Köşe Yazıları

Türkiye’nin Dış Siyasetini Çözmek – 1

0

Batılı dostlarla iki günlük dış siyaset maratonu*

Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, 3-4 Aralık 2011’de “Türkiyenin Dış Siyasetini Çözmek” başlıklı bir uluslararası konferans düzenledi. Konferans, katılıma açık bir panel, bir açık oturum ve  7 yuvarlak masa toplantısı şeklinde düzenlenmişti. İki günlük  atölye çalışmalarının sonuçları ortak bir oturumda paylaşıldı. Konferansın dili İngilizce/Türkçeydi.  Toplantı, Taksimde, Elit World Hotel’de yapıldı. İlk günün sonunda geleneksel kokteyl verildi. 24 yabancı, 14 Türkiyeli konuşmacı bildiri, görüş sundu, tartışmalara katıldı. Atölyeler de oldukça kalabalıktı.

Kanımca, bu büyük ve başarılı organizasyonla Henrich Böll Vakfı;  son zamanlarda doğrudan Vakıf  ve Türkiye Temsilciliği adı etrafında yapılan siyasi spekülasyonlara, karalama girişimlerine cevap oluşturacak güçlü bir yanıt vermek istemişti. Böylece, Henrich Böll Vakfı, Türkiye Temsilciliğinin ve Direktörü Ulrike Dufner’in arkasında durduğunu da göstermiş oldu, diye düşünüyorum.

Böyle düşünmeme neden olan şey Konferansın Almanya-Berlin’deki Merkezi ile birlikte düzenlenmiş olması. Konferansın davet metninin altında Ulrike Dufner ve Merkez Drektörü Chiristian Eichenmüller adları birlikte yer alıyordu. Bunun da ötesinde; Konferansın açış konuşmasını Vakfın Merkez Yönetim Kurulu üyesi Ralf Fücks yaptı;  Berlin Bürosu Dış Politika ve Güvenlik Bölüm Başkanı Bay Gregor Enste; Washington, Moskova, Brüksel, İsrail Bürosu Direktörleri, Belgrad’taki Güneydoğu Avrupa Bürosu Bölge Müdürü, Güneydoğu Avrupa Ofisi Sırbistan sorumlusu gibi ağır toplar orturumları yönettiler, konuşmalar yaptılar.

Çağrılı 24 konuşmacı arasında tanıdık isimler olarak Claudia Roth’u, Morton Abramowitz’i sayabiliriz. Konferans katılan çok sayıda konuşmacı arasında, Yemen’in BM Daimi Temsilciliğini yaparken, Sana’da hükümet yanlısı kuvvetlerin “düzinelerce” göstericiyi öldürmesi üzerine istifa eden, Uluslararası Barış Enstitüsü kıdemli üyesi Abdullah M. Alsaidi’den, Avrupa Dış ilişkiler Konseyi (ECFR) üyesi, Sofya Bürosu Başkanı Dimitar Bechev’e kadar  birçok uzman, öğretim üyesi, gazeteci de yer alıyordu.

Birlik90/Yeşiller Partisinden halen Milletvekili olan veya geçmişte Millevekilliği yapmış, Heinrich Böll Vakfı yöneticilerinin sayısı da az değildi. Ne var ki, iki gün boyunca Türkiye’nin dış politikasının kodları çözülmeye çalışılırken, bu dış politikayı belirleyen etmenlerin başında gelen ekonomik büyüme politikasının doğayı ve insan yaşamını sınırsızca tahrip etme pahasına olduğuna, en azından benim katıldığım oturumlarda pek değinilmedi.

Avrupalı Gözüyle Türkiye-AB İlişkileri

Konferansta Türkiye’nin dış politikası analiz edilmeye çalışılırken, Türkiye-AB ilişkileri, Türkiye-ABD-Batı ilişkileri; Türkiye’nin Ortadoğu’da oynamaya soyunduğu liderlik rolü,  “Arap Baharı”,  tartışmaların ağırlık merkezini oluşturdu.

Vakfın Merkez Yönetim Kurulu üyesi Ralf Fücks, açılış konuşmasına ana soruyu sorarak başladı. Geleneksel ittifaklar önemini yitirdi mi? NATO, AB, ABD ve diğerleri… Türkiye Batıyla Ortadoğu arasında köprü mü olmalı, yoksa Ortadoğu’da hegemon güç olmak mı istiyor? 89’da sonra dünyanın Batı tarafından yönetileceği tezi vardı. Fukuyama’nın tarihin sonu tezi… Oysa AB krizde, eski imparatorluk dönemindeki güçlerini arıyorlar; Türkiye de dahil, otoriteryen bir yönetim anlayışına dönüş eğilimi var. Bütün bu gelişmelerin ışığında AB Türkiye’ye gözünü kapatamaz, mesajını verdi.

