Yazarlar

İnsan Hakları İzleme Örgütü Raporuna göre Türkiye’nin 2012 yılı İnsan Hakları karnesi – Benan Molu

0

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) otuz dört yıldır dünya çapında insan hakları ihlallerinin araştırılması ve bu ihlallerin görünür kılınması için çalışan, başta ifade özgürlüğü, ayrımcılık yasağı, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi ve adalete erişim olmak üzere insan haklarının her koşulda korunması ve geliştirilmesi için hükümetlere baskı yapan uluslararası ve bağımsız bir insan hakları örgütü. Otuz dört yıllık insan hakları mücadelelerinin belki de en önemli kazanımlarından biri, son yirmi üç yılda doksandan fazla ülkede o sene içerisinde yaşanan insan hakları ihlallerini konu alan raporlar yayımlamaları. 2012 yılı içerisinde dünyada yaşanan hak ihlallerine yer verilen ve 665 sayfadan oluşan “Dünya Raporu – 2013” de 31 Ocak 2013 tarihinde yayımlandı. [1] Raporda, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün internet sitesinde yıl içerisinde çok daha geniş şekilde değindiği konuların özetlenmesinden oluşan 6 sayfalık bir Türkiye bölümü de var. [2]

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye raporunun giriş bölümünde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2012’de ekonomik büyümeye ve bölgede lider olma rolüne verdiği önemi, ülkenin gittikçe kötüleşen insan hakları ve demokrasi sorununa vermediğini, hakim ve savcıların “terörle mücadele” yasalarını Kürt siyasetçiler, insan hakları savunucuları, öğrenciler, gazeteciler ve sendikacılar üzerinde kullanmaya devam ettiğini, devam eden yargılamalarda adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün katı şekilde kısıtlandığını ve Mart ayında kurulan Ulusal İnsan Hakları Kurumu ile Haziran ayında kurulan kamu denetçiliği/ombudsmanlık kurumuna yapılan atamaların bu kurumların uygulamada bağımsız ve etkin mekanizmalar olup olamayacağına dair ciddi endişeleri de beraberinde getirdiğini anlatıyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, 10 Aralık 2012 tarihinde, Kamu Denetçiliği kurumuna 5 Aralık 2012 tarihinde baş denetçi olarak atanan ve 2006 yılında Hrant Dink’in Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesinde düzenlenen “Türklüğü Aşağılamak” suçundan mahkumiyetini onaylayan Yargıtay eski üyesi Nihat Ömeroğlu hakkında “kamu denetçiliği kurumuna baş denetçi olarak kısa süre önce atanan hakimin, geçmişinde insan hakları standartlarına saygı göstermediği ve atanmasının bu yeni kurumun etkinliğini tehlike altına aldığı” yönünde bir açıklama yayımlamıştı.

İfade, Örgütlenme ve Toplantı Özgürlüğü

Raporun bu bölümünde İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye’de uzun yıllardır devam eden tartışmalara rağmen ifade özgürlüğü konusunda hükümetin izlediği yolun, kanunların ve kanunların uygulanışının hala uluslararası standartların çok gerisinde olduğundan, Haziran 2012’de yürürlüğe giren ve 31 Aralık 2011 tarihinden önce işlenmiş ve azami beş yıl hapis cezası öngören ifade suçlarının soruşturulmasının, kovuşturulmasının ve bu suçların cezalandırılmasının, suçun üç yıl boyunca tekrarlanmaması koşuluyla ertelenmesini öngören  3. Yargı Paketi’nden ve şiddet içermeyen yazı, konuşma ve eylemlerinden ötürü terör suçları isnadıyla kovuşturulan, gözaltına alınan, tutuklanan ve hapis cezasına çarptırılan insanlardan bahsediyor. Rapora göre, Adalet Bakanlığı’nın Mayıs 2012 verilerine göre, 125.000 kişiyi aşan hapishane nüfusunun 8.995’i terör suçlarından yargılanıyor ve bu 8.995 kişinin yarısı haklarında mahkemenin vereceği ilk kararı bekliyor.

