KitapManşet

Kısa. Yoğun. Sert. Boşluklu.

0

“Kış zamanı. Karlar eskimeye başlıyordu, ama soğuktu yine.”

Bora Abdo’nun adını öykülerindeki kısa ama yoğun anlatım tarzı gibi kısa zamanda yoğun biçimde duyduk. Son bir iki yıl içinde neredeyse bütün önemli dergilerde öyküleriyle karşılaştık. Tarzı farklı gelse de, insanı çarpan öyküler anlattığı için merakla takip eder olduk. Bir süre sonra da hiç kanat alıştırmadan uçmayı başaran, bu martılar arasındaki albatrosun kitabını beklemeye başladık. Yazmasını sevmeyen babaya ithaf edilmiş ilk kitabıyla da yazar beklentilerimizi fazlasıyla karşıladı. öteki kışın kitabı, aynı zamanda karakış üçlemesi’nin de ilk kitabı. Sonrasında gerçek adı süreyya adlı bir romanın gelecek olması, Bora Abdo’nun yazmadığı on iki yıl boyunca (1997 – 2009 yılları arasında) sadece okumadığının aynı zamanda düşündüğü ve biriktirdiğinin de kanıtı adeta.

Yazarın, somut, doğrudan bir anlatımı yok; soyut, dolaylı, sezdirmeli bir anlatımı tercih etmiş. Kitabın tamamına hâkim olan, şifreli dili çözmek içinse okurların ekstra çabası gerekiyor. Gözleriyle takip edenlere değil, altını çize çize, dura düşüne okuyanlara göre yazılmış bir kitap bu. On bölüm ve on yedi öyküden oluşuyor. Zaman zaman öyküler arasında ince göndermelere, bağlantılara rastlanıyor ama bölüm içlerinde somut irtibat olmadığı gibi aralarında da bariz ayrımlar yok.

İlk öykü olan bela evi’nin adı kadar, “Sokak, sıcak. Kaçtım. Ardımda kırık bir gölge. Ter gözbebeklerimi yaktı. Kirpiklerim düğümlendi. Acımsı. Gece küfreden bıyıklar. Tekme atan. Yumruklayan. Gözüm mosmor. Kolum. Dağılıyor hep bir şeyler. Birden. Siren sesi. Uğultulu,” şeklindeki anlatımdan da anlıyoruz, kadının adalet dağıtan kocasını neden/nasıl terk ettiğini. Ölen eski eşin ardından, ölümün tüm yükünü sırtlanmak istercesine,  kadın yıllardır öpmediği o bıyıklı dudakları öpüyor. Öpüyor öpmesine hatta ölümün suçunu kendi terk edişine de bağlıyor ama bunda haklı olduğunu da ince bir sitemle dile getiriyor. Aslında alıntılanabilecek o kadar çok cümle var ki, öykünün tamamını aktarsam yeridir. Ama okurun ağzınıza bir parmak bal çalıp, kavanozu kucağına bırakmakla yetiniyorum. “Evlendikten yıllar sonraydı. Renksiz, buruşuk bir perde inmişti kirpiklerime. Kör olmamıştım, hayır. Kirpiklerim islenmişti. Tırnaklarım kırılmıştı. Nefes alamıyordum. Tahta gibiydi. Her akşamüstü. Yağmurlar dinince. Pul pul dökülerek… Karakollar kurdum. Filmler seyrettim. Duvarlarımı sağdım. Rüzgârlarımı. Karanlık kıyılarda. Sabahı seyredemedim. Kendi kendime konuştum. Çocukluğumun diliyle. Böyle yaşlandım. Yüzümü kustum avucuma. Ağzı köpüklü köpeklerin kulaklarını okşadım. Uzun bir kar bekledim. Küfelik. Buz sarkıtları. Yok. Aç hep, taş. Yokluk. Azalmasın. Özür dilerim. Bir başkası olamadım.”

Meskeni sokaklar olan… koltuk değnekli bir dilenci… bir kolu olmayan yüzü yanık arkadaşı… sokakta yaşayan… adı Laçin konulan… ölmek isteyen bir kadın… bütün makineleri suskun da olsa… lunapark da ölünmez… kışın adalar yaşamdan çok ölüme yakın durur… ödünç üç hasır tabure… ağaca bağlı ipler… devrilen iki tabure… bileğe atılan bir jilet…

“Karım kendini sıvası dökük bir duvardaki çiviye, yeşil boyalı bir anahtar gibi astıktan çok sonraydı,” diye biten bir öykü –lâçin– başka nasıl anlatılır ki?

