Röportaj

Emet Değirmenci: “Beni ötekilestirilmiş insanlarla çalışmak çekiyor”

0

14 yıl İstanbul Teknik Üniversitesinde sismoloji uzmanı olarak çalışan Emet Değirmenci, Avustralya’da 2000 yılında edindiği ekoturizm diplomasına ek olarak 3 permakültür sertifikası aldı ve yerel topluluklara ilişkin deneyimlerini ve aldığı eğitimlerden öğrendiklerini paylaşma yoluna gitti.

Türkiye’de, yerellik, ekolojik restorasyon ve permakültüre yönelik eğitimlere katkı koymasının yanında 2012 yılında Van’da meydana gelen yıkıcı deprem sonrası sismoloji ve permakültür deneyimlerini birleştirerek Türkiye’nin ilk afet sonrası ekolojik restorasyon/permakültür projesine de ön ayak oldu.

Emet Değirmenci, “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” kitabının da editörü ve projesinin geliştiricisidir.

Bilkent Üniversitesi’nde Arkeoloji ve Sanat Tarihi eğitiminin ardından bir süreliğine Çanakkale’de Klan Çiftliği’nde gönüllü olarak çalışan ve daha sonra Norveç’te UMB’de Agroekoloji masteri yapan dostumuz Selen Çağlayık Eloğlu’nun Emet Değirmenci ile Yeşil Gazete için yaptığı söyleşiyi siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.

Selen Çağlayık Eloğlu’nun agroekoloji üzerine yazılarına Selen’in Agroekoloji Günlüğü sitesinden ulaşabilirsiniz.

* * *

 

Permakültür Nedir?

Emet Değirmenci

Permakültür kalıcı kültür (permanent culture) olarak Avustralya’da Bill Mollison ve öğrencisi David Holgreen tarafından 1970’lerde öne sürüldü. Zaman içinde bütüncül bir ekolojik yaşam tasarımı paketi olarak şekillendi. Permakültür merkezi olmayan toplumsal düzeyde karşılıklı bağlılık ilişkisi temelinde enerjiden su hasadına, atık yönetiminden verimli arazi kullanımına, ekonomiden topluma kadar pratik yöntemler içerir.

Permakültürün ilk çıkışı kalıcı tarım  ağırlıklı idi. II. Dünya savaşından sonra petro-kimya ürünü sunni gübreler  (buna böcek ve yabani ot öldürücüler de dahil) dünyanın topraklarını hızla çölleştirmekteydi. Permakültürden önce de  alarm ilan eden bir dizi düşün insani oldugunu belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda bazı önemli kitaplardan söz edersek; 60’larda  Rachel Carlson’ın Sessiz Bahar ı, Murray Bookchin’in Sentetik Çevremiz ve Fukuoka‘nın geliştirdiği doğal tarım yöntemleri ve felsefesini içeren yayınları…Hatta bundan da öncesi var. 1915’de  ABD’li tarım bilimcisi  Franklin Hiram King’ in  40 .YY’ın Çiftcileri  (Farmers of Fourty Centuries: Organic Farming in China, Korea and Japan)  kitabı Asya’da geleneksel tarım pratikleri açısından kalıcı tarıma  dikkat çekmekteydi.

Permakültüre sağ duyuyla ulaşılacak doğru yol diyenler de var.  Buna tam anlamıyla  katılıyorum. Bu algıya bir örnek Avusturya Alp’lerinde 60’lı yıllardan bu yana ekolojik tarım ve ekolojik yaşam teknikleri uygulayan Sepp Holzer‘dir.  Kendisinin permakültür deyiminden 80’lere kadar haberi olmadığından bahseder;  “Bir gün bana senin yaptığın permakültür dediler” şeklinde dile getirir. O’ndan sonra çıkaracağı kitabına Sepp Holzer Tekniğiyle Permakültür adını verecektir. Sepp Holzer bugün dünya çapında  (Portekiz’deki Tamera Ekoköy’ünün su projesi dahil) büyük ekolojik projelere imza atıyor ve yaptığının ekolojik restorasyon olduğunu vurguluyor.

