Yazarlar

Yeni – Ruh

0

Önnot: Bu yazı dizisi politik tahliller yapmıyor. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Türkiye’de solun tarihi açısından önem ve özelliklerine, veya politik birliktelikle ideolojik cepheleşme ayrımında hangi yola saptığına dair değil. O meselelerden çok anlamıyorum sanırım ben. Ya da başka bi’ yerden bakasım var olan bitene, ne bileyim. İşin o kısımlarını merak ediyorsanız internette çok güzel yazı ve yorumlar var, tavsiye ederim.

Bu durumun yazıyı okumaya ya da okumamaya karar vereceğin muhtemelen 1-3 saniyelik süreçte önemli bir veri olduğunu düşünüyorum, yazayım dedim.

Vaktini ve emeğini ve aklını ve sezgilerini ve öfkesini ve umudunu ve serzenişlerini ve kızgınlıklarını, en önemlisi de heyecanını/heyecansızlığını 1 yıldır “bi’ şeye” vakfetmiş birisinin kaleminden çıkma bi’ karalama bu.

Bir de şu var: EDP-Yeşiller konusunda ilk defa yazıyorum sanırım. Bunun nedeni %90 zamansızlıksa(ki hakikaten de 1 yıldır hiç yorum yazısı yazmadım sanırım), %10’u da “fazla içeride” oluşumun beni farkında olmadan “propaganda yapar” hale getirmesinden çekinmem galiba.

***

Bundan neredeyse tam bir yıl önceki bir Yeşiller Parti Meclisi toplantısına “Abi çok önemli bi’ konu konuşacağız” sürprizlemelerine yenik düşüp gittim koştura koştura.

Yorgundum, uzak yoldan gelmiştim, kafam ve takvimim hınca hınç doluydu, sadece uyumak istiyordum bu hayatta (Hala da sadece uyumak istiyorum -uzun bir süreliğine-. Ve fakat hayat zor/buraya gülümseme gelecek/. Herşeyin bedeli var./buraya da gelsin/).

Ama yine de gittim toplantıya.

[Dikkat! Klişe]


Zaten ne gelirse meraktan gelmiyor mu insanın başına?

Toplantının başında açıklandı sürpriz gündem: “Eşitlik ve Demokrasi Partisi’yle kimbilir belki de birleşmeye kadar uzanabilecek bir muhabbet süreci başlatsak mı?” idi soru. Herkes konuştu. Salondaki genel hava temkinli ve ama olumluydu. Parti Meclisi üyesi değildim o dönem, ve ama ben de konuştum; çünkü Yeşiller’de böyle anlamsız ayrımlar olmaz idi.

“EDP’yi tanımıyorum, politik söylemlerini bilmiyorum” diyerek başladım lafa. “Ve ama önemli de değil bu, çünkü bilirsiniz beni, düşünce birliğinden çok muhabbet güzelliğine önem veririm beraber iş yapacaklar arasında. Muhabbet güzel olmazsa düşünceler arası etkileşim de olmaz. EDP’yle böyle bi’ “birleşmeye gidecek” sürece de bu yüzden karşıyım. Belki yanılıyorum ama çatık kaşlı, dogmalarla bezeli, önyargılarla yatıp kalkan insanlar değil midir bunlar acep? Sadece muhabbetse OK.” diye de bitirdim.

(Biz çünkü “OK” diyorduk Yeşiller’de, Cihangir Partisi olmamızdan kelli – Bunu da yazmak lazım aslında bi’ ara)

Yeşiller’de adı konmamış adettir; bir karara muhalif olanı tutup o kararın uygulanma sürecine doğrudan dahil ederler. Muhalif olarak kaygılandığı noktalara savrulmayı önler, gerektiğinde fren yapar, sesini daha rahat duyurur, çoğunlukçuluğa yenik düşmemizi engeller, diye.