“O gece Lâçin saç diplerimize yağdı. Kucaklarımıza küçük, kardan kediler yaptı. Alınlarını okşadık donmuş parmak uçlarımızla. İsimler verdik her birine. Kendi uydurduğumuz fırtına isimleri. Köpekler hep yağdanlıktır zaten fırtınası, kara kediler uğursuz değildir fırtınası, sobamızı söndüren bizden değildir fırtınası… Hayır, arya söylemedik. Kımıldamadan durduk sabaha kadar, kediler rahatsız olmasın diye. Lâçin’in saçlarını okşadık, arkadaşım bir masal anlattı, korktuk, ağladık, Lâçin çok titredi, burnu kıpkırmızı dondu, gidip gelip yanaklarımızı öptü, kulaklarımızı ısırdı, öpüştük, uzun uzun öpüştük, saçlarımızı taradı, sarılamıyorduk, fırlatıp atacaktık kucağımızdakileri, Lâçin çok üzülür diye duruyorduk heykel gibi, bir anımız kalmıştı geçmişte, ne bir gölgemiz, oturduğumuz yerde ölüyorduk.” Anlatımdaki harikuladeliğin yanı sıra yazarın oyunu da dikkatimizi çekiyor. Koltuk değnekli dilencinin arkadaşıyla birlikte uydurduğu fırtına isimleri kitabın bölümlerini oluşturuyor. Buradan anlatıcının, arkadaşları ve karısının aksine yaşamaya devam ettiği çıkarımını yapabiliriz ya da kardan kediler rahatsız olmasın diye kımıldamadan durup, usulca sayfayı çevirip sonraki fırtınaya geçebiliriz.

“Seni düşündükçe bütün bu dünya ısınıyor içimde. Rüzgâr çay kokuyor, şalını düşürmüşsün gibi, beklemek kokuyor, bulmak ve kaybetmek kokuyor, söylenemeyen tutuk kelimeler, kırık sözcükler, sen kokuyor. Papatyaya, çarkıfeleğe, yeni çiçek açmış bademe yakınlaşıyor sabahlar. Kayboluyor yaz. Kahverengi, büyük kafalı iki tane köpeğin yorgun yorgun uyuduğu bir bahçemiz olsun istiyorum, bir inciri yarmak ortasından. Oysa ismini bile yazamıyorum. Güneşe dokunmaya çalışan iki kozalak gibi gözlerini. Vapur dolu sesini. Deniz ağarırken tam karşımızda. Kirpiklerin tarçın,” diye sevilen bir yasak aşkın ardından kaç kadeh rakıdan sonra sarhoş olunacağının cevabı gibi, onuncu.

Bora Abdo için detayların yazarı diyebiliriz. Hepimizin gözünün önünde durduğu halde görmeden geçtiğimiz küçük ayrıntılar adeta yazarın öykü evrenin yapıtaşlarını oluşturuyor. Kadının, birden çalışmayı, konuşmayı kesen kocasına tutkusunu anlatan bir hikâye olan, sadece o biliyor’dan bir paragrafla örnek verebiliriz: “Şoför ağır ağır kullanıyordu arabayı. Elleri büyük, direksiyonda, mavi sarı kravatı gevşek. Ütüsüz pantolonu gaz pedalında sıkıntılı, çoraplarının siyahı soluk, kemerinin derisi açılmış aşırı sıkmaktan, ağarmaya başlamış saçları hayal kırıklığının öfkesini kusmuş omuzlarına. Dalların yeşil huzmesi alnına sokuluyor, kırışık, hiç gülmemenin kıraç kötümserliği donuk bakışlarında. Sileceklerin arasında kuru, sarı yapraklar yarım yamalak. Kırgın. Radyoda silikonları patlak, yüzü gerdirilmekten davula dönen şarkıcının acemaşiran küskünlüğü.”

