Yazarlar

En uzak yer: Kürdistan

0

Öncelikle, nerede olduğun önemli tabii:

İstanbul’dasın, Ankara, İzmir, Eskişehir, Mersin, Kocaeli, Kayseri’de ve Türkiye’nin 41 şehrinde daha olabilirsin.

Ne yaptığın daha da önemli:

28 Mayıs 2013 ile 1 Haziran 2013 tarihleri arasında 48 şehirde gerçekleşen 90 gösteriden birine katılmış; ya da sosyal medyadan destekleyip takip etmiş olabilirsin.

Kim olduğun da biraz önemli aslında:

Şimdiye kadar, olaylara karışma,oturduğun yerden destekle, demişken geçen yıl Gezi Parkına giden çocuğuna talsidini hazırlayıp veren bir anne olabilirsin. Öğrenci, emekli, beyaz yakalı, akademisyen, işçi, sanatçı da olabilirsin. En önemlisi yaşadığın şehrin ortak alanlarını korumak isteyen herhangi biri olmandı.

Parkta gördüğümüz, şahit olduğumuz şeylerden biri de devletle yaşanan bütün sorunların, sadece o sorunu yaşayan, Cumhuriyet tarihi boyunca ötekileştirilen kesimlerden ibaret olmayan farklı öznelerinin de olduğuydu. “Biz Kürt sorununu bu medyadan mı öğrendik yani 40 yıl boyunca?” dedi mesela İzmir ve kendisini cümleye müdahil etmiş oldu: “Kürdistan vardır.”

Kürdistan’ın neresi olduğu ve Kürdistan’da olup bitemeyenlerle politikacılar uğraşsın bugün.

Biz mesafelerden bahsedelim mi biraz?
İzmir’de o pankartı yazan o kıza ne kadar uzaktır Kürdistan?

Kürdistan benim için ilk defa dağlardan indiğinde 16 yaşındaydım. Yılmaz Güney’in Duvar’ını seyrediyordum. Dağlardan inip, cezaevlerine girmişti gerçi.
Üniversite’ye gittiğimde bir sürü Kürt arkadaşım olduğunu biliyordum; çünkü bunu çok konuşuyordum. Çünkü ağzımdan çıkanla çelişmediğim bir şeyler yaşayabilmek istiyordum. “Benim Kürt arkadaşımlarım da var” lafının henüz bu derece dolaşımda olmadığı zamanlardı.
2008 yılı olmalı, yani Duvar’ı izledikten 6 yıl sonra, Baran, Heval, Sinan ve Elvan’la buluşup Avrupa’da yaşayan Kürtlerle ilgili bir ödevim için röportaj yapacaktım. Onların da Avrupa Birliği’nin tarım ve iklim politikalarıyla ilgili tez çalışmaları vardı. Sinan ve Elvan, siparişlerimizi vermek için gittiklerinde beklerken ne yapacağımı bilemez bir şekilde dışarıyı izliyordum ki yakından gelen seslere gülümsedim. Hangi dilde flört edildiğini çıkarmaya çalışıyordum ki Baran’la Heval’i fark ettim. Bu kadar akıcı bir Kürtçeyi bu kadar yakın ve canlı bir şekilde ilk defa duyuyordum. Heyecanlanmıştım. Sinan ve Elvan geldiğinde, Kürtçeyi bu kadar iyi konuştuklarına çok sevindiğimi söyledim. Güldüler. Birinci Dünya Savaşına geri döndük, dedi Sinan çünkü İngilizceye geçmiştik artık. Baran’ın anadili Kürtçe ve Fransızcaydı. İngilizceyi herkes gibi okulda öğrenmişti. Ben bunu yeni öğrenmiyordum tabii. Ama İngilizce’ye o an geçtim ve önemli olan buydu. Dersimi hala almamış bir şekilde Kürtçelerinin nasıl böyle akıcını olabildiğini sordum. Zaman ve imkanımız vardı, dedi Elvan. Hemen İstanbul’a dönüp kendi arkadaşlarıma, “Size zaman ve imkan yaratmamız gerek arkadaşlar” demek istediğimi söyledim ve hemen o an çok utandım. Gözlerim doldu. Çok gerilmiştim. Baran durumu fark etti ve kahvelerimiz, keklerimiz geldiğinde güzel bir espri kopardı. O sırada Sinan önümüze çalışmamız gereken kitapçıkları çıkardı. Planım röportajı olabildiğince uzatıp sıkıcı olduğunu düşündüğüm Avrupa Birliği’ni aceleyle geçiştirmekti. Ama tam tersi oldu. Nasıl konularsa bu tarım ve iklim; sanki biz her şeyi konuşuyorduk ve bütün sorunlarımızı çözüyorduk (bu da ayrı bir yazının konusu olsun.) Bırakamadım çocukları, İstanbul’a ne zaman geliyorsunuz, dedim. Baran şaşırdı bu sefer, İstanbul’da sen bizimle görüşür müsün, dedi. Böylece röportajıma geçmiş olmuştum. Neden görüşmeyeyim ki, dedim. Heval’le Kürtçe konuşabileceğim ve şarkı söyleyebileceğim bir yer var mı, dedi. Var, dedim. Güldü. Sanki çok komik, çok muzip bir şey söylemek istiyormuş gibi bana bakıyordu. “Parka gidelim” dedi Elvan. “Parka gidelim ve hiç tanımadığımız insanlara çay ikram edelim. Özlediğim iki şey bunlar.” diye devam etti. O zaman çok alakasız bulmuş, hemen unutmuştum Elvan’ın sözlerini.

