Hafta SonuManşet

Yağmuru Bile: Türkü yine aynı türkü, sazlarda tel değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti.

0

Güney Amerika yerlileri ile oraya sonradan gelen beyazların mücadeleleri… Önce İspanyol askerleri ile altın için, şimdi ise çokuluslu şirketler ile su için. Fakat yüzyıllardır aynı yönde, aynı tarzda, belki birazcık daha çağdaş…

Bu bir sinema yazısı değil aslında. Bu bir filmin anlattığı ve hatırlattığı mücadeleler üzerine yazılmış bir yazı. Altınları için, suları için ve ellerinde değerli ne varsa alınmış; öldürülmüş, yakılmış bir halktan özür dileyen Yağmuru Bile/Even The Rain/Tambien la Lluvia hakkında yazılmış bir yazı.

Filmin nasıl ilerleyeceği ve bittiğinde bırakmak istediği düşünce aslında ta başından belli oluyor. Ünlü tarihçi Howard Zinn’e ithaf edilerek başlayan bir film nasıl olabilir ki? Türkçede konuyla ilgili “Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi 1492’den Günümüze” ve “Gençler İçin Amerika Birleşik Devletleri Halkları Tarihi” kitapları bulunan Zinn’in meseleye olan berrak bakışı filme de, sinemanın izin verdiği ölçüde yansıyor.

Toplumsal bir olayı konu ettiği için, aslında sonu belli bir filmle karşı karşıyayız. 2000 yılında, Bolivya’dayız. Bolivya’nın da daha sonra adını tüm Dünya’ya duyuracak olan Cochabamba kentindeyiz. Filmin kahramanları, kentte olacaklardan habersiz bir şekilde kente geliyorlar. Amaçları bir film çekmek. Aslında Yağmuru Bile’nin konusu film çeken insanların başına gelenler. “Bir gün bir film çekmeye başladım ve hayatım değişti!” gibi bir durum söz konusu olan.

Çekilecek filmin konusu da basit ve sıradan aslında. “Vicdani” bir bakış açısıyla Christophe Colomb’un Abya Yala’ya, yani yaşayanlarının “Kaplumbağa Adası” dedikleri Amerika’ya çıkışını ve orada yaptığı zulmü anlatmak. Altın için öldürülen, köleleştirilen halkı göstermek. Filmin içindeki filmin konusu bu.

Peki o zaman neden dağların tepesinde, Bolivya’dalar? Çünkü orası “karnı aç binlerce yerliyle dolu ve bu binlerce figüran anlamına geliyor!” Bu kadar basit aslında. Ve çelişki de aynı oranda net aslında. 1492 yılında var olan köleleştirmeyi anlatmak ve beyaz vicdanları rahatlatmak için çekilen film, 2000 yılında aslında aynı mantığa sahip ve bize köleleştirmenin “çağdaş” halini sunuyor. 1492’de yerliler boyunlarına asılan boş kürelerin içini altınla doldurmaları gerekir, yoksa ölürler; 2000’de ise Bolivya halkı “günde iki dolar alıp kendilerini kral gibi hissettikten” sonra beyaz adamların dediklerini yapan ucuz iş gücü haline gelirler, yoksa bu sefer açlıktan ölürler. Sömürünün “çağdaş” hali de budur.

İşte bu noktada filmin içinde film çekenlerin karşısına bu çelişkinin başka bir boyutu çıkar. Bu da zaten filmin toplumsal mücadeleleri konu alan kısmına denk geliyor. Cochabamba halkının belki de bir belgesel gibi mücadelesi de ana filmin konusu. Yaşanan ve daha sonra da tüm Dünya tarafından örnek olarak gösterilen, Cochabamba halkının su için verdiği mücadele anlatılmakta. (Film değil gerçek!) 2000 yılında Cochabamba’nın suyu özelleştirildi. Fakat sadece musluktan akan su değil, yeraltı suları, şehre yakın su kaynakları ve YAĞMUR! Bir leğenle evinizin çatısına düşen yağmur suyunu toplayıp kullanmak da ceza yemek için bir neden haline geldi. Türkiye’de HES’lerle yapılmak istenen, doğa ve halk ile suyun birbirinden kopartılmasının gelebileceği belki de en uç noktayı yaşamış ve mücadele etmiş 2000 yılında Bolivya halkı. Yağmuru bile paraya çeviren çokuluslu şirketler, şimdi tek damlayı ziyan etmeden elektrik üretmeye çalışıyor Türkiye’de.

Film için Bolivya’da olan ekibimiz bu mücadeleden etkilenmiyor ilk anlarda. Çünkü onlar lüks otellerde, kentin suyu özelleştiren yöneticileriyle yemekler yiyerek ve doğrudan o yoksulluktan yararlanarak zaten çalışmaktalar. Fakat film için çok önemli bir figürün, yerlilerin Colomb’a direnen liderlerini oynayan kişinin, aynı zamanda çokuluslu su şirketlerine karşı, suyun özelleştirilmesine karşı direnişin de lideri olması filmi ve filmin içindeki filmi birbiriyle bağlıyor. Artık ne tarihi, ne günümüz bir önemi yok. Yazının başlığındaki Neyzen Tevfik’in sözü gibi! Sömürü aynı sömürü! Filmin bir yerinde, filmin içindeki film gereği yerlilerin liderinin Colomb’un askerleri tarafından yakılması gereklidir. Fakat o kişi 2000 yılında polis tarafından gözaltına alınıp işkence görmüştür. Beyazlar ve onun yerli işbirlikçileri anlaşır, filmin sonuna kadar serbest bırakılması sağlanır. Lider yakılır ve anında polisler sete girer! Yerliyi götürmek ister. Köleleştirmenin, sömürünün “çağdaş” hali varsa, zulmün de “çağdaş” hali olmalı!

Filmin sonrası, Cochabamba halkının tarihe “Su savaşları” olarak geçecek mücadelesi ve beyazların ellerinden almaya çalıştıklarını hiç olmazsa 500 yıl sonra durdurabilmelerini anlatıyor. Bu film izlenmeli, bu film tartışılmalı ve en önemlisi Cochabamba halkının verdiği mücadele ve başlarına gelenler değerlendirilmeli. Çünkü bu sadece Bolivya’yı, Bolivya’da yaşayan yerlileri anlatan bir film değil. Benzerini Afrika’da elmas madenleri için, yine altın için, kölelik için; Asya’da benzeri olaylar için çekebilirsiniz. O kadar net bir gerçeği anlatıyor çünkü. Türkiye açısından da bu böyle. 500 yıl önce altın değerliydi, onu alıyorlardı, onyıllardır petrol değerli ve onu alıyorlar, artık su değerli onu alacaklar.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.