Zaten ben de bu nedenle Yeşiller üyesiydim: Özlediğim toplumun mikro (evet, ne yazık ki ve/veya ne mutlu ki, gerçekten mikro) bir modeliydi Yeşiller Partisi. Kemiksiz konuşabildiğim, kendim olabildiğim ve ama bana yalnız olmadığımı da hissettiren, öğrendiğim ve öğrettiğim, etkilediğim ve etkilendiğim , birey olarak parçası olduğum bir politik zemindi. Schumaer’in dediği gibi hem, “Küçük Güzeldir”di.

Hayatın bir parçasıydı, akıp giden zamanın ve gündelik varoluşun içinde eğreti durmuyor, sırıtmıyordu kısacası.

EDP’den 8 kişiyle Yeşiller’den 8 kişinin bir masa etrafında ilk defa oturacağı gün geldi. Modern çağla birlikte “iyi kalpliliği” arkasından hançerlemiş ve onun kıyafetlerini kuşanarak yerine geçmiş “nezaket”in en büyük günah olduğuna inanan biri olarak kararlıydım: Kendim olacak, Yeşiller’le nasılsam, EDP-Yeşiller masasında da öyle olacaktım.

Daha ilk günden terslik çıkmaz mıydı? Çıkacaksa ilk günden çıksındı zaten. Muhabbet muhabbetle denkleşmeyecekse ilk günden belli olsundu. Ben olmayan bir ben olmaya hakkım yoktu.

[Dikkat! Klişe]

Ne kendime yapabilirdim bunu, ne de onlara.

Toplantı başladı, sırayla kendini tanıttı herkes. İkinci bir tur başlattık sonra, “Neden buradayım ve ne yapmak istiyorum?” diye dertleşildi. Sıra bana geldiğinde dedim: “Buraya gelmeden önce önyargılıydım size karşı. Önyargılarımı yerle bir ettiniz, Türkiye’deki politik gruplarla ilgili kalıplarımı kırıp parçaladınız. Eyvallah, sağolun. Kendimi her gece öldürüp her sabah yeniden doğmama bir tuğla da siz koydunuz. Minnettarım.”

Çünkü gerçekten böyle hissediyordum. Ve bu duygumun bir aldanmaca olmadığını kendimce kanıtlayan bir gözlemim de vardı: Masanın etrafındaki dizilişimiz ve farklı konulardaki fikir ayrılıklarımız. Kasaba meydanında karşı karşıya duruşup düello çeken iki grup zinhar değildik. Daha ilk dakikadan itibaren ne EDP kalmıştı o masada, ne de Yeşiller. 16 bireydik her bir konuda kaotik ve organik biçimde bir araya gelip ayrılan.  Yaşam gibi, doğa gibi, evren gibi. Zamanın ta kendisi gibi. Zaten nafile bir kalıplara sokmaya arayışı olmadan.

Böyle olmalıydık tam da, “görevimiz” süreci koordine etmekti zira. Tartışmak değil tartıştırmaktı, en sağlıklı ve verimli ve katılımcı muhabbet ve tartışma düzlemlerini yaratmaktı. Bunu yaparken işte, birer özgün ve ruhlu ve heyecanlı bireydik her birimiz.

Bu çekti beni iyice. “Olmaz abi bu iş”ten “:)” ye çeviren halet-i ruhiyemi, tam da bu heyecan ve her daim yoldaşı olan bu muhabbetti. Önce o masada, ardından sokakta-mitingde-eğlencede gördüğüm gözlerdeki biriciklikti. Sadece İstanbul’da değil; Bursa’da, İzmir’de, Ankara’da gördüğüm, Türkiye’nin dört bir yanından iliklerime kadar uzanan heyecandı.

Alın size içeriden dedikodu: Bu 16 (daha sonra 20 küsür) kişi arasında 1 yıl boyunca hiç bir zaman EDP – Yeşiller cepheleşmesi olmadı. Dahası, en büyük kızgınlıkları da (ne hikmetse) kendi partilerinden insanlara oldu, itirazları hep “kendi tarafına” yaptı, inanılmaz bi’ yaratıcılıkla “Ortak Temas Heyeti” dediğimiz kurulun üyeleri.

