Ahmet Atıl AşıcıYeşeriyorum

“Çılgın Projeler” gölgesinde ekolojik ayakizi ve biyokapasitemiz-1

0

Yediğimiz, içtiğimiz, aldığımız, üretip tükettiğimiz, inşa ettiğimiz herşey doğal kaynaklar ve doğa üzerinde bir baskı yaratmakta. Madenler, petrol gibi kimi doğal kaynaklar kendini yenileyemiyorsa da, ormanlar, otlaklar, balık stokları kendini bir ölçüde yenileyebiliyor, atmosfere saldığımız karbonun bir kısmı ormanlar ve okyanuslar tarafından emilebiliyor.

Peki doğadan aldıklarımız, doğanın kendini yenileme kapasitesinin neresinde? Bu sorunun cevabı önemli çünkü eğer doğadan her yıl onun sunduğundan daha fazlasını alıyorsak stoktan, bir başka ifadeyle cepten, yiyoruz demektir. Bunun da sonsuza dek gitmeyeceği açık. Yani sürdürülebilir değil. Sürdürülebilirlik kavramı gündeme ilk kez 1980 yılında geldi, giderek popülerleşti, iş dünyası, hükümetler gibi farklı kesimler tarafından kendi çıkarlarına yorumlandıkça içi de boşaldı, hatta kavramın ilk çıktığı dönemlerdeki anlamını bilenler araasında antipati uyandırmaya başladı. Ancak, ne olursa olsun, insan faaliyetleri ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusu önemini giderek artırmakta, keza bunu ölçmeye çalışan göstergelerin sayısı da.

Ekolojik Ayakizi ve Biyolojik Kapasite

Küresel Ayakizi Ağı (Global Footprint Network) da faaliyetlerimizin ne kadar sürdürülebilir olduğunu ölçmeye yarayan iki ana gösterge yayınlamakta. Neredeyse dünya üstündeki tüm ülkeler için 1961-2008 dönemi için Ekolojik Ayakizi ve Biyokapasite verileri mevcut. Ekolojik Ayak İzi küresel hektar (kha) cinsinden hesap edilmektedir. Böylesi bir seçimin altında yatan mantık şu şekilde anlatılabilir: Farklı coğrafi bölgelerde yaşayan insanların iktisadi faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan doğal kaynak ihtiyacını karşılayabilecek, verimliliğe göre uyarlanmış bir coğrafi alan gerekmektedir. Buna karşılık, her coğrafi bölge yine kha birimiyle ifade edilen ve biyolojik kapasite olarak adlandırılan verimli alanlara sahiptir. Eğer, herhangi bir coğrafi bölgede ortaya çıkan ayak izi, o coğrafi bölgenin biyolojik kapasitesinin üzerindeyse, bu o bölgedeki insanların iktisadi faaliyetlerinin sürdürülemez olduğu anlamına gelir. Zira, biyolojik kapasitenin bir yıl içerisinde sunmuş olduğu doğal kaynakların üzerinde bir tüketim söz konusudur ve bu durum var olan doğal kaynak stoğunun erimesi anlamına gelir. Doğal kaynak stoklarının sınırlı yapısı dolayısıyla bu, mevcut iktisadi faaliyetlerin sürdürülemez olması demektir.

İhtiyaçlarımız için farklı arazi ve coğrafi alanlara ihtiyacımız var. Bunlar, üretim- tüketim sırasında atmosfere saldığımız karbonu tutmak ve kağıt mobilya üretimi için gereken orman alanları, gıda üretimi için tarım arazileri, hayvancılık için otlak arazileri, balıkçılık için deniz alanı ve son olarak ev, fabrika için gereken yapılaşma alanları olarak sıralanmakta.

IMF’ye borçları sıfırladık, sıra doğaya olan borçlarımıza geldi!

Doğaya olan borç da neymiş? demeyin. Nasıl kazandığınızdan daha fazla harcamak borçlanmakla ya da sahip olduğunuz serveti eritmekle mümkünse, doğanın bize sunduklarının (biyokapasite) üzerinde bir tüketim (tüketimin ekolojik ayakizi) de ancak doğal kaynak stoğunun eritilmesi ya da eksik biyokapasitenin başka ülkelerden ithal edilmesiyle mümkün. Ne yolla olursa olsun, tüketimini doğal sınırlara uyumlu hale getiremiyor olmak doğaya borçlanmak anlamına geliyor. Nasıl sorumsuz bir şekilde  borçlanma iflası beraberinde getiriyorsa, doğaya olan borçlar da hayatı birarada tutan sistemin iflasına yol açacaktır.

Aşağıdaki şekilden de görülebileceği üzere, Türkiye’nin biyolojik kapasite açığı, dolayısyla ekolojik borcu, her geçen yıl artmaktadır.

Tablo 1. Türkiye’nin 2008 Yılı Ekolojik Ayak İzi ve Biyokapasite Bileşenleri (kişi başı kha)

Karbon ve Orman Otlak Balıkçılık Tarım Yapılaşma Toplam
Biyokapasite (1) 0.32 0.13 0.05 0.74 0.07 1.31
Ekolojik Ayakizi (2) 1.45 0.08 0.03 0.92 0.07 2.55
Açık (2-1) 1.13 -0.05 -0.2 0.18 0 1.24

Kaynak: Küresel Ayakizi Ağı, 2012.