5 yıl sonra, Gezi’de hatırladım. Gözlerim parkta Elvan’ı aradı.

İnsan kendi yaşadıklarına başkalarının hikayeleriyle bir anlam daha yüklüyor.

Adı HiçBirYer olarak da çevrilebilecek bir ülkenin başkentinde o gün benim yaşadığım şeyin bir çeşit Kürdistan olduğunu düşünüyorum şimdi. Ve o masanın bugün İstanbul’da, Kayseri’de Trabzon’da, Amed’de, Dersim’de de olabilmesini istiyorum. Böyle bir Kürdistan istiyorum. Böyle bir Türkiye istiyorum. (Son iki cümle aynı cümledir!)
Artık Kürtçeyi daha sık duyuyorum tabii. Sevinsem de, konuşanlar yeterince akıcı olmadığını söylüyor. Babaanneleri ne güzel konuşurdu, diye anlatıyorlar. Yine de iyi hissediyorum ben kendimi, sanki güzel bir şeylere yakınlaşıyormuş gibi.

Bir de yaşayamadığım, sadece bildiğim bir Kürdistan var. Roboski deyince aklıma bir yer değil; bir katliam geliyor öncelikle. Lice, nasıl bir şehirdir mesela, diyorum. Dumanlar içinde ellerini havaya kaldıran bir annenin görüntüsü…
Taksim’de AVM, Lice’de kalekol olması bizi yakınlaştırabilir mi? Bilmiyorum aslında.

Bütün bunlar olurken, biz her gün ölürken, Türk Bayrağını konuşarak ne yapabileceğimizi bir daha düşünmek lazım. Mesela Musul’da neler oluyor; ve bayrakları böyle konu ettikçe, biz nasıl konu oluyoruz.
Zamandan ve imkanlarımızdan mı bahsedelim şimdi?

Kürdistan vardır, cümlesine müdahil olmak yetmiyor yani. Nasıl bir Kürdistan’la devam ediyor hayat. Çünkü mesafeni bu soruya verdiğin cevapla belirleyeceksin sevgili çapulcu, gezici, her kimsen. Aynı masaya oturduklarınla adı HiçBirYer olan bir ülkeyi ayaklarına getirebilirsin. Her yer Kürdistan, her yer direniş olabilir. O pankantlardan benim anladığım, böyle bir olasılığın var olduğunu senin de bildiğindi…

Bu yüzden, bütün zamanlara yayılan o sahneye geliyoruz:
Bu olasılığın bir parçası olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu.

Bahar Topçu Bahar-Topçu-150x150

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.