yerin ve göğün alt edilmez bir dirilikte olduğu
tutkumuz, direnmemiz, ellerimiz, kalbimiz.
kalbimiz
kalbimiz hızla gelişecek.

Turgut Uyar

 

Not:
Ahmet ve Gürcan Durmazbilek hakkında bkz.,
Nazlı Ökten, “Teknesinin adı Emekçi” ve Murat Gülsoy, “Baba ve Oğul”, Cumhuriyet Dergi, 3 Kasım 2002.
Oya Baydar, Erguvan Kapısı (Can Yayınları, İstanbul, 2004) ilgili bölüm.

Bediz Yılmaz

 

Bediz Yılmaz

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.