Raporda yer almıyor ancak birkaç “istatistik” de ben vereyim. 25 Kasım 2011 tarihinde 33 Kürt avukat tutuklandı. 14 Aralık 2012 tarihinde Adana’da iki avukata basın açıklamasına katıldıkları için 3’er yıl 1 ay hapis cezası verildi. 18 Ocak 2013 tarihinde Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi dokuz avukat hukuka aykırı şekilde gözaltına alındı, 21 Ocak 2013 tarihinde tutuklandı. 24 Ocak 2013 tarihinde Ankara’da İnsan Hakları Derneği üyesi dört avukata 6 yıl 3 ay ile 10 yıl 6 ay arası hapis cezaları verildi. 31 Ocak 2013 tarihinde İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve yine İstanbul Barosu’nda görevli dokuz avukata Balyoz davasında “yargı görevini yapanı engellemeye teşebbüs etmekten” 4 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. 76 gazetecinin hapiste olduğu Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında 179 ülke içinde 154. sırada. “Henüz” tutuklanmayan gazetecilerin ise çoğu işsiz ya da “gazetecilik faaliyetlerinden ötürü” hedef gösteriliyor. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), 29 Ocak 2013 tarihli Güdenoğlu v. Türkiye kararında, 2009 yılında verdiği Ürper v. Türkiye kararına atıfla, dokuz gazetenin basımının durdurulması ve toplatılmasına ilişkin yerel mahkeme kararlarını sansür olarak nitelendirdi ve Türkiye’nin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar verdi. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin verilerine göre Türkiye’de şu an 800’ün üzerinde öğrenci tutuklu ve hükümlü. “Üniversitelerde devrim” olarak tanıtılan ve üniversitelerde ifade özgürlüğünün önünü açtığı iddia edilen YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği ise afiş asmak, bildiri dağıtmak, öğrenci kulübü kurmak, toplantı yapmak vs. isteyen öğrenciler için hala bir baskı ve tehdit aracı.

Kadına Yönelik Şiddet

Kadına yönelik şiddet, raporda en az yer verilen konu olmasına rağmen aslında Türkiye’nin en önemli insan hakları sorunlarından biri. Rapor, 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunmasına ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un kadınları şiddetten korumayı amaçlandığını fakat polisin ve mahkemelerin koruma tedbiri için başvuran kadınları korumakta başarısız olduğunu söylemekle yetiniyor. Oysa çok daha fazlası var. 2011 tarihli Avrupa Birliği İlerleme Raporu’na göre Türkiye’de 2003 yılında 83, 2004 yılında 164, 2005 yılında 317, 2006 yılında 663, 2007 yılında 1011, 2008 yılında 806 ve 2009 yılının ilk yedi ayında 953, Bianet’in gazetelerden, internet sitelerinden ve haber ajanslarından derleyerek hazırladığı çeteleye göre 2010 yılında en az 217, 2011 yılında ise en az 147 kadın öldürüldü, 2012’nin ilk 11 ayında toplam 147 kadın öldürüldü, 123 kadın tecavüze uğradı, 208 kadın şiddete, 126 kadın tacize maruz kaldı. 2008 yılında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yapılan araştırmaya göre, ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirtilen kadınların oranı %39, ülke genelinde evli kadınlar arasında yaşamının bir döneminde cinsel şiddet içeren davranışlardan en az birine maruz kaldığını belirten kadınların oranı %15, yine ülke genelinde yaşamının bir döneminde hem fiziksel hem de cinsel şiddet içeren davranışlardan en az birini yaşamış kadınların oranı ise %42.