Permakültürün içeriğine baktığımızda yerli (indigenous) ve geleneksel kültürlerden çok fazla öğe buluruz. Örneğin, kardeş bitkiler Amerikan yerlilerinin tarıma geçmesinde uyguladıkları üç kızkardeş olarak adlandırdıkları (mısır, fasülye ve kabağın) birlikte ekim yöntemidir. Gıda ormanı yaratırken ağaç birliktelikleri (Guild) sistemi uygularız.  Bu da diktiğimiz ağaca gerekli mineralleri  toprağın derinlerinde getirecek bitkiler demektir.  Aynı zamanda kardeş bitkiler gibi bakteri, mantar vb bitki hastalıklarına karşı doğal yöntem olup aynı zamanda yararlı böcekleri çekme özelliğine sahiptir. Aztekler döneminde yapılan arkeo ekolojik araştırmalarda tıpatıp bu yöntemleri izlediklerini görüyoruz.  Sonra bazı bahçe tipleri var. Örneğin  Anahtar Deliği Bahçesi Uganda ve Kenya’dan,  Mandala Bahçesi Tibet Budist’lerinin pratiklerinden, biyokömür ise Brezilya yerlilerinin Amazon ormanlarında toprağı  zenginleştirmek için kullandığı bir yöntemdir. Bilginin evrensel olduğu dikkate alınırsa birbirimizin pratiklerinden öğrenip uygulamamız olağandır. Ne var ki şeylerin birbiriyle  bağlantısına ve sürekliliğine atıfta bulunalım ve o partikleri bize ulaştıranlara minnettarlığımızı da belirtelim. Hiçbirşeyin gökten zembillle inmediğini bilelim. Çinde Lost Plato ve Hindistanda Rift Valley’nın restorasyonu gibi daha bir çok örnek verebiliriz. Permakültür isim olarak bizi birleştiriyor. Endüstriyel monokültürel gidişe ve desantralize pratikleri gün ışığına çıkarıp  hatta bunlara modern teknolojiyle yenilerini ekleyerek halka kendine yeterliliğin mümkün olduğunu gösteriyor.

Bugün içilebilir suyun dünyada %0.5’e düşmesi ve akiferin kuruması alarm verici düzeyde su hasadına yönelmemiz gerektiğini gösteriyor. Biyosferin hızla aşınmış olduğu gerçeği bize her yerde ekolojik restorasyon gerekliliğine işaret ediyor.  Ekolojik bilgelikle ve ekolojik ilkelere göre öyle tasarımlar yapmalıyız ki insan hem kendi yaşamı, hem de içinde bulunduğu yaşam süreçlerini kendi kendine çevirebilecek şekilde sürekliliği olan dirençli sistemler kurabilsin.    Permakültürün üç etiğine  (yeryüzünü koru, insanı koru ve fazlanı paylaş) ve prensiplerine (karşılıklı bağımlılık, cok fonsiyonluluk vb. ) baktığımızda permakültürün ‘Uygulamalı Ekoloji’den çok şey aldığını görürüz. Örneğin, Fritjof Capra’nın, Schumaher College’da verdiği derslerde ekolojik ilkelerin öğretildiğini görürken Murray Bookchin kitaplarında (Özgürlüğün Ekolojisi, Toplumu Yeniden Kurmak, Ekolojik Bir Topluma Doğru vb.) ekolojik bir toplumda karşılıklı bağlılık ve dayanışmanın esaslarını toplumsal düzeyde anlarız.

 

Permakültürün dünya için önemi nedir? Permakültür dünyanın değişen koşullarında ne sağlamaktadır?

