Dış Köşe

İnsanmerkezcilik ve Ekoloji… – Lale Sözmen

0

“hiçbir anne çocuğunun kulağına, dünyanın bir canlı olduğunu fısıldamıyor.’’ –Ormanın Işığı

Dünyanın, ‘insan’ için yaşanabilir bir yer olması, hemen hemen tüm toplumların ortak görüşüdür. İnsan olmanın, insanca yaşabilmenin, insanlığa layık olmanın ve insan için olan her şeyin yüceltildiği bu ideal, narşist bir ruh halinden öteye geçemedi. Batı Aydınlanma Dönemi’ nde, baskıcı otoriteye karşı insan özgürleşmesini temel alan etik düşüncenin, tek bir türe odaklı toplumsal yaşam normları, insan türünün çıkarlarını, doğa ve hayvanlar üzerinde bir tahakküme dönüştürdü. Kendi türünü gezegenin ortasında gören, yani var olan her şeyin insan türü için yaratıldığı ya da tabi olduğu inancına dayanan, antroposentrik (insanmerkezci) düşünce, diğer türleri ve doğayı, varlığının nesnesi haline dönüştürdü. Bu doğaüstü ayrıcalıklı konum ve doğadan soyutlanmış ilişki biçimleri, türümüzün dışındaki tüm canlılara karşı tutumumuzu şekillendirirken, onların yaşam ve özgürlük gibi temel haklarını ortadan kaldırmanın yolunu da açtı. Bu anlamda egosantrik düşünce ile gelişen, doğa ve hayvanlar üzerinde hak sahibi olma iddiası oldukça anlaşılır. İnsanın diğer varlıklardan farklı olduğuna ilişkin egemen anlayış, insana özgü akıl gelişimini, diğer varlıkların üzerinde hakimiyet kurmayı destekleyen bir argüman olarak kullanmaktadır. Doğayı keşfetme, kontrol altına alma ve ona şekil verme misyonu ile insanmerkezci etik, kültürden inanca, bilimden tekno-endüstriyalizme kadar uzanan insan dünyasında, tahakkümü meşrulaştırmaktadır. Tek bir türün refahı ve kollanması, kaçınılmaz olarak ekolojik yıkımın ve diğer türlere yapılan zulmün en temel nedenidir.

İnsanın eşitlik düşüncesini, biyolojik ve fiziksel benzerliklere dayandıran dar bir düşünce çemberi ile sınırlaması, diğer canlıları bu eşitlik kavramının dışında bırakarak, doğayla olan ilişkisini; tür ayrımcılığına, hiyerarşik sınıflandırmaya ve despot bir üstünlük dayatmasına kadar vardırmıştır. Elbette ki burada eşitlik kavramını; ekolojiden kopmuş, hümanist değerlerin yüklendiği insana özgü bir anlayışla değil, her canlının kendi öz değerleri ve ekoloji içindeki konumlarını içeren bir eşitlik anlayışı içinde anlamak çok önemlidir. Eşitlikten söz edemediğimiz bir yerde ise farklı tipte ayrımcılığın gelişmesi de kaçınılmazdır. Tür ayrımcılığının kriterleri genişleyerek, insan türü için de farklı şekillerde pratik kazanabilir. Zira cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık, homofobi ve engelli bireylere karşı tutumumuz ayrımcılığın insana yöneltilmiş türleridir. Bir insanın diğerinden ya da bir türün, diğer bir türden üstün ya da aşağıda olduğuna ilişkin fikirlerin, yaşama ve özgürlük hakkı açısından herhangi bir gerekçe ile savunulamayacağının, en azından kendi varlığımız üzerinden tanımlayabileceğimiz bir dünya olmadığının idrakinde olmalıyız.

Eğer gerçek bir dünyadan söz edecek olursak, bu her şeyin birbirine bağlı olduğu, birbirini var ve yok ettiği dengeli bir dünyadır. Bütünün varlığı, onu bir arada tutan canlılığın varlığını sürdürmesi ile devam edebilecektir. Yaşamın devamını sağlayacak koşulların yok olması, türcü anlayışımızla da çelişmektedir. İnsan toplumlarının, yıkımın nedenleri ile yani aslında kendi türü ile yüzleşmesi, artık bir zorunluluktur. Her şeyden önemlisi, ekolojik yıkımın sorumlusu olan türümüzün; sorunları, entelektüel bir ilgi alanı olarak görmekten vazgeçip, ‘bütünü anlayan’ ve bütünün içinde var olmayı içselleştiren yeni bir akıl geliştirmesi, insanmerkezci fikirlerden kurtulması ile olabilecektir.

Bu yazı ilk olarak yerelgaste.com/ da yayınlanmıştır.

 

 

 

Lale Sözmen

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.