Hafta SonuKitapManşet

Fotoğrafı çektirdikten sonra… – Mehmet Fırat Pürselim

0

2006 yılının nisan ayı, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nın ödül töreni için AKM’deyiz. Bir anma günü etkinliği olmasına rağmen çektirdiğimiz bütün fotoğraflarda mutluyuz. Sevgili Aysel Ekiz’le ödüllerimizin karışması dahi mutluluğumuzu bozmuyor. Hatta bu ufak karışıklık bile bir mutluluk vesilesi oluyor. Sonrasında da bir yazı dostluğunu başlatıyor.

Birbirimize yazdıklarımızsa fotoğraf karelerindeki mutlu anlar olmuyor genellikle; ölümler, hastalıklar, hayatın boğucu dertleri, bir de üzerine yazının sıkıntıları… Yaşarken mutlu olduğumuz anları bile -yıllar sonra- anlatırken, satırlarımıza hüzün yerleşiveriyor. O hüznü kovmak için de gene edebiyata sığınıyoruz. Henüz bitmiş bir öykünün sıcaklığını, dergide yayımlanan bir yazının mutluluğunu, kazanılan bir ödülün sevincini, çıkan kitaplarımızın mahcup gururunu da paylaşıyoruz.

Şimdi elimde Aysel Ekiz’in ilk kitabı olan Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur’u* tutuyorum. Kapağında, salıncakta sallanırken kahkaha atan iki çocuğun sevinci var. Arka kapakta da mutlu anları ölümsüzleştiren kareler. Düşünüyorum; gerçekten de bütün fotoğraflar mutludur, insanın mutsuzluğu o poz verme ânı bittikten sonra başlar diye. Zaten Aysel Ekiz de öyle demiyor mu, on dört öykülü kitabının, on beşinci ve en güzel öyküsü olan giriş yazısında: “Mutluluk, siz mutlu olduğunuz için değil, fotoğrafını çektiğiniz için ölümsüz olurdu oysa, hiç bilmezdiniz.”

Kitapta da genel olarak, o mutluluk anlarının sonrası anlatılıyor. Fotoğrafı çekilmeyen o anlar öyküleşiyor, insanın içini yakan kor bir ateş oluyor, elimizle o ateşi tutuyoruz, elimiz yanıyor. Şimdiye kadar hep güldüğümüz için fotoğrafımızın çekildiğini düşünmüşsek de, aslında fotoğraf çekilirken güldüğümüz gerçeğiyle yüzleşiveriyoruz.

Kitabın ilk öyküsü Sobe’de, iki yalnız kadının dağılan parçalarıyla saklambaç oynamaları; sakızlı kahveyle, hanımeli kokusuyla, eski aşklarla kaybettikleri benlerini bulmaları anlatılıyor. Ta ki, hayat oyununda parçaları yeniden dağılıp saklanana kadar… “Öfkemin sessizliğini dinliyor Nisan. Suskunluğunu seviyorum. Sokağın betonunu kıran dantel perdesini sevdiğim gibi seviyorum. Damağımda siyah çikolatalı kahve tadını, bana annemi getiren hanımelilerinin kokusunu, kıvırcık oğullu Hasan’ın gönlümde kanat çırpan kuşlarını sever gibi.”

Günden güne artan kadın cinayetlerine dikkat çeken bir öykü Selvi’nin Yıldız. İnsanın seviyorum dediğini öldürmesi, gündüz yıldız kayması kadar anlaşılmaz bir şey ama ülkemizde gece gündüz yıldızlar kaynamaya devam ediyor. Bu yıldızlardan biri de Selvi’ninki… Mevsimsiz bırakılan bütün kadınlara adanan Biz Baharken, aynı konuyu işleyen kitaptaki bir başka öykü. “Ben, dün gece uyurken öldürdüler Cemre’yi / Baharın yüzüne bakamadım. / Çok öncelerimde kalan on yedi yaşımdan utandım.”