Permakültür ekolojik ve sürdürülebilir yaşam döngüsünü betimleyen bir terim. Permakültürde bitkiler, hayvanlar, tabiat, barınaklar, insanlar ve toplulukların uyum içinde hayatiyetini sürdürmesi temel gaye.

Permakültür kapitalist tüketim toplumunun geliştirdiği kıtlık toplumu yerine ekolojik tasarım ilkeleriyle bolluk toplumu yaratabilmenin mümkün olduğunu gösterir.  Tasarımlarımızda insan gereksinimlerini odak alırız ancak insanı merkeze koymayız. Çünkü dikkate alacağımız insan ögesi kapitalist tüketim toplumunun bir ferdi değil, yaşam pratikleriyle kendini doğanın bir parçası olarak adapte etmiş modeldir.  İnsan etrafında gereksinim duyduklarıyla beraber yaşayan bir ekosistem oluşturur. Dünyayı atık yığını haline getiren yanlış tasarımlar masum değildir. Bilmeden “yanlışlıkla” tasarlanmış da değildir.  Ekolojiyi ekonomiden ayrı tutup, sürekli büyümeye odaklanan kapitalist sistem,  kuyumuzu kazdı. Yediğimiz, içtiğimizle vücudumuza 218 toksik atık biriktiği belirtiliyor.  Bu da hasta birey, hasta toplum ve birbirine şiddet uygulayan insanlar demektir. Ancak sistem bu kez de bacasını ve paketini yeşile boyayarak sürdürülebilir olmaya çalışıyor. Buna da dikkat etmek lazım.

Biraz daha derinden toplumsal olarak bakarsak endüstriyel-kapitalist sistemde ilişkilerin de tüketildiğini görürüz. Oysa ekolojik bir tasarım doğası gereği yapıcı ilişkiler harmanıdır. Karşılıklı olarak birbirini destekleyen, besleyen ve büyüten (hatta kompost gibi değerli bir madde olup dönüşüme sokan) bir ilişkiler ağının örülmesi üzerine kurulur. Öyleyse karşılaşılaştığımız problemlerde çözümü dışarıda değil, problemin içinde arayan ve çözümün  parçası olmak için sorumluluk alan insan modeline gereksinim vardır. Bu da kendi kendine işleyen otonom ekolojik bir sistem kurmak anlamına gelir.

 

Permakültür kursu hayatımızda ne tür değişiklik yaratabilir?

Permakültür,  etik ve ilkeleri vasıtasıyla ekolojik tasarımlarımızda yaşama bütünsel bakmamıza yardımcı olur.  Elbette bu önceki alt yapımıza ve kursta alınan ip uçlarını derinlestirmeye ve en önemlisi uygulama yapmaya bağlıdır. Örneğin suyunuzun nereden geldiği ve size ulaşana kadar hangi döngülerden geçtiği, hangi izleri taşıdığı bütünsel bir ilişkiler zinciridir.  Amerika’da ilk verdiğim permakültür tasarım kursundan sonra bir  öğrencim şöyle demişti: “Önce kompost yapmayı öğrenmeye çalışıyorum, sonra da bahçemi tasarlıyacağım. Daha sonra evimde daha az enerji kullanma yöntemleri sırada. Şimdi artık mahallememin sokaklarından geçerken ne kadar yanlış tasarlandığını görebiliyorum.”

Elbette bu düzeyde bir yorum yapabilmek için ekolojik bir alt yapı olduğunu varsayıyoruz.  En önemlisi büyük resmi de görebilmek… Atık üretmeyen ekolojik bir tasarım yapmak ve bu tasarım sırasında enerji döngülerini en verimli şekilde kullanmayı kavramak bir süreç meselesidir. 72 Saatlik bir sertifika  kursunda (ki; bu aslında konuya bir giriş niteliğindedir)  biyosferdeki çeşitli enerji döngüleri (karbon, su, besin döngüsü vb)  hakında bazı ipuçları verebiliyoruz.  Daha sonra isteyen istediği konuda derinlik kazanabilir. Örneğin sırf arıcılığa soyunanlar olduğu gibi yalnızca kompost türlerine yoğunlaşmak, su ve enerji hasadı, hayvanların ekosisteme entegrasyonu vb olabilir.

