Yeşeriyorum

Sessiz bir Pazar günü – Tuğçe Tuğran

0

Daha bebekken oyuncak olarak elimize tutuşturdular onları. Biraz daha büyüyünce akülü olanlarının hayaliyle yanıp tutuştuk, ilk fırsatta da gerçeğine sahip olmak istedik. Evet, arabalardan bahsediyorum. Onlarsız bir hayatı düşlemek gibi bir şansımız oldu mu hiç? Üstelik sadece bireysel ve pratik anlamda değil, toplumsal ve kültürel anlamda da arabalara tutkunuz. Karl Benz bir asır kadar önce ilk modern otomobili geliştirdiğinden beri arabalar, yüzyılın en gözde buluşlarından biri oldu; hayatımızın her alanında kendine yer bulmayı başardı. Belki de başka hiçbir icat 20. yüzyılın toplumlarını ve içinde yaşadığımız dünyanın fiziki çehresini bu kadar değiştirmedi. Geçtiğimiz yüzyılda, arabaların ‘bildiğimiz’ dünyayı nasıl da geri dönülemez biçimde dönüştürdüğüne tanık olduk. Mesafeler kısaldı, kendimizi daha özgür hissettik. Bu yeni oyuncağı o kadar çok sevdik ki, içinde yaşadığımız şehirleri ona göre düzenledik. Mekânın büyük çoğunluğunu ona tahsis ettik, kendimiz daracık kaldırımlarla yetindik. Bazen mevcut alanlar yetmedi, denizleri doldurduk, ormanları yok ettik arabalarımıza yer açmak için.

Şüphesiz ki arabaya olan hayranlığımızın haklı sebepleri vardı. Alternatiflerin yokluğunda araba,  doğum yapan eşini hastaneye yetiştirebilen bir erkek/kadın, kan kaybeden hastasına kan yetiştirebilen bir doktor, ya da sadece arabasız gidemeyeceğimiz bir doğa köşesine gidebilme özgürlüğünü yaşamak demekti. Ama yine de, istediğimiz her yere istediğimiz anda arabalarla gidebilmek için, büyük bedeller ödememiz gerekti. İlk akla gelen, her yıl trafik kazalarına kurban verdiğimiz bir milyondan fazla insan ve ailelerin yıkılan hayatları, bu kayıpların toplumlara verdiği zarar[i]. Durum özellikle gelişmekte olan ülkelerde o kadar çok çığırından çıkmış görünüyor ki, Mayıs ayında yayınlanan Güvenli ve Sürdürülebilir Yollar raporu, konunun Rio +20 çerçevesine dahil edilmesini istedi[ii].

Daha uzun vadeli bir sorun ise hiç kuşkusuz havaya salınan ve atmosferde biriken sera gazları. Motorlu taşıtlar atmosfere yılda 900 milyon metrik tondan fazla CO² salınımına sebep oluyorlar. Bu dünyadaki CO² salınımının %15’i demek[iii]. Neredeyse 30 yıldan fazla bir süredir tartışılan iklim değişikliğinin olası sonuçları düşünüldüğünde, bu azımsanmayacak kadar büyük bir rakam. Evet, arabalar bizi ve dünyamızı boğuyorlar. Kendi hayatına son vermek için garajındaki arabasına binip motoru çalıştıran ve yavaş yavaş boğulmayı bekleyen bir insandan ne farkımız var?

Sadece biz değil, diğer canlılar da araba aşkımızdan nasibini aldı. Yaptığımız yollar diğer canlılar için birer ölüm tuzağı haline geldi. ABD’de yol üzerinde can veren hayvanların sayısı sincaplar için 41 milyon, kediler için 26 milyon, fareler için 22 milyon, kirpiler için 19 milyon, rakunlar için 15  milyon, köpekler için 6 milyon ve geyikler için 350.000 olarak ifade ediliyor[iv]. Üstelik sadece yollarda ölen hayvanlar da değil sorun. Bu aynı zamanda insanın doğayla olan ilişkisinde bir dönüm noktası çünkü ekolojik sistemler sürekliliğe ve bütünlüğe bağımlıdır. Bir ormanın, bir sulak alanın biyoçeşitliliğini sürdürebilmesi için bütünlüğe sahip olması gerekir. Biz ise yaptığımız yollarla o bütünlüğü parçaladık, ormanları ortasından bıçak gibi kesen asfalt yollar inşa ettik. Doğanın serbest dolaşımına, kendi serbest dolaşımımız uğruna büyük bir darbe indirdik. Yaşadığımız bu ‘ilerleme’ bir kerelik de değildi üstelik. Nasıl olsa arabalarımız vardı artık, uzak mesafelere gidebilir, şehirde çalışıp şehrin dışındaki yeşil alanlardaki bahçeli evlerimizde oturabilirdik. Böylece, biz doğayı sevdiğimiz için, doğayı yok etmeyi göze aldık. Evimizle işimiz arasındaki mesafeler büyüdükçe büyüdü, atmosfere bıraktığımız sera gazları da, çocuklarımızı astım hastası yapan hava kirliliği de, yol kenarlarında saydığımız hayvan cesetleri de, petrol elde etmek için mahvettiğimiz vahşi yaşam alanları da, arabada geçirdiğimiz yalnız zamanlar da katlanarak arttı, bir kısırdöngü haline geldi.