“Pek de genç olmayanlar ve Yaşlılar Cephesi”ne karşı gençler direnişi yaşandı.

Her detayı uzun uzun tartışmak isteyenlerle ‘geniş çerçeveyi çizip alt-komisyona yetki verelim’ciler arasında tansiyonun yükseldiği anları da hatırlıyorum.

Vurguların nerelere yapılacağı meselesinde güzel laf yarıştırıldı. “Acele edelim” diyenlerle “yavaş yau, sindire sindire”ciler arasında temposu yüksek maçlar izlendi.

“Görevimizi ve sözümüzü zamanında yere getirmek en önemlisi” diyenlerle “katılımcılığı tamlamadan olmaz”cılar salonlarımıza yakışan görüntüler verdi.

Ve tüm bu süreçler akışkan oldu, her birimiz ikna edilmeye hazırdık zira. Kimimiz daha çok ve kimimiz daha az, evet, ama kimsenin kapısı kapalı-penceresi sürgülü değildi sanki.

Bunlar benim dikkatimi çeken, benim aklımın erdikleri. Kimbilir daha ne güzel, ne zengin muhabbetler olmuştur farkında olmadığım.

Çok tartıştık ve çok konuştuk.

Şimdi bir kez daha düşünüyorum da, hakikaten çok konuştuk. Tüm kelamlar bi’ işe yaramış, birbirimizi zenginleştirmiş, bi’ yerden bi’ fayda etmiştir diye avutuyorum kendimi. Ve ki gerçekten de yaradı galiba. Ben değiştim, ona eminim. Bende emeği geçenlere, “eyvallah.”

Son 4-5 ay en zoruydu. Yıl boyunca haftada bir yaptığımız ve ortalama 4 saat süren toplantılar, son 4 ayda önce haftada ikiye çıktı, ardından 3-4’e. Son bir ay neredeyse her gün ve akşamımızı tamamen bu işe vakfettik.

-Dik, -tik diyip duruyorum da, burada bir soluklanayım. Toplantılara düzenli katılan insanlar arasında ben nispeten az sokanlardandım elini taşın altına. Aynı anda iki işte çalışma durumum bir de köye yerleşme süreciyle birleşti falan. Buradan “muhabbetin” gerçek emekçilerine, kelimenin tam anlamıyla emekçilerine saygılar, sevgiler. Bunu bugüne dek yeteri kadar söyleyemediysem de affedin.

Ama bir de şu var: Son 4 hafta, motivasyonumun giderek düştüğü zamanlardı.

Tartışmalar “müzakerelere” evrildikçe eski samimiyetin kaybolmaya başladığını hissediyordum.

6 aydır boyunca isim önerilerinin ne olacağını, son 2 aydır da kongrede nasıl sunulacağını tartışıyor olmaktan baymıştım.

İyimser olma çabasıyla “ödün vermek” ya da “bedel ödemek” diye tanımladığım bazı kararlarımız (ki bi’ kısmına katılıyordum bunların, bi’ kısmına ise mahallenin tek delisi gibi ısrarla itirazdaydım) beni “ya bundan sonra da hep böyle olursa?” korkusuyla yoğuruyordu.

Münferit çıkışların bazen de “kimden geldiğine bağlı olarak” çok ya da az tartışılıyor olduğunu hissediyor, kıllanıyordum.

Zamanında önerildiğinde “Bunu daha sonra yapalım, olur mu?” denmiş şeylere, “daha sonra” denen zaman geldiğinde, “Bunu şimdi yapamayız ki ama” cevabı verildiğinde öfkeleniyordum.

Geçmiş tecrübelerden, eski partilerden, “geçen sefer nasıl yapıldığından” bahsedildiğinde “Yau tam da bu yüzden öyle yapmamak lazım şimdi! Başarısız olmadı mı geçmişte yapılanlar?!” diye haykırmak geliyordu içimden.