Eşi tarafından uzun yıllar şiddet gören ve annesi eşi tarafından öldürülen Nahide Opuz’un İHAM’a yaptığı başvuruda, mahkeme, Türkiye’nin Nahide Opuz’un ve annesinin hayatını koruyamadığına, Nahide Opuz’un uzun yıllar bu şiddet ve korkuyla yaşamak zorunda bırakıldığına ve Türkiye’de kadına yönelik ayrımcılık yapıldığına karar verdi. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, kadına yönelik ayrımcılığın bir biçimi olduğunu söylemesi bakımından bu karar mahkeme tarihinde bir ilkti. Karardan birkaç yıl sonra, 10-11 Mayıs 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 121. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında 47 üye devletin imzasına açılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşme) henüz yürürlüğe girmemiş olsa da, kadına yönelik şiddeti açıkça bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlayan ilk uluslararası metin olması bakımından önem taşıyor. Türkiye de bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülke. Ancak İHAM’ın, Opuz v. Türkiye kararında “kadına yönelik şiddet meselesine “kendilerinin müdahale edemeyeceği bir aile meselesi” olarak bakan polisler ve aile içi şiddet faillerine caydırıcı cezalar vermeyen mahkemeler sebebiyle ciddi sorunlar yaşandığını, tüm bunların da Türkiye’deki genel ve ayrımcı yargı pasifliğinin aile içi şiddeti besleyen bir ortam yarattığını” ortaya koymuş, İstanbul Sözleşmesi “arabuluculuk yasağı”nın altını ısrarla çizmiş olmasına rağmen 6284 sayılı Kanun’da bu yasağa ilişkin bir düzenleme getirilmiyor ve son olarak 28 Ocak 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Arabuluculuk Kanunu yönetmeliğinde de bu konuya bir istisna tanınmıyor. Aksine, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı eşlerinden boşanmak isteyen kadınların eşleriyle barıştırılması amacıyla projeler üretip seçilen pilot bölgelerde bu projelerin uygulanmasını sağlıyor.

Ayrıca, kadına yönelik şiddet kapsamında suç işleyen erkeklerin de tahliyelerini sağlayacağı için birçok kadın örgütünün ortak bir metin yayımlayarak 6411 Sayılı Denetimli Serbestlik Kanunu için kısmi veto yetkisini kullanmasını istediği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 31 Ocak 2013 tarihinde yasayı onayladı ve tahliyeler başladı. Oysa Opuz v. Türkiye kararında İHAM, şiddet uygulayan eşin hapis cezasının para cezasına çevrilmesine ve taksitler halinde ödenmesine karar verilmesini bile söz konusu suçun ağırlığı karşısında açıkça yetersiz ve etkiden yoksun olduğu, belirli bir oranda müsamaha içerdiği ve daha sonra meydana gelebilecek ciddi ihlallere karşı caydırıcı bir etki yaratmayacak bir yaptırım olduğu için devletin pozitif yükümlülüklerini ihlal ettiğine karar vermişti.

Güvenlik Güçlerince İşkence, Kötü Muamele ve Öldürücü Güç Kullanımı

Raporun bu bölümünde İnsan Hakları İzleme Örgütü, 22 yaşındaki Ahmet Koca’nın sivil giyimli polisler tarafından dakikalarca dövülüşünün bir telefon kamerası tarafından kaydedilmiş olmasına rağmen polislerin görevlerinden azlettirilmemesini, Ahmet Koca’ya polise mukavemetten 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmasını ve ‘90’lı yıllarda terörle mücadele şube memurluğu yaptığı sırada işkence yaptığı ve işkence yapılmasını önlemediği iki ulusal mahkeme ve üç ayrı İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararında ortaya konan Sedat Selim Ay’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcılığı’na terfi ettirilmesini eleştiriyor ve yetkililerin polis şiddeti hakkında başvuruda bulunan kişilerin şikayetlerini incelemek yerine bu kişiler hakkında polisin emrine uymamak ya da polise mukavemetten soruşturma açmayı tercih ettiklerini ekliyor.

