Köşe Yazıları

Demokrasi Konferansı açış konuşması

0

Bu yazı 21 Ocak 2012 tarihinde yapılan Demokrasi Konferansı’nın  açış konuşması olarak yazılmıştır.

Değerli konuşmacılar, değerli katılımcılar, hoş geldiniz!

Bu ülkede, tek parti iktidarını, İkinci Dünya Savaşı yıllarını, çok partili rejime geçişi, 1960, 71, 1980 darbelerini, 28 Şubat Post modern darbesini, 27 Nisan e-muhtırasını görmüş, yaşamış bir insan olarak, 2012’de, hala şu eksikli demokrasimizi bile koruma kaygısına düşmüş olmamız ağrıma gidiyor.

Kuşaklar boyu peşinden koştuğumuz özgürlükler, ona her yaklaştığımızda sanki bizden uzaklaşıyor. 150 yıl kadar önce Namık Kemal, “Hürriyet diye diye, zebunu olduk hürriyetin,” derken, muhtemelen bu mücadelenin daha yüzyıl süreceğini bilmiyordu.

Sonuçta, yine bir tatil gününde, rejimin otoriterleşmesine karşı neler yapabileceğimizi  konuşmak üzere bir salonda toplandık. Her gün hepimizin ve dünyanın gözü önünde cereyan eden anti demokratik uygulamaları, baskıları, tutuklamaları, özgürlük, adalet arayışımızı konuşacağız ve demokrasi mücadelemize yön verecek projeksiyonlar yapacağız.

Geçen 89 yıla karşın, ‘çağdaş- modern’ diye söz edilen Devletimizi, bu sıfatı hak edecek demokratik, saydam bir hukuk devletine neden dönüştüremediğimiz hiçbirimizin meçhulü değil.

Gerçekten de, 150 yıllık batılılaşma tarihimizin sürekliliği içinde, Osmanlı’dan günümüze, sayısız olayda Devletin binbir suretiyle karşılaştık. Onun kutsallık, dokunulmazlık maskesi altındaki yüzünü iyi tanıdık.

O’nu en son, 17 Ocak’ta, Hrant Dink Davasını karara bağlayan Mahkemede gördük. Yargıç suretindeydi. 90’lı yıllarda Tansu Çiller, “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır,” derken, başbakan suretindeydi, general üniformasıyla hep karşımızdaydı. Kasım 1996’da Susurluk’ta kamyonla Mercedes çarpıştığında da görmüştük.
Sevgili Hrant’ın avukatları, esas hakkındaki mütalaa’larında; cinayetin işlenmesinde, delillerin karartılmasında, yargı sürecinin sınırlarının belirlenmesindeki uyum  ve ideolojik ortaklığa dikkat çekerek, “Esasen bu uyum ve ortaklık, cinayetin meşrulaştırılması yanında, cezasızlığını da sağlayan ve olağanlaştıran, güçlü bir aygıtın ve zihniyetin varlığına tekabül ediyor…. Bu güçlü aygıt, MGK’sıyla, MİT’iyle, TSK’sıyla, kurulu sistemin, yani devletin ta kendisidir,” diyerek açıklıkla tanımlıyorlar.

Mütalaa’da işaret edilen zihniyet ise, İttihat Terakki zihniyetidir. Bilindiği gibi, bu zihniyet için, siyasi entrikalar, baskılar, siyasi cinayetler, faili meçhuller, katliamlar mübahtır. Çünkü, söz konusu devletse, gerisi teferruattır.

Osmanlı’da kullar, kutsal devlet için ne değer taşıyorsa, Cumhuriyet’te vatandaşın değeri hemen hemen o kadardır. Bu devlet için anasından Türk, asker, sünni olarak doğan bir de millet  yaratılmıştır.

O zihniyeti geçenlerde, Edebali’den “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın,” özlüsözü olarak Başbakan’ın ağzından duyduk. Bu zihniyetten bu kadar demokrasi, bu kadar insan haklarına saygı çıkıyor…

Bugünün siyasal iktidarı, Cumhuriyeti kuran İttihat Terakki kadrolarının muhalif kanadının takipçileridir. Muhalefette mağdur, iktidarda mağrur ve despotik.

Devleti dönüştürmekten, demokratikleşmeden, ileri demokrasiden söz eden AKP İktidarı, askeri vesayeti gerilettikçe şahinleşiyor, devlet içindeki derin yapılanmaları kontrole aldıkça daha da otoriterleşiyor, devletle, orduyla özdeşleşiyor, gitgide daha muhafazakar, daha gelenekçi oluyor.