Yoğun anlatımıyla dikkat çeken bir öykü Kırmızı. Nasıl anlatırsam anlatayım yazarı kadar güzel anlatamayacağım için aradan çekilip, yazıyı asıl sahibine bırakıyorum: “Tanıdıklarımın yaşam öykülerinde azaltmaya çalışırken kendimi, hiç tanımadığım bir yaşamın öyküsüne dahil olmak istemiyorum. Üstelik kuyumdaki sözcüklerim arasında artık kimsenin nabzına şerbet olacak söz bulamayışımın sıkıntısı bunaltıyor beni.” “İkimiz aynı şiiri sevmezmişiz. Başka şiirleri de birlikteyken sevmemişiz. Biz birlikte şiir sevmemişiz. Sevseydik, tanırdım onu.” “Telaşlı sözcükleri yıllar var, çıkardım sözlüğümden. Çoğu bana dokunmadan yok oluyor. Sabun köpüğünden baloncuklar gibi havada patlıyor. Neden bu kadar yoruyor kendini ve beni? ‘Seni birazdan bir daha unutacağım, üstelik hiç hatırlamamışken. Yazık ikimize de.’ demek istiyorum.” “Saatine bakıyor. Vedalaşacağız. Yan masada oturan yaşlı çift unutulmuş vedalarını hatırlayacaklar. Garson, yüzümüzün ayrıntılarını apar topar kazıyacak aklına. Sonraki gelişlerimizde kalabalıklarını, tanışlarını çoğaltabilme umuduyla. ‘hoşça kal, görüşelim’ diyeceğiz birbirimizi öperken. Görüşmeyeceğiz. Bütün yaşamı bir saatte tükendi. On beş yıl dolmadı. Ve biz birlikte bir şiiri sevmedik… Onun kalabalıkları çoğalacak… Benim… Ben… kırmızı ışığa takılmasın diye adımlarımın hızını değiştireceğim.”

Aysel Ekiz’le tanışmama vesile olan, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nın ödüllü öyküsü Eşik de yer alıyor kitapta. Her okuduğumda beni etkileyen öyküyü, okurken gene etkileniyorum.  Hayatımızdaki çemberi anlatıyor bize, mutlu sandığımız mutsuz hayatlarımızı anlatıyor, en çok kendimizi kandırdığımız yalanlarımızı anlatıyor. Bunaldığımız evlerimize her gün bıkmadan usanmadan geri döneriz. O kapının eşiği yok mu, onu geçmek her geçen gün daha zor gelse de gene de adımımızı evimizden içeri atarız. O eşik kırılsa alıp başımızı gidebileceğimizi düşünürüz, bizi tutan tek şeyin o eşik olduğunu düşünürüz. Bir gün kendimizden geçeriz ve eşiği kırar parçalarız, artık özgür olduğumuzu düşünürüz. Sonra bir bakarız ki eşik yeniden yapılmış hem de bu sefer mermerden sapasağlam yapılmış. Gene eşik, gene ev, gene sıkıntı…

Eskiden dokunduğumuz, sarıldığımız, yüz yüze konuştuğumuz dostlarımız vardı, artık yüzünü hiç görmediğimiz ama tüm fotoğraf albümüne baktığımız, hiç konuşmadığımız ama o gün yediği yemekten, çocuğunun karın ağrısına varıncaya kadar her şeyinden haberdar olduğumuz arkadaşlarımız var. Eskiden yalnız çocuklar bir başınalıklarına çare olsun diye oyun arkadaşları uydururlardı kendilerine, şimdi tüm arkadaşlıklar sanal ve biz onu gerçekleriyle çoktan değiştirdik bile… “Bu tür tanışmalara uzağım. Gözüne bakmadığım, sesini duymadığım, soluğuna tanık olmadığım hiç kimseyi almıyorum yaşamıma. Adını telefon defterime kaydettiğim herkesin varlığına beş duyu organımın en az biriyle dokundum. Bilgisayarı sevmeyişim bunda belki. Çıktısını almadan hiçbir şeyi okuyamam da bundan.” Karakutu öyküsünde, kadın anneannesi gibi -kendi prensini bulmak için- kurbağaları öpmeye niyetlenir ama zamane prenslerinin öpücükle asla yetinmediklerini görür. Kadının kara kutusu hep kara kalır, kara kalır…