Ve haykırıyordum. Haykırmam geldi mi haykırabiliyor, kıllandığımda isim de vererek açık açık söylüyor, korkularımı çekinmeden dillendirebiliyor, “yau baymadı mı bu?” diye serzenişte bulunabiliyordum. Sadece ben değil tabi, herkes aynı durumdaydı. Herkes içtendi.

Beni sürecin sonuna kadar getiren de bunun verdiği güç ve insanlara güvenim, söyle(yebil)diklerinin ötesinde gözlerinde gördüklerim oldu. Çünkü bu en önemlisiydi. Eğer ben ne hissettiğimi, neden korktuğumu, neyden kıllandığımı, niye baydığımı söyleyebiliyorsam açık açık; yani Durukan olarak, politik bir hayvan olarak rahat hissedebiliyorsam kendimi o mecliste, en ve tek önemlisi buydu.

Çünkü herhangi bir fikrimde pekala yanılıyor olabilirdim. Ama hissiyatta yanılmaz insan. Heyecan ya vardır, ya yoktur. Umut ya vardır, ya yoktur. Samimiyet ya vardır…

Şu hep konuşulan “Referandumda Yetmez Ama Evet” muhabbeti hakkında da, ufaktan: Ben başından beri hayır diyorum ben. Yeşiller içinde boykotçu da var, Yetmez Ama Evet’çi de, Hayırcı da. Herkesin kendi penceresinden şahane argümanları olduğunu görüyorum; zaten bu yüzden Yeşiller o ünlü açıklamayı yapmıştı. EDP’yle görüşmeler başladığından beri de arada geliyor bu konu masaya-muhabbete; gayet güzel, kemiksiz tartışıyoruz. Öyle bir tartışma keyfi ki o, Allah herkese nasip etsin.

İşte ben bunları sevdim bu süreçte. Gerisi fasa fiso. Heyecanı, samimiyeti, olduğunu olmayı ve gözlerdeki o ışığı siyasi düzleme sokmaksa mesele, ki özellikle Türkiye’de esas mesele odur bence, ben buradayım.

Bu rahatlığın yok olduğu-fos çıktığı-yalan ilan edildiği, samimiyetin kaybolduğu, heyecanın bastırıldığı, muhabbetin yavanlaştığı, tevazunun yok olduğu, “ödün” vermenin” -bırak arada biri-nadiren bile olsa yaşandığı, parti içi politikanın keyifli bir oyundan (oyun iyidir!) tatsız bir güç arayışına evrildiği ve bunu yapanların parti genelinde kabul ve teşvik gördüğü, herhangi bir şey üzerinden hiyerarşilerin tesis edilmeye çalışıldığı an buna sert ve kesin karşı duruşların yaşanmadığı, kelamlarda bol bol “ama” geçmeye başladığı, öz-eleştirinin en sağlamını yapmanın düstur olmaktan çıktığı gün bu partinin yeni siyaset ve şenliklilik iddiasının bittiği gün olacaktır.

Ben o günün hiç gelmeyeceğine dair büyük umut besliyorum. O günün gelmemesi için çalışmaya istekliyim. Her şeye rağmen o gün gelirse, “Hadi bana eyvallah” demeye de kararlıyım.

Yazı uzamış iyice. Kongre, hemen öncesi ve hemen sonrası da yarına kalsın madem. Ertesi gün de yarınlar hakkında, gelecek hakkında yazayım.

Ama son bi’ şey daha eklemezsem rahat edemeyeceğim : “Bu partinin nesi yeni?” sorusunun bir çok olası cevabı vardır muhtemelen ama benim penceremden yeni olan ve çok büyük bir umut ve heyecanı içinde barından tam da bu yazının bizatihi varlığı.

İyi bir yazı olduğundan değil, korkmayan ve kemiksiz bir yazı olmasından. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin kendisinden bile korkmadığına, kendisiyle dalga geçmeyi en büyük erdem saydığına -bence- bir ufak kanıt olmasından.

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.