Yazarlar

Ama…

0

Otuz beş gencecik canın gözlerindeki ışığın sonsuza dek söndürülmesiyle her daim dört bir yanı kaplamış ağıtlara bir kez daha en sertinden çarptığımız, her türlü acı ve nedenli-nedensiz öfkelerin kararmış vicdanlarla karşılaştıkça büyüdüğü, adaletsizliğin bir hukuk normu haline geldiği ve nefret tohumlarının her zamankinden hızlı filiz verdiği böyle zamanlarda ekoloji yazmak, sözü doğaya, ekolojik bilgeliğe getirmek zor, çok zor hem de.

Ve bir o kadar da gerekli, her zamankinden daha önemli hatta.

Gerçek bir ekolojik bilgeliğin sarmaladığı birey ve toplumlarda insanlara karşı da ayrımcılık olmaz, zira. Öyle bünyelerde ne kör ve kibirli “o kötü-bu iyi” ezberlerine rastlayabilirsiniz, ne insanı kendini paramparça etme isteğiyle yakıp kavuran adaletsizliklere tanık olursunuz, ne de her şeyden önce kendi vicdanını rahatlatmak için söylenen “ama” larla karşılaşırsınız.

“Ama” çünkü, iyi ihtimalle kendine bile dürüst olamamamın, kötü ihtimalle ise kocaman bir yalanın ifadesidir. “Ama”  masumiyetini kaybetmiş toplumlara hastır, doğada yoktur, ve bizim gibilerin hayalini kurduğu dünya da her şeyden önce ve her hayalimizin bir kısa özeti niyetine esasında, “’ama’ların olmadığı bir dünya”dır.

Doğmamış oğlumun, onlu yaşlarında aşık olacağı kızlardan “sen çok iyi bir insansın…” diye başlayıp “ama” yla bağlanan cevaplar alacağı bir kibarlık dünyasının sahte avuntularında yaşamasını istemiyorum ben. Ağlamaktan korkmasını, kendisini ciddiliğin gülünçlüğüne hapsetmesini istemiyorum. Kızımın korkular ve ayıplar ve gururculukların bahanesi olacak “ama”larla kısıtlanıp tahakküm altına alınmasını ve kendi kendini sınırlamasını;  söylemek isteyip de söyleyemediği her laftan, atmak isteyip de atamadığı her adımdan ve  etmek isteyip de edemediği her danstan sonra gönlünü güya rahatlatan ve aslında bir gün acısını fazlasıyla çıkartacak “ama”lı cümleler kurmaya mahkum olacağı bir yaşam istemiyorum.

Kimsenin kimseye tepeden bakmaya ihtiyaç bile duymadığı, kırdığı her kalp ve yaptığı her zulüm ve aldığı her ah’dan sonra kendisini “ama”lı bahanelerle rahatlatmadığı bir gelecek istiyorum.

Ben istiyorum ki, “ama”yı hiç bilmesinler benden sonra gelecekler. En kalpsiz ve hatta merhametsiz insanın bile içinde pek duyulmasa da haykıran, hatta arada bir kulaklarımıza hayatın anlamını dahi fısıldayan sesleri “ama”lara boğmasını hiç bilmemiş, kimselerden öğrenmemiş, hayatları boyunca akıl edememiş olsunlar.

Yüzleşmesi zor gerçekleri “ama”lara bulamadan da selamlayabilelim istiyorum; kabulleriyle, kimliklerimizin artık birer parçası haline gelen ezeli inkarlar tuzla buz olacak, bi’ şeylere armağan ede ede eksilttiğimiz varoluşlarımız yaralanacak olsa bile. On milyonu aşmış şehirlerin yalnızlaştırıcı kalabalıklarında, saatler uzunluğunda ve saniyeler hassasiyetindeki telaşların nefes nefeseliğinde ve ruhların içini boşaltıcı, bedenleri de birer simülasyon kanepesine hapseden konforların kucağında, herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarların ve dayatmaların ve “kutsal” yalanların kör edici ışığında yapılan zulümlerin kahredici gölgelerinde ne kadar mümkün bu; o apayrı bir soru.

Tam da sorulması gereken, işte bu apayrı soru.

Zihnimde bir tersten, bir düzden sorup duruyorum: Her türlü ekolojik tahayyülün nihayetinde ortak noktası ve ilkesi ve en temeli olan doğanın içindelik, gönüllü sadelik ve toprağın yaşam veren ya da denizin hülya katan kokusuna her daim yanıbaşındalığın esas olduğu toplum misal; ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıklarla, daha da kötüsü bu ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıkları “ama”larla sıvayarak alkışlayanlarla dolu olabilir mi? Tersinden: Ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıklardan arındırabilir miyiz yaşamlarımızı, ve can sıkıntısından; doğanın içindeliğe, gönüllü sadeliğe ve toprağın yaşam veren ya da denizin hülya katan kokusuna her daim yanıbaşındalıkla içkin ve bundandır ki huzur ve mutluluğa doygun olmadan?