 

Siz permakültürü yaşamınızda nasıl uyguluyorsunuz?

Emet Değirmenci, Yeni İnsan Yayınevi'nin ekoloji dizisinden çıkan, "kadınlar ekolojik dönüşümde kitabının da editörü

İlk permakültür sertifikamı 1997’de Türkiye de Max Lindegger’den edindikten sonra   Avustralya ve Yeni Zelanda’da bulundum ve oraların iklim ve coğrafyalarında hem gözlem yaptım hem de özellikle toplumsal projelerde (ekoköy girişimlerinden toplumsal kent bahçeleri kurmaya kadar) deneyim kazanmaya çalıştım. Köy kökenli olup toprakla ilişkimi her gittiğim yerde  korumaya çalışmıştım. Toplumdaki iş bölümü ve toplumsal ekoloji felsefesine, permakültürden onlarca yıl önce kafa yormaya başladığımdan şanslıydım. Yeni Zelanda’da sığınmacı yeni göçmen kadınların önderlik ettiği Innermost Gardens projesini kurduk. Projeyi oturtmak için 3 yıl ailemin zamanından da çalarak yoğun emek verdim. Hatta o zamanlar orta okulda olan oğlum hakim kültür altında  etniklere dayalı bir projeyi yoktan var etme çabalarımızı hala çok canlı anımsıyor.  Her büyüyen ağacın resmini ve projedeki değişiklikleri ailecek heyecanla izliyoruz. Bugün Wellington’un merkezinde çok kültürlülüğü esas alan permakültür eğitimi de veren  ve yerli (Maori) bilgeliğini esas alan örnek bir yerimiz var. Proje alanı değişik okul ve toplum gruplarının eğitim mekanı da oldu. Üzerine master ve doktora tez konuları yapılıyor. Bu arada  bu projenin annesi olarak uluslarası bir ödüle de layık görülmenin tadını da yaşadım ama herşey kollektif bir çabanın ürünü olduğu için o sıfatı da grubumuza atfettim.

Son yıllarda Türkiye’ye yılda bir kez gelmeye çalışıyorum ve değişimleri yakından izleme, olabilirse eğitimlere katkı sağlamaya çalışıyorum.  Amerika’daki permakültür hareketinde bir Türkiyeli olarak yer alıyorum ve kadim Anadolu kültürünü yansıtmaya çalışıyorum.  Son olarak Erciş’de yaptığımız deprem sonrası ekolojik restorasyon projesini tanıttım. Seattle’ın serin ikliminde kendine yeterliliğe önem veriyor, olabildiğince sebze ve meyveyi kendim yetiştiriyorum. Arılarımdan elde ettiğim balın fazlasını komşularımla paylaşıyorum. Onlara sırf estetik için değil gıda için polinasyon bitkileri ekmelerini öneriyorum. İnsanlar gelip geçerken durup bir bakıyor küçük kent çiftliğime… Çünkü  hep yeni bir şey ilave ediliyor. Ya bir heykel ya bir ağaç vs.  Dolayısıyla yok etmek istediğimiz bir ağaçtan basit bir bank ve sehpa yaptım. Yol kenarında bir sosyalleşme köşesi oldu. Bazen onlara toplayıp bir tutam salatalık ürün veriyorum. Öğrenmek isteyen gençler geliyor. Ben yokken bahçeye bakıp mevsimlik ürünlerden yararlanıyorlar. Ayrıca mahallemde neredeyse her köşede bir toplum kent bahçesi var. Onlara tasarımlarında fikir veriyorum. Fide vb ürettiğimin fazlasını verdiğim de oluyor. Arkadaşların düzenlediği permakültür kurslarına konuşmacı olarak davet ediliyorum. Yetiştiremediğimi ‘Takas Festivalleri’ nde değiş tokuş yaparak sağlıyorum. Bu yolla mahallemde  karşılıklı bağlılık üzerine bir yardımlaşma ağı örerken karbon ayak izimi de azaltmış oluyorum. Seattle’da ABD’nin en büyüğü dedikleri gıda ormanı oluşuyor. Vakit buldukça benzeri projelere de katkı verme çabam da oluyor.  Böylelikle kavramı içselleştirirken permakültürün 3. etiğini de hayata geçirmiş oluyorum. Üstelik bu yolla insana dokunmanın zevki başka oluyor.

