Köşe YazılarıYazarlar

Ekolojik sanat’a ilişkin polemik kaygısı 2

0

Bu yazı üç yıl önce yayımladığım Ekolojik sanata ilişkin polemik kaygısı’nın devamıdır. O okunmadan, bu yazı anlaşılamayabilir. Alternatif medya şenliğinin, “copy right-left” oturumunda, o yazıyı biraz daha genişleterek sundum. Şenliğe katılmamış okurlar için yaptığım sunumu ve kısıtlı zamanda bahsedemediğim birkaç örneği ekleyerek devam ediyorum.

Bu bir pipo değildir.

Vaktiyle, o yazıya gelen eleştirilerden birisi “sanatın ekolojiği olur mu?” gibisinden haklı bir eleştiriydi. Bence de olmaz. Olmamalıydı. Oysa günümüz algısı içinde, domatesin ekolojiği olurken, sanatın da ekolojiği olabilir. Bu anlamda nasıl ki domatesin ekolojiği veya organiği bir yanıyla “öz hakiki domatesi” gösterip, bir yanıyla da endüstriyel yapıyı protesto eden bir sözceye dönüşüyorsa, sanatın ekolojiği de gerçek sanatı tartışmanın ve endüstriyel sanatı protesto etmenin bağlamına dönüşebilir. Bu anlamda şenlikteki oturumun konusunu, hem derinleştirme, hem de daha anlamlı kılma potansiyeline sahiptir.

Bir diğer eleştiri de plak, kaset, mp3 üzerinden müzik için geçerli olanın, divX, avi formatındaki sinema için geçerli olmadığı yönündeydi. Şenlikteki sunumumda temelde bu eleştiriyi örneklerle tartışmak istedim. Ancak kısıtlı zamanda örneklere ve sinema konusuna sıra gelemedi. Yine de bir çerçeve oluşturabildiğimi sanıyorum. Kasti olarak zamane sanat algısına yönelik bir anti-tez niteliğinde ele aldığım ekolojik sanatı, belki de sinemadan da önce edebiyatta ele alarak daha karmaşık hale getirebilirim.

Günümüz Batı uygarlığını besleyen Antik Yunan düşüncesi sanat hakkında en açıklayıcı betimlemelerden birini yapmıştır. Bu aynayı kullanırken, bir yanıyla Batı uygarlığına dahil olduğumuz, bir yanıyla da antik Yunan düşüncesinin bugün Türkiye’sinin ortak kültürel mirası olduğu sayıltısından hareket ediyorum. Antik Yunan; lirik sanatlar ve plastik sanatları birbirinden ayırırken plastik sanatları Hephaistos’un yani demirciler tanrısının yetki alanında, lirik sanatları ise dokuz mousa’ların etkisinde Athena’nın yani bilgelik tanrıçasının yetki alanında saymaktaydı. İkisini birbirinden ayıran sanatçının icranın ortasında yer alıp almadığıyla belirlenir. Örneğin bir ressam stüdyosunda resmini yapar, siler, tekrar yapar ve tekrar silip, tekrar yapma şansına sahiptir. Oysa lirik sanatçının böyle bir şansı yoktur. Bir şair, müzisyen veya oyuncunun sanatı icra edilir ve o an uçup gider. Lirizmde sanat sanatçının kendisidir. Sanat eseri ise bir metayı değil, bir hali, bir durumu, bir olayı veya iletişimi gösterir. Aslında bu düşünce plastik sanatlarda da yanlış bilmiyorsam inceden çıtlatılır. Ernst Hans Gombrich klasik eseri “Sanatın öyküsü”’nde (story of art) plastik sanatlarda da asli olanın sanat eseri değil, sanatçının kendisi olduğunu uzun uzun anlatır.

Antik Yunan’da ilginç olan, dokuz sanatın esin perileri veya tanrıçalarının; şarkı söylemek, müzik aletiyle eşlik etmekle birlikte, şiiri, dansı, destanı ve yanında, tarih, astronomi gibi bugün bilim dediğimiz kategorileri de aynı alana dahil etmiş olmasıdır. Dokuz tanrıçanın ise hangisinin hangisi olduğu bilinmezdi. Yani bu sanatların hepsi birbirine karışmaya meyillidir.

Günümüzde sanat eserinin sanatçının önüne geçmiş olması esas problemdir. Bazı sanatçılar da bu durumdan nasiplenmeye çalışıyor. Bugüne kadar çokça nasiplenmiş olanlar da cabası… Örnekleri öylesine çok ki, sadece bu örnekler hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Umarım bu konuda, okurlar tarafından akıllara gelenler kaleme de dökülür ve geçmişi hep beraber eşeleyip, bugüne ilişkin farkındalık yaratabiliriz. En basit haliyle, “sahne almadan müzikten para kazanmaya çalışan sanatçı”’dan bahsediyorum. Bu kavrayış kabul edilemez, edilmemelidir.