* * *

Peki İktidar, neden bu yolu seçiyor? Bu sadece zihniyetle mi ilgili?  Demokrasiyi, reformları ilerleterek, arkasındaki halk desteğini genişleterek, dünyadaki itibarını artırarak iktidarını pekiştirmek yerine, neden adım adım otoriterliğe yöneliyor?

Demokrasi mücadelemizin başarısı bu sorunun yanıtını doğru verebilmemize bağlı, diye düşünüyorum.

Bu gidişatı, Başbakanın kişiliğine bağlamak elbette yeterli değil. Liderleri de, diktatörleri de tarihsel koşullar yaratır, derler. Eh, gerçekten de büyük dönüşümlerin, değişimlerin yaşandığı, geleceği öngörmekte zorlandığımız bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Bu belirsizlik nedeniyle mi, gücü merkezde, dizginleri elde tutmak istiyor? Belki de Başbakan, Cumhurbaşkanlığına hazırlandığı için devletle bu kadar kucak kucağadır.

Belki bunların hepsi de birer etkendir. Ama bölgede diktatörler yıkılırken, böyle bir risk göze alınabilir mi, sanmıyorum.

Asıl nedeni, AKP İktidarının üstlendiği büyük misyonda aramak gerekir, diye düşünüyorum.

Bu misyonun, modernleşme projesini jakoben yöntemlerle uygulamaya koyan Kemalist kadroların mağdur ettiği muhafazakar çoğunluğu iktidara taşımak; gelişmekte, büyümekte olan Türkiye’de sermayeyi ve refahı bu çoğunluğa yaymak olduğu anlaşılıyor. Elbette bu haktır ve Evelallah başarılmıştır.

Ne var ki, rant dağıtarak, arkasına aldığı bu çoğunluğu AKP, sanırım artık  sırtında taşıyor. Siyasette muhafazakar, ekonomide neo-liberal AKP Hükümeti kendini, büyüme politikalarına mahkum etmiştir.

Büyüme, ne pahasına olursa olsun büyüme! Aynı zamanda, bu başarının gereği olarak bölgeye ve dünyaya açılmayı, yeni pazarlar edinmeyi hedefleyen yeni bir dış politika…

Ancak, Bölgede ve dünyada yaşanmakta olan büyük çalkantılar bu politikayı zora sokmuştur. İktidar, ülkedeki muhalefeti zapt ü rapt altına almak için otoriter yönetime başvurmaktadır.

Bunun içindir ki, tüm örgütlü muhalefeti, basını susturmak gerekiyordu. Yaşam alanlarını, suyunu, toprağını, tohumunu, ormanını korumak isteyen örgütlü halka, hak arayan işçilere, emekçilere, öğrencilere güvenlik güçlerini bunun için saldırtıyor. Kürt halkının özgürlük, eşitlik, onur mücadelesini güvenlik politikalarıyla, tutuklayarak, öldürerek bunun için  baskı altında tutmaya çalışıyor.

Hükümetin bu politikasının kalbinde enerji politikaları, endüstriyel tarım ve hayvancılık politikaları, kentsel dönüşüm projeleri, deprem projesi gibi büyük projeler var. Demokrasi mücadelesini bu politikalara alternatif politikalar, alternatif projeler üretmeden ve bunları güç birliği ile savunmadan, kamuoyunu bunlara ikna etmeden ve Parlamentoya taşımadan başarı şansımız zayıftır.

Mücadelemizin toplumsal dinamiklerini; çevre, doğa koruma, ekoloji hareketleri; işçilerin, emekçilerin örgütlü hak mücadelesi; Kürtlerin hak, özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve kadınlar başta olmak üzere, ayrımcılığa karşı tanınma mücadelesi veren tüm farklı toplulukların yükselen mücadelesi oluşturuyor. Ancak bu dinamiklerin bileşkesi, yaratacağı sinerji, büyük bir çekim gücü oluşturarak bizi başarıya götürebilir.

Bu güç birliğini oluşturursak, yeni Anayasa yapım sürecine müdahil olabilir, Kürt sorununun demokratik çözümünde,  devletin demokratik, şeffaf bir hukuk devletine dönüşmesinde rol alabiliriz. İşimiz kolay değil, biliyoruz, ancak başarmak zorundayız.

Mücadelemize güç katması, yolumuza ışık tutması dileğiyle, Konferansımıza başarılar diliyorum.

Yüksel Selek (Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü)

You may also like

Comments

Comments are closed.