Topraksızlaştırılan ve ötekileştirilen insanlar çekiyor beni…  Kısacası ötekileştirilen insanların yaşadığı  sosyal ve çevresel ekosisteme nasıl katkıda bulunabileceğime kafa yoruyorum. Innermost Gardens gibi gecen sene Van depremi sonrası  Türkiye’nin ilk permakütür projesini oluşturabiliriz diye yola çıkmam bu nedenleydi…

 

Permakültür Sertfika kursu neyi amaçlar?

Permakültür kursuyla öncelikle ekolojik yasam tasarımı için neler yapılabileceği üzerine olasılıkları görüyorsunuz. Dünyadaki başarılı örnekleri gösteriyoruz. Eğer yaptığınız uygulamalarda  ehil hale gelmişşeniz siz de öğretici durumuna gelebilirsiniz. Bu ağa dahil olup sürekli kendinizi yenileyip yeni dostlar edinirsiniz.

 

Permakültür İstanbul gibi büyük kentlere neler sunuyor?

Nüfusunun % 70-80 gibi bir oranının kentsel dönüşüme maruz kaldığı, köylülüğün kaldırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Oysa küresel iklim değişimine karşı  çözümler üretilmeye odaklanıldığı dönemde köylülüğü artırıp özümüze dönmemiz gerekiyor. Bir zamanlar hepimiz köylüydük. Hepimiz yerliydik ve yerel üretip yerel tüketiyorduk. Köylü, atık üretmeyen sistemi kendisi  tasarlıyordu. Karbon ayak izi neredeyse sıfırdı. O halde ekolojik restorasyona  kırsaldan değil, kentlerden başlamak daha da önceliklidir. Zaten bazı ögrencilerimiz permakültür kurslarına giderken köylü olmayı öğrenmeye gidiyoruz diyorlar.   Dolayısıyla önce bir arazimiz olacak, sonra da üstünde permakültür uygulamaları yapacağız diye beklemeye gerek var mıdır? Atıkları küçük alanlarda dönüştürüp minicik alanlarda dikine bahçe dizaynlarıyla işe başlanabilir. Yaşadığımız alanlarda enerjiyi akıllıca kullanabilir hatta üretebiliriz. Örneğin, biyoenerji ki; bugün algi (algea) besin maddesini  serada üretmek mümkün. Mutfak, balkon ya da banyo gibi birçok alanda solucan kompostu yapmak mümkün.  Ben bir çeşit fermente kompost olan bokaşi kompostumu kendi geliştirdiğim bir yöntem ve küçük bir düzenekle üretiyorum. Suyunu da bitkilerimi beslemekte ve hastalıklarını tedavide kullanıyorum.