Ana konuşmacı Kadir Has Üniversitesinden Profesör Soli Özel’di. Dick Chaney’nin  2000’lerde Türkiye bizi kaygılandırıyor, Irak’a Türkiye’den asker gönderemedik, deyişini hatırlattı. Türk Dış Politikası 3. Dalga yönetimini temsil ediyor, saptamasını yaptı. Türkiye ABD’ye yeterince güvenmediği için, Batıya yakın, ama özerk bir politika izliyor, dedi.  Hükümetin Retorik bir Batı eleştirisi yaptığına, model kurtarıcı ülke, kendi vizyonunu ortaya atan ülke rolüne soyunduğuna işaret etti.

İkinci Dünya Savaşı sonrasından bugüne politikadaki değişimi üç siyaset şekli olarak tanımladı. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden soğuk savaşın sonuna kadarki dönemi birinci dalga, yani güvenlik ilişkisi dalgası olarak; ikincisi, soğuk savaşın sonuyla birlikte özerk- geniş bir alana yayılma dalgası; nihayet Arap isyanlarıyla başlayan dönemi de üçüncü dalga, olarak tanımladı.

Batının Türkiye’ye ilgisinin, 89-90-91 yıllarında, duvarın yıkılışıyla arttığını, Saddam’ın Kuveyti işgali ile Türkiye’nin yeniden dikkatleri (Özal dönemi) çektiğini hatırlattı. O dönemde Ortadoğunun sınırları tarif ediliyordu; Türkiye’nin model olması için daha demokratik, kurallı bir toplum olması gerekiyordu, (oysa failimeçhuller, Susurluk Vakası, 28 Şubat Askeri müdahalesi gibi olaylarla bir karabasanı yaşıyorduk. Selek).  90’ların sonunda artık Türk modeli anılmamaya başlamıştı.

Soli Özel, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin tutarlı ve sürekli olduğunu; Clinton’un Baku-Ceyhan Boru Hattını kullanarak Türkiye’yi enerji politikalarını aktörü yaptığını;  Bush ve Obama’nın da hep aynı kavramlarla, Türkiye’yi seküler, demokratik bir NATO üyesi, AB adayı olarak nitelediklerine işaret etti.

11 Eylül saldırısı, Türk modelinin canlandırılmasına imkan verdi, dedi. Irak’a cephe açmayı reddetmesinin Türkiye’nin önemini ortaya koyduğuna, komşularıyla sıfır sorun politikasıyla da Bölgede merkezi bir güç olarak kendini konumlandırmaya başladığını belirttikten sonra, şimdi ise dış politkamızın, “komşularından kurtulmuş sıfır sorun politikası”na dönüşerek İran’ın merkezi güç olmasına yol açtığı yorumunda bulundu.

Özel, konuşmasına, Türkiye aktivist ve nüfuzlu politikasıyla, bu yeni stratejisiyle, Türkiye’yi bölgedeki siyasi harekete yakınlaştırdı, diye devam etti. Büyüyen kapitilasit ekonomosiyle yatırımcı sınıfın büyümesine, bölgeye daha fazla açılmasına yol açtı ,dedi. Filistin’i destekledi, oysa İran’ı dengeleyecek bir güçtü Türkiye, görüşünü ileri sürdü.

Arap isyanlarıyla başlayan dönemde Türkiye model olabilir mi? Avrupa’nın krizi, ABD’nin etkisinin azalması… Ortadoğuda dominant etkisini sürdürebilecek mi; ABD ile ilişkileri geliştirebilecek mi, İsrail ile sorunlar devam edecek mi?  ABD, Türkiye’ye soğuk savaş dönemindeki gibi mi, yoksa Batılı bir ülke olarak mı yer verecek, sorularını tartışmaya açtı. AB’nin yarattığı boşluk vakuma dönüşüyor. Batının bölgeyle, İran’la sorunları var. ABD Irak’tan çekilince İran’ın önemi artacak, bölgede rekabet artacak. Diğer yandan, NATO, Füze Kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesiyle Türkiye’nin Batıya yakınlığının3 inkar edilemez bir biçimde açıklık kazanmasına dikkati çekti. Türkiye’nin stratejik olarak Batı ittifakıyla olma tartışması bitmiştir, dedi.

Türkiye iç ve dış sorunlarını nasıl uyumlaştıracak? Suriye’nin ciddi sorunlar getireceği ortada. Türkiye Ekümenik bir pozisyon alacak gibi görünüyor. Bu durum iç politikası açısından da önemli olacaktır.  Stratejik gelişmeler, Irak’ta olanlar… Türkiye bölgedeki tüm aktörlerle ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalacak, diyerek, bölgede daha arka planda, daha dolaylı hareket etmelidir, görüşünü ileri sürdü.. Türkiye, güvenlik ve demokrasi bakımından Avrupalı bir ülke olmaya devam edecektir, öngörüsünde bulundu.