Yazar genel olarak kısa cümlelerle derdini anlatıyor. Öykülerinin özellikle ilk paragraflarını kısacık cümlelerle örüyor. Bu boşluklu anlatımla yazar bir takım durum ve olayları ortaya koyuyor. Onları birleştirip boşlukları doldurmayı ise okura bırakıyor. İki at üzerinden ölümü, dostluğu, yitiği anlatan bir öykü yelkovan. Bu öykünün de genelinde ve özellikle ilk paragrafındaki anlatım kısa cümlelerden oluşuyor. “Bir at. Büyükada’da. Adı Gorki. Kara. Polonyalı bir soydan. Dedesi engelli yarışçısıydı. Kara. Alnı kırçıl. Sonra Kasımpaşa’da. Zayıflamıştı. Çökük. Yirmi beşinde. Bir at kasabına. Kış çökmeden. Bıçak parasına. Güpegündüz. Yeşil bir balkonda, ilk rüzgargülü dönerken kuru bir saksıda. Nereye götürdüklerini öğrenememiştiler. Yeleleri dökülmüştü. Aksıyordu. Sağrısı karanfil kokuyordu. O gün, o saat çıkan gök kuşağını görmüştü, sanki. Bir ara durmuştu. Başını kaldırmıştı. Çok çıplaktı.”

o kış yüzüme çöreklenmeden önceydi çok önceydi peki gidiyorum o zaman tabi ben, adı uzun olsa da kısa bir öykü. Kısa hatta tek kelimelik cümlelerin yoğunluğu baş döndürücü. Bunun sebebi ölmek üzere olan bir kadının ağzından dökülen son cümleler olması belki de. “Kirli desenlerini silemiyordum yüzümün. Kirpiklerimin buruşukluğunu… Kapısı yaralı… Biçilmiş ot kokusu… Gök örüyordu… Koridordan küs ışıklar akıyordu… Rüzgârda perdelerin sallanışı donardı… Konuşurken gülen göz bebekleri donardı…” gibi büyülü cümlelerden oluşuyor. Zaten kitap da, büyülü bir dilden ve altını çizmeden duramayacağınız cümlelerden mürekkep.

Farklı öykülerdeki kahramanlar arasında kimi zaman bir ilişki ya da inceden bir selam seziliyor. Belli belirsiz bu kalem darbelerini, yazarın küçük sürprizleri olarak algılamak mümkün. köpek‘in kahramanını hem fırtına isimleri uyduran laçin’in hem de bisikletle giderken köpeğin kovaladığı deniz’in elbisesi’ninkiyle özdeşleştirebiliyoruz. Bu öyküde kahramanın kendisine saldırarak bacağını ısıran köpekten intikamını vahşice alışı anlatılıyor. Öykü köpeğin sahibini beklerken, merak duygusu tavan yapmışken, sonu okura bırakılarak bitiyor.

“Niye öldürdüm ki kız,” diyorum, “bazı akşamlar ne güzel saz çalardı!” diye biten, kardan kadın, çocuklukta yitirilen âşıkların tekrar kavuşmasını ve bu sırada aradaki eşin ortadan kaldırılışını anlatan bir öykü. kuyu, diyaloglardan oluşuyor; boşalmış belki de boşaltılmış bir köyden geriye kalan adam, karısı ve kumasının öyküsü. Belki de gizliden gizliye kardan kadın’da öldürülen Yusuf’un öyküsü.

Klasik anlatıma daha yakın duran, mimoza, kapı duvar, Heybeliada’da karlı bir mart gecesi yürürken görülen mimoza üzerine kurulan bir öykü. Ağaçla bağlantılı yıllar öncesine gidişle genişleyen anlatım, anneyi hatırlama ve sarılma özlemiyle, oymuşçasına kendi kendine sarılışla son buluyor.

Bora Abdo’nun öykü evrenine girmek ve anlayışını kavrayabilmek için belki de kitabı sondan başa doğru okumak gerekiyor. Klasik anlatı geleneğine daha yakın duran, gerek anlatılanlarda gerekse de anlatımda fazla boşluk bırakmadan kurulan, çabuk anlaşılan öykülerle biten kitabın baştaki soyut, anlamak için birkaç defa okumak gereken, tek cümlelik, boşluklu öykülere giden yolunu ancak bu şekilde bulabilmek mümkün.

Bora Abdo’yla -Sait Faik, Barış Bıçakçı, Marquez gibi- kimi yazarlar arasında akrabalık kurulabilse dahi, yakın bir bağ kurulması zor gibi duruyor. Çünkü kendine ait tarzıyla pek kimselere benzemiyor. Kısa, yoğun, sert ve boşluk bırakarak yazıyor. Cortazar’ın, “Roman puan toplayarak, öykü nakavtla kazanmak zorundadır,” deyişi gibi, yazar neredeyse tüm öykülerinden nakavtla ayrılıyor.

Bora Abdo
Öteki kışın kitabı
Öykü
Alakarga Sanat Yayınları
128 sayfa, Eylül 2012

 

 

Mehmet Fırat Pürselim

 

More in Kitap

You may also like

Comments

Comments are closed.