Kent bahçeleri ve permablitz gruplarına katılabilirsiniz. Yoğun yapılaşma gerçeğine rağmen çatı bahçeleri yapılabilir, belediyelerden toplumsal kent bahçesi için arazi istenebilir.  Böylece rant peşinde koşanlara da başka tür ‘dur’ diyen bir kesim oluşabilir. Toprakta büyütmek değil kompost vb ile toprak büyütmeyi öğrenmek önemlidir.  Ana okulundan başlayarak okullarda ve üniversitelerde kompost yapılması hem kantin atıklarını dönüştürmede (ki; yemek atıkları içinde bunlar %70 dir) hem de  gelecek kuşakların toprağı tanıyarak yetişmesi anlamına gelir. Böylece kantinlerinde kendilerinin ürettigi sağlıklı yiyecekler satmış olurlar. İlkokullardan üniversitelere ve iş yerlerine kadar dünyada bunun çok örnekleri var.  Böylece kamusal alanlarda atık azaltma ve dönüştürmenin yanında enerji tasarrufu da sağlanmış olur.  Avustralya’nın öncü permakültürcülerinden  Robyn Francis bir makalesinde toprakla  uğraşmanın içerdiği  serotonin hormonundan bahseder. Toprak büyüten insan mutludur.  Sonra betonlar kırılıp yağmur bahçeleri (rain gardens) yapılarak akiferin beslenmesi sağlanabilir.  Atık su denilen çamaşır ve bulaşık suları hemen yerinde değerlendirilip bahçeler beslenebilir.  Bugün siyah su dediğimiz lağım suları Almanya ve Japonya gibi ülkelerde yeşil bina projeri kapsamında ele alınıyor. İş yeri ölçeğinde de uygulamalar da var. Kentlerin Özgür Ekolojik Geleceği makalemde değindiğim gibi bir kültür birikimi olan kentleri daha zevkli yaşanır hale getirmek mümkün! Elbette bunun için belediyeler,  kent plancıları,  mimar odalarına vb yerlerle koordineli çalışmak gerekmektedir.

 

Editörlüğünü yaptığınız “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” isimli bir kitabınız yayınlandı. Nereden esinlendiniz ve bu kitabın nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz ?

"kadınlar ekolojik dönüşümde" kitabı ile Türkiye ve Dünya'nın çeşitli yerlerinde ekofeminizm üzerine çalışan kadınlar mücadele ve deneyimlerini paylaşıyorlar

Evet, Yeni İnsan Yayınevi’nden 2010’da çıktı ve epey kadına (ve kadınları anlamaya çalışan erkeklere) esin kaynağı oldu. Kitaptaki öyküler ise sıradan bir kadına, bak ben de yapabilirim diye teşvik etmesi için yazıldı. Bu anlamda kitap hedefine ulaştı! Aslında editörlük yerine derleyen demek lazım belki de… Değişik ülkelerden ekoloji ve kadın aktivizminde yüzyüze tanıdığım birçok kadına çağrı yaptım kitap için. Kars’ın Boğalıtepe köyündeki kadınlarla yaptığım bir söyleşi ve Yeni Zelanda’daki İnnermost projemiz hakkında deneyim paylaştığım bir makalem de var içinde. Evrensel anlamda kadınların yazılı tarihini geliştirmek açısından önemsiyorum bu tür projeleri. Çoğu arkadaş ilk kitabımın daha başka olmasını bekliyorlarmış. Belki daha felsefik ve politik… Sırada başkaları var deyince rahat ettiler. Kafamda üç kitap projesi daha var. Biri Anadolu’daki geleneksel ekolojik pratiklere ve onların öykülerine yönelik olacak. Biri benim yıllardır yerli ve yerel insandan esinlenmelerimi kısacası doğrudan deneyimlerimi ve neredeyse 20 yıla yaklaşan yurt dışı seyyahlığımı içerecek. Bir merkezi sisteme bağlı olmaksızın atık mantalitesi olmayan yaşam pratiklerine dair… Hepsinde toplumsal ekolojik bakış açısı temel alınacak ve elbette cins ve ötekileştirilmişlerin renkli öyküleri de… Üçü de üç kızkardeş gibi lüle lüle saçlarına taktıkları kırmızı karanfillerle yanyana yürüyüp ha bire yüzüme bakıyorlar ne zaman sıra bize gelecek diye.

 

Röportaj: Selen Çağlayık Eloğlu


(Yeşil Gazete)

 

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.