Camdan Gözyaşları’yla birlikte kitabın bence en iyi öyküsü Kahverengi-Kar ve Tren. “Kahverengi, kar ve tren… Kaç insanın ömründe bir araya gelir ki üçü? Kim bilir… Belki beyaz, kar ve tren. Ya da kahverengi, sonbahar ve tren…” Kahverengi bavuluyla karlı bir günde buğulanmış tren camından, 14.15 treniyle veda edilmiş bir babanın dönmeyişi… “Babam gitti ve bir daha dönmedi. Öldü mü, kaçtı mı hiç bilmedik. ‘Bilmeyince daha zor.’ dedi bir keresinde annem. Öldüğünü bilse. Ölseydi belki korkusuzca sevebilirdim birini. Kim bilir, evlenir çoluk çocuğa karışırdım belki de. Diriliğimi ölüsüyle getirebilseydi bana keşke gittiği yerden.” Babanın hep o gittiği trenle, hep o 14.15 treniyle döneceğini umma… Ömrünü istasyona bakan evde geçirip, 14.15 treniyle dönecek bir babayı bekledikten sonra, karlı bir günde, kahverengi bir bavulla, mutlaka 14.15 treniyle… babanın, belki de kendi geçmişinin peşine düşme…  mutlaka 14.15 treniyle… “Ben gibi bir daha hiç haberini alamadıkları babalarını sonra sonra sadece kahverengi bir bavul, kar ve buğulanmış tren camından sallanan el olarak hatırlayıp hatırlamadıklarını düşündüğüm çok oldu. Nasıl oldu bilmiyorum. Giderken çok küçük değildim. Ama zamanla fotoğraflardaki babamı yabancı olarak görmeye başladım. Hiç tanışmadığım bir akraba, uzaklarda bir aile büyüğü, annemin çok eski bir ahbabı. Unuttuğum bir ‘Kim’. Onu sevip sevmediğimi, onun beni sevip sevmediğini hatırlayamadım. Sonra hatırlayamadığımı da unuttum.”

Camdan Gözyaşları, bana Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya öyküsünü hatırlattı. Türkçe edebiyatın, pek çok yazara göre en iyi öykülerinden biri olan, o unutulmaz öyküyü. Aysel Ekiz’in öyküsü de en az Nursel Duruel’inki kadar etkileyici. Birinde annenin Almanya’ya gidişi anlatılırken diğerinde dönüşü anlatılıyor ama ikisinde de aynı camdan gözyaşları dökülüyor. Temmuzda sevilen anneler, temmuzda göğsünde uyunan babalar, bütün bir yıl beklenenler için akıtılan camdan gözyaşları anlatılıyor. “Bu gece ikisinin arasında uyuyacak. Düşünü kuruveriyor. Şimdi babası sıcacık öpecek alnından. Hemen eliyle alnını siliyor kız. Geçen yıl ayrılırken izi kalmış babanın öptüğü yerde. Tazesini koymalı oraya. Kollarını çok seviyor. Birini annesine uzatıyor, birini babasına. İki damla cam gözyaşı takılı kalıyor boğazına. Biri annesi için, diğeri babası.”

Zımba Kitap etiketiyle çıkmış olan Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur, Aysel Ekiz’in ilk kitabı. Kitap uzun bir zaman aralığı içinde yazılan öykülerden oluşmuşsa da, genellikle yalnızlıklar, kadınlık halleri, hayat karşısında savunmada kalanlar anlatıldığı için bu durum bütünlüğü bozmuyor. Kahramanlar genellikle kadın ve ben anlatıcının ağırlığı daha fazla hissediliyor. Yoğun ve şiirsel anlatımıyla dikkat çeken kitap, bütün fotoğraflar mutludur ama ben sana fotoğrafların çekiminden sonrası anlatıyorum, diyerek, objektife bakarken gülen yüzümüzün sonrasında neden asıldığına ışık tutuyor.

“İkimiz aynı şiiri sevmezmişiz. Başka şiirleri de birlikteyken sevmemişiz. Biz birlikte şiir sevmemişiz. Sevseydik, tanırdım onu.”

Öyküyü, şiiri seviyorsanız, Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur’u seversiniz. Sevseydiniz tanırdınız onu. Henüz tanımıyorsanız, okursanız mutlaka seversiniz onu…

Oysa Bütün Fotoğraflar Mutludur – Aysel Ekiz
Zımba Kitap, Öykü, 72 Sayfa.

 

Mehmet Fırat Pürselim

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.