Ben öyle bir toplum istiyorum ki, hiç bir çocuk büyüyünce Yılmaz Özdil olabilecek kadar uzak kalmasın iç barışından, huzurdan ve sevgiden ve hayatını anlamlandırabilme umudundan. Hiç bir çocuk polis ya da asker edilmesin; zalimleri zalim ve zulümlerini ebedi kılan “ama”larla sarmalanmış yalanların devamlarını getirirken kutsal ve güzel ve iyi ve ulvi bi’ iş yaptığını sanmak kadar kötü bir şekli yoktur zira muhtemelen, şu ömrü yaşamadan tüketmenin.

Göz göre göre ve haince masum insanları öldürenlerin kahraman ilan edilebileceği kadar kopmasın insanlar birbirinden; ve tam da bunun için birbirlerini herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarların ve sahte kutsaliyetlerin yalanları aracılığıyla duyan ve gören ve hissedemeyen tutsak insanların kocaman kalabalıkları yerine bire bir insani ilişki içinde ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak birbirini anlama, sevinci ve acıyı paylaşma, haksızlık karşısında ortak dayanışma hisseden hür insanlardan müteşekkil ufak topluluklarda yaşayalım.

Ekoköyler misal, kırsal komünler, şehirlerde mahalleler ve dernekler ve birlikler. Aynı Coca-Cola reklamlarında dedikleri ve gösterdikleri gibi; ama sahte ve samimiyetsizce temiz değil, icabında kirli ve ne olursa olsun gerçek ve samimi olanları, onların.

Tam ve bütün politik tahayyüllerdir söz konusu olan; bunları romantik birer serzeniş ve sıkkın canların gerçeklerden kopuk hülyaları sanarak “ama”larla streçlemek de zulüm değilse ayıp, ayıp değilse yanlıştır. Daha düne kadar (neredeyse) her türlü görüşün ve ideolojinin ortak noktası olan, en büyük ve güçlü “ama”lara sahip olmakla ünlü kalkınmacılığın sonuçlarıdır bugün gölgesinde kıvrandığımız herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarlar ve sahte kutsaliyetler. Burada devlettir, orada Wall Street’tir, başka yerde Şeriya, nah şurada teknokratlar, oracıkta muhafazakar şuracıkta da tektipleştirici dayatmalardır. GDO’dur, nükleerdir, sanayiciliktir, daha çok çalışmayı kabul etmektir, konfortizmdir, yağmurdan kaçmak ve çamurdan uzak durmaktır, ruh bencilliğin tavanındayken ağızdan “canım”ı, “hayatım”ı eksik etmemektir.

O “ama”lılık halidir , seni günde 10 saat çalıştırıp bol para ve yok zamana boğarken, diğerine iş yüzü göstermeyip bol zaman ve yok paraya mahkum eder. Sende olmayanı “ama”lı bahanelerinin tam merkezine oturtur, her daim haykırışta olan iç seslerinin uyandırıcı tokatlarını müzikçalarlardan yükselen şarkıların anlamı çekip alınmış gürültüsüne boğar. Boğarsın.

Çalıştığında ayrı zevk alacağın, dinlendiğinde ayrı huzur duyacağın, zaman ırmağında bata çıka değil oynaya zıplaya gitmeyi becerebileceğin, şenlikli bir varoluşu toplumsal bir zenginlik ve dikey kurumlara muhtaç olmayacak kadar büyük ve hissederek iletişebileceğin toplumlarda hürce yaşayacağın bir hayat dururken üç cesur adım mesafede, kendini insan doğasına aykırı büyüklükte kalabalıkların hayatın anlamını sorgulatacak kadar bunaltıcı tektipleştiriciliğine hapsetmek…

Hiç gerek yok.

Hazır ulus-devlet projeleri de çökmüşken dört bir yanda ve modern toplumların verebileceği her türlü olumlu ders kaydedilmişken toplumsal hafızalara, ekolojik bilgelik eski ve yeninin yepyeni ve bir o kadar da eski bir bütünü olarak yerini almışken bazılarımızın deneyiminde ve hepimizin “bi’ şeylerde sorun var”lıklı sorgulamalara verdiği içgüdüsel cevaplarda, toplumsal devingenlik zaman ve mekan ve iletişime apayrı bir anlam katıveriyorken…

Ve yıkılacaksa herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarlar ve sahte kutsaliyetlerin temel direkleri, kalabalıkta yaşayan insanlar bile gördükçe bu yeni mini-toplumların şenlikli mutluluğunu…

Ve en önemlisi, ben ve sen, ve yani bu kadar çok insan “Evet!” diyorken birbirimizden bazen haberli ama ekseriyetle habersiz: “Gitmek lazım, bi’ balıkçı teknesi, bi’ şömine, bi’ samandan ev ve bir gitar. Ve muhabbet”…

Hiç gerek yok artık “ama”lara.

Bu yazı da önce kendime, sonra sana.

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.