KitapManşetYaşam

Birgül Oğuz’dan bir yas hikayesi, “Hah”

0

“OYSA BİR ZAMANLAR KİMSE ÖLÜMLÜ DEĞİLDİ.
BİZ DE MESELA VE BABA DA, PEKÂLÂ, BABA DA.”


Her ne kadar kapağında öykü yazıyorsa da, Birgül Oğuz’un ikinci kitabı öykü değil. Hah’ı novella ya da serbest roman olarak sınıflandırabileceğimiz gibi belki de kategorize etmeden bırakmak en doğrusu olacak. Üç bölümden oluşan incecik bir kitapla karşı karşıyayız ancak anlattıkları altını kalın çizgilerle çizeceğimiz yoğunlukta. Ruhuna eremediğiniz takdirde size sırlarını açmayan kapalı bir anlatı karşımızdaki. Kitapta, devrimci bir babanın ardından tutulan yas anlatılıyor.

İlk bölüm Tuz Ruhun adını taşıyor, ölümünün hemen ardından babaya Dön, Dur, De’nilse de, zaman ilerliyor ve Kırk gün geçmesiyle geleneksel yas süreci nihayetleniyor. Tuz Ruhun ismiyle bir yandan asit olan tuz ruhuyla ölümün ardındaki yakıcılık anlatılırken bir yandan da ölünün ardından ruhu için dağıtılan tuza gönderme yapılıyor. Öykü kahramanlarının adının Gül, Gülnigâr olması yazarla kahramanı arasında bağlantı kurmamıza neden oluyor. Taziyeye gelenlerin bildik dilekleri, yasını tek başına tutmak isteyen kahramana teselli yerine eza veriyor. Babanın yokluğunu ikame etmek için anılara sığınılıyor. “Onlar mı? Onların kâbesi vardı. Bizim kâbemizse başkaydı. Her sabah toplanıyorduk çevresinde ekmek kırıntılarının, cam bir tuzluğun ve çelik kaşıkların. “Bak,” diyordu baba, elinde bir şeftali çekirdeği, “bir şeftali bin şeftali demektir.” Baba öyle deyince, havada sersem eğriler çizen ayaklarımı fark ediyordum. Sanki bir rüyaya uyanıyordum da karnımda kıpırdanan çekirdeğin fıkırtısını duyuyordum. Daha da sıkı tutunuyordum elimdeki kaşığa ve sofrada bir başıma kaldığımda kaşığın sapını masaya vurup “onların kâbesi var,” diyordum, “ama şeftali çekirdeği bizim.” Kızına karşı güçlü görünme çabalarına rağmen, üzgün uzun babanın inandığı devrim ihtimalinin bir ihtilalın ardından yitip gitmesine döktüğü gözyaşlarına gizlice tanık olan kahraman, bu andaki duygularını, “Olduğum yere mıhlandım, pervaza tutundum. Yutkundum ama boğazımda suç gibi kekremsi bir tat kaldı: birazı polyester, birazı yumurta akı,” şeklinde tanımlıyor. Aynı kötü tat babanın ölümünün ardından da gelip boğazına yerleşiyor. Yiten devrimin ve babanın aynı kekremsi tatla anlatılması, yazarın kişisel bir yasın yanı sıra toplumsal bir yası da tuttuğunun göstergesi olarak okunabilir.

Dan, bir ara bölüm, ölümden sonraki Devreyi anlatan tek bir öyküden oluşuyor. Burada kahramanın adı hiç geçmese de biz gene de ilk bölümdeki kız olduğunu anlıyoruz. Babanın ardından kendini sağaltma çabaları, hayata tutunma gayretlerini gözlüyoruz. Kahramanımızın sevgilisi olmuş ve bir balıkçıda işe başlamıştır. Üstelik paraya ihtiyacı olmadığı halde sadece mavi önlük için kendisini taciz eden ve bunu en baştan anladığı bir patronun yanında çalışmaktadır. Buradaki mavi önlükle, yıllarını devrimci işçi mücadelesine veren babayı anlama, belki de özdeşleşme çabasını görmekteyiz. Aynı şekilde bölümün başında masalsı biçimde anlatılan ve çok âşık olduğu düşülen sevgilisini, -çocukken aslında sümüklü, şişko, ödlek, salak bulduğu halde,- babası, kahramanımız, Memo ve Metin Amca’nın birlikte gittikleri olaylı bir mitingin -muhtemelen 96 Kadıköy 1 Mayıs’ı- yüzü suyu hürmetine sevdiğini anlıyoruz. Burada da, babadan bir parça bulma çabasına şahit oluyoruz. Babasıyla dolu rüyalarını sevgilisi dinlemeye yanaşmıyor ve suya anlat, diyor. Bölümün başında kahramanımızın Memo’ya sevgisini belki ona değil de babalarının devrim düşlerine olan sevgisini anlattığı bölümdeki etkileyici anlatım hafızalarımızda yer ediniyor: “Sevgilimin gözleri bir yaz gecesi gibi berraktır. Saçlarının kıvrımlarında kumral mağaralar görürüm. Ona sokulmak kendi kovuğuma kavuşmaktır. Her seferinde ıslak, yorgun, ağlamaklı olurum. Sevgilimin ensesinde kanatlı balıklar gibi solurum. Ne kadar yumuşaksın, der bana, ne kadar nemli. Sesi kumral sazlıklar gibi dalgalanır kulaklarımda. Elimi avucunun sıcağına bırakır, iyi geceler, derim. O zaman saçlar kadife bir yağmur olur, sırtıma dökülür. Kirpikleri ikimizi de örtecek kadar uzar. Caddeden sular seller gibi akar ışıklar.”