2008 yılına ait son verilere göre Türkiye’de ortalama bir bireyin tüketimini üretmek için gereken arazi miktarı 2,55 küresel hektardır. Bu 2,55 hektar, otlakçılık, orman, balıkçılık sahası, tarım ve yapılaşma arazisi ve en önemlisi bu tüketim sonucunda ortaya çıkan karbonu emebilmek için gereken orman arazisinden oluşmaktadır. Oysa Türkiye’nin sahip olduğu doğal kaynakların bir yıl içinde sunabileceğii biyokapasite için sahip olduğu arazi miktarı kişi başına sadece 1,31 hektar. Gelir 1,31 harcama neredeyse iki katı, 2,55!

1.24 hektarlık açığın bileşenlerine baktığımızda neredeyse tamamının (1.13) orman arazisi açığından kaynaklandığını görüyoruz. Ortalama bir Türkiyeli’nin kullandığı kağıt, mobilya ve yakacağı odun ve özellikle diğer tükettiği ürünlerin üretimi sırasında ortaya çıkan karbonu emebilecek orman arazisi miktarı 1.45 hektar iken kişi başına düşen orman arazisi sadece 0.32 hektar!

Türkiye orman fakiri bir ülke, doğaya borçlanmadan onunla uyumlu bir yaşam için acilen başta orman ve tarım biyokapasitesine yatırım yapılması gerekiyor. Oysa yapılan bunun tam tersi, 3. Köprü, Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi “çılgın projeler”, ve irili ufaklı HES’ler, maden ve taş ocağı için İstanbul’un Kuzey ormanları başta olmak üzere, Türkiye’de tehdit altında olmayan orman arazisi neredeyse yok gibi.

Bir zamanlar kendi kendine yetebilen (biyokapasite fazlası veren) Türkiye, özellikle 1980 ve 2000’li yaılların başlarındaki dönüşümlerin etkisiyle hızla biyokapasite için dışa bağımlı hale gelmiştir. Şekil 1’de Türkiye’nin biyokapasite açığı vermeye başladığı yılı 1974 olarak görüyoruz.

Şekil 1. Türkiye’nin Tüketim Ayak İzi ve Biyolojik Kapasitesi

Kaynak: Kaynak: Küresel Ayakizi Ağı, 2012. (http://www.footprintnetwork.org/en/index.php/GFN/ )

Biyokapasite açığı 2 yolla karşılanabilir. Ya bunu ithal edeceksiniz ya da doğal kaynak stoklarınızı eriteceksiniz. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse:

Varsayalım ki sadece doğal kaynak olarak ormanlarla ilgileniyoruz ve 100 hektar ormanımız olsun. Bu ormandan, onun fiziksel büyüklüğüne zarar vermeden her yıl 50 metreküp ağaç (biyokapasite) kesebileceğimizi varsayalım. Ancak, orman ürünü tüketimimiz her yıl 80 metreküp (ekolojik ayakizi) ise bu tüketim düzeyi için sahip olmamız gereken orman alanı 160 hektar olacaktır. Oysa 100 hektarımız var, geri kalan 60 hektarlık ormanın üretebileceği 30 metreküp ağacı ya dışarıdan ithal edeceğiz ya da varolan ormanlarımızı keseceğiz. Bu hesapla yıl sonunda 100 hektar olan orman arazimizin 30 metreküp ağacın kapladığı hektar kadar azalacağını kolaylıkla görebiliriz. Bu da sonsuza kadar devam edebilecek bir durum değil, ne yazık ki!

Peki Türkiye’deki durum ne? Türkiye sahip olduğu biyokapasite üzerindeki tüketiminin bir kısmını yurtdışından karşılarken, büyük kısmını varolan stoklarını eriterek karşılamaktadır.

Bu doğal kaynak sömürüsüne dayalı ekonomik büyüme politikalarının bir sonucudur. Öykündüğümüz dünya ülkeleri ekonomik büyüme ile doğa baskısı arasındaki ilişkiyi giderek azaltma yönünde ekonomik yapılarını hızla dönüştürürken Türkiye tam tersi bir yönde hızla uçuruma doğru ilerlemekte. Çok yaygın bir şehir efsanesine göre ekonomik büyüme için belirli bir dönem çevresel duyarlıklardan vazgeçilebilir. Oysa birçok ülkede yaşananlar bunun doğru olmadığını kanıtlıyor. Doğanın sınırlarına, haklarına saygı duymak, o çok önem verdiğimiz, ekonomik büyümeden vazgeçmek anlamına gelmiyor. Aksine, sayıları çığ gibi artan raporların da gösterdiği gibi gelir üretimini doğal kaynak tüketiminden ayrıştırmak için yapılan yatırımlar, doğayı mahveden klasik büyüme politikalarına göre daha fazla büyüme ve daha fazla istihdam sağlayabiliyor. Bunları da bir sonraki yazımda işlemeye çalışacağım.

 

You may also like

Comments

Comments are closed.