Yine raporda olmayan bir istatistik vermem gerekirse, İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Polisin Eline Düşünce: Sıfır Tolerans” isimli kitabındaki ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarındaki verilere göre, 2008 ve 2009 yıllarında kolluk kuvvetleri 47 ilde 331 olaya karıştı, en az 1.605 hak ihlali yaşandı, bu uygulamalar sonucunda iki senede en az 53 kişi öldü. 2010’da 16, 2011’de 19, 2012’nin ilk on ayında ise 17 kişi, toplamda beş yıl içerisinde 127 kişi panzer tarafından ezildiği, ‘dur’ ihtarına uymadığı, polise mukavemet ettiği, polisle çatıştığı, biber gazı yediği, gözaltında işkence gördüğü için öldü.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Aralık 2008’de çıkarttığı “Adalete Karşı Safları Sıklaştırmak: Türkiye’de Polis Şiddetiyle Mücadele Önünde Engeller” başlıklı raporunda işkencecilerin korunduğunu söylüyor ve ekliyor: “Yasal değişikliklere, yetkililerin durumun farkında olmasına, uluslar arası izlemeye ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi gibi organlardan ne yapılması gerektiğine dair tavsiye ve önerilere rağmen, Türkiye’de polis şiddetinin ısrarla devam etmesi son derece kaygı verici.”

Cezasızlıkla Mücadele

Raporun bu bölümünde ilk olarak Hrant Dink’in öldürülmesinde devletin olaydaki sorumluluğunun araştırılmadığından ve Aralık 2011’de Uludere’de Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçak tarafından 34 Kürt’ün bombalanarak öldürülmesi sonrası olayla ilgili herhangi bir soruşturmanın başlatılmamış olmasından bahsediliyor. İkinci olarak, 1980’ler ve 1990’larda yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle açılan Albay Cemal Temizöz ve 1980 askeri darbesi nedeniyle açılan davaları ve son olarak, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki uzun tutuklulukların ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiği düşüncesinin ordunun cezasız kalmaması mücadelesine gölge düşürdüğü anlatılıyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, yukarıda değindiğim 2008 tarihli raporunda “tepkisel inkar beyanları, kusurlu soruşturmalar, kolluk görevlileri ve savcıların yanlı tutumları ve insan hakları kurumlarının reform yapılması yönündeki çağrılarının ciddiye alınmaması” nedeniyle   Türkiye’de cezasızlık sisteminin kurumsallaştığından bahsediliyor. Yine İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 3 Eylül 2012 tarihinde yayımladığı “Adalet Vakti: Türkiye’de 90’larda Gerçekleşen Fail-i Meçhul Cinayetler ve Kayıplar İçin Cezasızlığın Sona Erdirilmesi” başlıklı raporda Türkiye hükümetinin güvenlik gücü mensuplarının ve kamu görevlilerinin cinayet, kayıp ve işkence suçlarından kovuşturulmasının önündeki zamanaşımı hükümleri, tanıkların sindirilmesi ve benzeri engellerin aşılması için harekete geçmesi gerektiği vurgulanıyor.

Kısa Bir Değerlendirme

İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye uzman araştırmacısı Emma Sinclair-Webb, “Eğer hükümet Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için son dönemde attığı adımlarda ciddiyse, hapisteki binlerce barışçı Kürt siyasi aktivisti, gazeteciyi, insan hakları savunucusunu, sendikacıyı ve öğrenciyi serbest bırakmanın olumlu bir ilk adım olacağını” söylüyor ve ekliyor, “Türkiye’nin bütün yurttaşlarına yaklaşımında insan haklarını ön planda tutması gerekiyor ancak reform için atılan adımlara rağmen, bu çabalar derme çatma ve eksik kaldı; insan hakları mekanizmaları hükümetin kontrolü altında ve bağımsız olmaktan uzak.”

Eksiklerine rağmen rapor, Türkiye’nin 2012’deki insan hakları karnesinin pek de iç açıcı olmadığının anlaşılması için önemli. Bu noktada Türkiye’ye düşen “yurtdışındaki itibarımız zedelendi” deyip kendi İnsan Hakları İzleme Örgütümüzü kurmayı düşünmek yerine, cezasızlığı bir devlet geleneği olmaktan çıkartıp anayasasında yazdığı gibi gerçekten insan haklarına saygılı bir devlet olmak için çalışmak olmalı.


[1] Human Rights Watch – World Report 2013: https://www.hrw.org/sites/default/files/wr2013_web.pdf

[2] Human Rights Watch – World Report 2013, Türkiye Bölümü: http://www.hrw.org/sites/default/files/related_material/turkey_tr.pdf

 

Benan Molu

Galatasaray Üniversitesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans Öğrencisi, Avukat

 

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.