Son bölüm Su Ruhu adını taşıyor; kadim inanışlara göre suyun ruhu olduğu düşünülür, kötü rüyalar akan suya anlatılır ve suyun kötülükleri alıp götürdüğüne inanılır. Sevgilinin dinlemek istemediği rüyalar suya anlatılmıştır, geriye adliyeler, veraset ilamları, nüfus daireleri, ölümü gösteren vukuatlı nüfus kayıtları kalmıştır. Bu bölümde Rû’ya’nın ağzından, ölümü kabullenme çabalarını okuyoruz. Annenin karıştığı hayata dönmeyi Rû’ya’nın başaramadığına, Ada’da inzivaya çekilip, hem ruhen hem de fiziken çöküşüne tanık oluyoruz. Dön, Dur isimli öykülerle başlayan kitap Çık öyküsüyle biter. Ölümün hemen ardından kabullenememe ve babanın durması, dönmesi için yalvarma yakarma, aradan geçen zamanla birlikte artık kahramanın hayatını düzene koyma arzusunu içeren, içten kopan bir ‘çık’ nidasına dönüşmüştür. Ancak, baba için tutulan yasın ateşi hâlâ sıcaklığını korumaktadır ve kahramanımız için bahar henüz gelmemiştir. “Nisan beni gövertemez şimdi ister misin umayim bir ihtimal daha” diye öykü biter. Biz de Gül/Gülnigâr/balıkçı kız/Rû’ya’nın, babanın dönmesini hâlâ beklediğini ve umduğunu anlarız. Ayrıca babanın ömrünü adadığı devrim düşüncesiyle de ikame edildiğini ve gerçekleşecek olan devrimin baba için tutulan yasın da sonu anlamına geldiğini çıkartabiliriz.

Birgül Oğuz

İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunu olan yüksek lisans tezini Oğuz Atay üzerine yapan Birgül Oğuz’un, engin edebiyat bilgisiyle kitabı oya gibi ince ince işlediğine tanık olmaktayız. James Joyce, Özge Dirik, Leyla Erbil, Ahmet Arif, Nâzım Hikmet ve daha pek çok yazar ve şairden yapılan alıntılar; okuru derin, dallı budaklı okumalara sevk etmektedir. Kitabın adının her öyküde yer alan ‘Hah’ nidasından geldiği düşünülse de, yazar İzafi dergisine verdiği röportajda, “Diyarbakır’da, Balıkçılarbaşı’nda yürüyorduk. Arkadaşım, durduk yere, ‘acz’ ve ‘mucize’ sözcüklerinin aynı kökten geldiğini söyledi. Az ileride bir ağaç vardı. Unutmuyorum. İkindi güneşi gözümü alıyordu. Bir an, dükkân önlerinde parmaklanan yoğurtların mayasının bağırtısını duydum sanki. Kitaba adını veren anlardan biri buydu,” diyerek bu konuya açıklık getirmektedir. Kaldı ki aynı duruma kitapta da dikkat çekmektedir. Gözümüzün önünde durduğu halde göremediğimiz şeyleri fark ettiğimiz, beynimizde kıvılcımın çaktığı anı işaret ettiği gibi, yası anlatan ‘ah’ ‘vah’ ‘eyvah’ nidalarıyla ilişkisi sebebiyle kitaba Hah adı verilmiştir.

Kapakta yitip giden devrimci babanın solmuş, yıpranmış parkası asılıdır. Yıpranmış parka ve duvardan süzülen kan -ya da emeği gösteren çamurlu su- metaforuyla hem baba hem de devrim için tutulan yası daha kapakta sezmekteyiz. Ayrıca baştaki siyah sayfada “Bir ihtilal daha var deyip de giden cânım babam Üzgün Uzun’a” ithafı da bu sezgimizi kuvvetlendirmekte, yazarla kahramanları arasında paralellik kurarak, kitabı aklımızla anlarken yüreğimizle de hissetmemizi sağlamaktadır. Birgül Oğuz’u bir yüksek atlamacıya benzetecek olursak; ilk kitabı Fasulyenin Bildiği ile yüksek bir noktaya yerleştirdiği çıtasını ikinci kitabı Hah ile en tepelere taşımaktadır. Yazarın bundan sonraki atlayışlarının rekor denemeleri olacağını kestirmekse hiç zor değil.

Birgül Oğuz, Hah, Metis Yayınları, Öykü, 81 Sayfa, Ekim 2012

 

 

Mehmet Fırat Pürselim

More in Kitap

You may also like

Comments

Comments are closed.