Bilmem anlaşılıyor mu? …tartışabilmek üzere zamane sanat algısının bir anti-tezinin hatlarını açığa çıkarmak ve eleştiri yapılabilecek alanı geniş tutmaya çalışıyorum. Çünkü aslında müzik için geçerli olanın, edebiyat için de geçerli olduğu iddia edilebilir. Matbaanın icadıyla sesin kaydedilebilmesi benzer durumlardır. Bir zamanların anlatıcısından, günümüzde masabaşı yazarı veya masabaşı şairi türerken, bu olay aynı zamanda stüdyodaki müzisyenle benzer durumda değil midir? Öyleyse belki de kitapları yazarın konferansına, paneline veya belki de hiç akla gelmeyen performatif etkinliğine çağrı olarak görmeliyiz.

Performans sözcüğü günümüz Batı’sında çağdaş sanat kuramcılarında anahtar sözcüğe dönüştü. Çünkü sanata ilişkin sorun, bugün, hem Batı’da, hem Türkiye’de tiyatro algısı ve eğitimiyle ilgili bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Tiyatro kuramcısı, yönetmeni ve American Drama Review’ın editörü Richard Schechner’in söylediği haliyle günümüzün Elizabeth tiyatrosu, konserlerde, disko-bar programlarında, seçim propagandalarında, sokak gösterileri, şenlik, festival ve her türlü happeningde yaşıyor, oysa bu konular konservatuarlarda öğretilmiyor ve nedense tiyatronun ilgi alanına girmiyor. Tiyatro ne idüğü belirsiz bir müzeye dönüşmüş durumda. Bu konu çok daha fazla ayrıntılandırılıp tartışılabilir.

Sinemayı tartışmaya sunumda olduğu gibi pek fırsat kalmadı. Hem, fotoğraf, hem, edebiyat, hem tiyatro, hem müzik, hem dans olabileceği iddiasındaki sinemanın, yanı sıra hem propaganda, hem reklam, hem de belgesel olabildiği de düşünülebilecekken, her halukarda tek yönlü kitle iletişim aracı olduğu unutulmamalıdır. Kısaca anti-tez; bir sürü insanın endüstriyel tavuk çiftliklerindeki gibi daracık alana sıkıştırılıp, bir perdeyi izledikten sonra exit ışığıyla kapıya davet edilmesine sinema der! Tiyatroda seyirciler değilse de, en azından oyuncular zevk alabilirken, sinema oyuncusunun böyle bir olayı bile yok. Aslında ekolojik sanat diye bir şey tartışacaksak (–ki bence tartışılması en azından yeşiller için elzemdir), o, her ne ise, sinemanın onun tam karşıtında duracağı şaşırtıcı olmamalıdır. Ayrıca data meselesinde de sinemanın, “sinemada” izlenmesi gerektiği hatırlanmalı.

Ekolojik sanatın her halukarda sanatçının maddi bedeniyle, o an – orada, yüz yüze iletişim ve ortak katılımla gerçekleşen etkinlikler olarak ele alınmasıyla, endüstriyel sanat veya günümüzde sanatçının önüne geçen sanat eseri anlayışına karşı kavramsal bir direniş yaratabileceği kanısındayım. Bu konuyu açmak ve tartışmak ise sunumumda da belirttiğim üzere alternatif medyanın alanındadır. Yeşil Gazete’nin sanat haber politikasının bu yönde gelecek her türlü katkıya açık olduğunu duyurarak şimdilik kapatıyorum. Söylenecek çok şey var. Söyleyeceklerinizi [email protected] ‘a yollayın.

Basit örnekler;

Tarkan’ın ikinci albümüyle 1,5 milyon satıp mega-star olduğu, Amerika’ya yerleşip, kendisinin öncülleri gibi 2 yılda bir albüm çıkarıp, burnundan kıl aldırmamaya meylettiği zamanları yani çocukluk yıllarımı hatırlarım. Korsan denen kaset-cd kayıt teknolojilerinin gelişip, albümden para kazanılamaz hale gelince, Türkiye’ye dönüp, öpücüklerle, herkese sevgiler yollaması ne kadar da ironiktir!

Altı adet nostalji albümü çıkarıp, bu piyasa çöktükten sonra bir daha göremediğimiz Muazzez Ersoy da bence bir vaka olarak duruyor.

Serdar Ortaç madem büyük bir müzisyendir niçin yılda 70 konser yani 5 günde bir konser verip bilet parasıyla daha çok kazanmayı düşünmüyor? Çünkü o kadar şişirilmesine karşın konserine kimse gitmiyor. Yılda bir kez cips paketi veya kola peti götürerek girilen konserler dışında o stadyumları dolduramaz…

muhabbetle…

You may also like

Comments

Comments are closed.