Tüm bunlardan sonra, çok da mutlu olduk diyebilir miyiz? Pek değil. Arabalar, yapıları gereği anti-sosyal bir alan düzenlemesi gerektirirler. Şehirlerin ortasından geçen kocaman bulvarları düşünün: orada mutlu bir insan, cıvıldayan bir kuş, salına salına gezinen bir kedi gördüğünüz oldu mu hiç? Durup da yol sormak, adres ararken bir insandan yardım almak bile mümkün değildir arabaların baskın olduğu yerlerde. Gece karanlığında büyük bir otoyol kenarında yürüdüyseniz, bunun ne kadar korkunç ve insansız bir deneyim olduğunu da bilirsiniz mutlaka. İşte bu insansızlık betimler araba kültürünü. Bu kültürde sadece arabalarına hapsolmuş, birbirinden kopmuş bireyler vardır. Arabanın olduğu yerde insanlar durup birbirlerine hal hatır soramazlar. Bu kültürde insan insanla karşılaşmaz, insan yürümez, insan insansızdır ve insan şişmandır.

İşte tüm bunlar arabayla olan uzatmalı aşkımızın sorgulanmaya başlamasına neden oldu son zamanlarda. Dünyanın dört bir yanında, özellikle de gelişmiş ülkelerde insanlar araba karşıtı hareketler başlattılar, içinden arabaların geçmediği şehirlerin hayalini kurar oldular. Bisikleti, toplu taşımayı ve yürümeyi teşvik eden alan tasarımları geliştiren mimarların, şehir planlamacılarının sayısı hızla arttı. Köprü üstüne köprü yapan, İstanbul’un tüm doğal ve kültürel güzelliğini otoyollara feda eden, ‘kalkınma’nın hala viyadüklerle ve otobanlarla ölçüldüğü ülkemizde olmasa da dünyanın birçok şehrinde ‘arabasız günler’ düzenleniyor artık. Örneğin geçen hafta Brüksel’de Arabasız Pazar günüydü. Arabalara ayrılmış kocaman yolların daimi sahipleri ortadan çekilince tüm şehrin çehresi değişti adeta. İnsanlar bisikletleriyle, çocuklarıyla, patenleriyle önce çekinerek, sonra da bu muhteşem özgürlüğün tadını çıkararak sokaklarda koşuşturdular, oturup yemekler yediler, sokağa masalar atıp müzikler dinlediler. Araba seslerinin yerini çocuk ve sohbet eden insanların sesleri aldı. İnsan sokağa yeniden sahip oldu ve hayatın farklı da olabileceğini anladı.

Şüphesiz arabaları kullanmaya devam edeceğiz. Ama onlara olan bağımlılığımızı azaltmaya çalışmak, yakın geleceğin en önemli ve heyecan verici projelerinden biri olacak. Daha demokratik, toplu taşıma sistemleri insanca olan, arabanın bir statü sembolü olmaktan çıktığı, herkesin araba sahibi olmak zorunda olmadığı, bisikletin ve daha kısa mesafelerde ayaklarımızın ana ulaşım aracı olduğu şehirler kuracağız. O şehirlerde çocuklarımız yeniden sokakta oynayabilecekler. Ve pencereden sokağı izleyen kediler de daha özgür olacaklar o zaman.  İçinden araba geçmeyen sokaklarımızın sayısı artıkça, soluduğumuz havanın kalitesi de artacak. Otoparkları şehir dışına kurup, arabalarımızı orada bırakacağız. Şehir içindeki otoparkları yeşil alanlara, oyun parklarına dönüştüreceğiz. Sokaklar yeniden bize, çocuklarımıza ve kedilere ait olacak.

Daha mutlu olacağız. Daha sosyal. Daha insancıl.

aptalinsan.blogspot.be/

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.