Ardından Türkiye, Avrupa Birliği ve ABD başlıklı Panel’e geçildi.

Paneli Jost Lagendijk modere etti. Lagendijk, AB üyeliği konusunda iyimser olduğunu,  Hükümetin de kendisi gibi iyimser olduğunu söyleyerek, AB Türkiye için bir gerekliliktir, dedi.

Alman Federal Meclisi Milletvekili Manuel Sarrazin, gerçekçi olduğunu söyleyerek söze başladı ve Türkiye’nin şansı yüksek, ama entegrasyon süreci zordur, diye ekledi.  Avrupa’nın krizin üst aşamasında olduğunu, krizin yayılmakta olduğunu, deneme yanılma yoluyla bir çözüm bulacaklarını, deneme yanılmanın arttık bir konsept haline geldiğini ifade etti. Hükümetlerimiz çok meşgul, zamanlarının yüzde 70’ini Euro krizine harcıyorlar diyerek, Türkiyenin AB üyeliği ile ilgili söylemin, “sizi istiyoruz, ama… ama’dan, sizi istemiyoruz ama… ama”ya dönüştüğü saptamasında bulundu.

Doğu Akdenizde doğal gaz arama konusunda AB ile birlikte olsa, ilerde kazan kazan durumu ortaya çıkar; Doğu Akdeniz’de iyi haberlere ihtiyacımız var, derken Türkiye’nin AB ve Nato ile tamamen birlikte politika  yapmasının onu Ortadoğu’da zayıflatacağı uyarısında da bulundu.

İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü ve Sabancı Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Profesörü Fuat Keyman ise, temkinli bir iyimserlik içinde olduğunu söyleyerek söze başladı. Türkiye-AB sorunlar, yapısal faktörler temelinde birlikte hareket etmeliler, diyerek, Marks’ın Grundrisse’sindenden bir alıntıyla, “Tarihi insanlar yapar, ama kendi seçtikleri koşullarda değil,” uyarısında bulundu. Oysa şimdi aktörler rol oynuyor; iki tarafın oyuncuları da miyop,  yapısal bakmıyorlar, eleştirisini dile getirdi.

Keyman  Türkiye’nin AB ilgili sorunlarını üç noktada sıralarken,  Türkiye’de Avrupa’ya karşı artan bir kuşkuculuk geliştiğine işaret etti.  AB çıpasına gerek yok, diyen bir kinizm geliştiğine, yöneticilerin çoğunda Avrokinizim diyebileceğimiz alaycı bir tavrın varlığına dikkat çekti.  İkinci olarak, reform sürecindeki yavaşlamayı, Türkiye’de melez bir demokrasinin varlığını, bu demokrasinin 7 üzerinden en çok 3,4 not alabileceğini söyledi. Üçüncü olarak da, hakim parti-zayıf muhalefet durumu var, güçlü bir talep yok, dedi.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin problemlerine gelince.  AB’de siyasi irade yokluğuna; Türkiye’yi yeterince tanımıyor olmalarına,  İstanbul, Ankara, İzmir’den ibaret olsaydı Türkiye’yi AB’ye alırdık kanaatinin yanlışlığına değindi.  Oysa çevre bu merkezlerden daha Avrupalı, gezip görmeleri gerekir, dedi.

Üç de öneride bulundu: Birincisi; kriz Avro ötesine geçecek ve tam üyeliğin anlamı tartışılır olacak. Avro bölgesinde olmayan, ama esnek bir tam üyelik durumunda, aktif bir dış politika sürdüren Türkiye – ben buna ayrıcalıklı üyelik, diyorum, dedi.  İkinci olarak, belirlilik düzeyi olmayan bakış devam ettikçe Avrokinizm devam edecektir; AB böyle yavaştan almayı bırakıp bir zaman konuşmalı, tarih verilmelidir. Keyman’ın üçüncüsü öneri ise, AB-Türkiye ilişkilerinin Transatlantik bir bağlama oturtulması, daha küresel bir boyut kazandırılmasıydı.

AB Türkiye Delegasyonu üyesi François Naucodie, göreve üç ay önce başlamış olduğundan olsa gerek, AB –Türkiye ilişkisini gizemli bir ilişki olarak niteledi. AB-Türkiye ilişkisinin hukuki ve siyasi temelleri çok sağlam, ….(?) 63, 95 Gümrük Birliği Anlaşmasını ve 2005’te üyelik müzakerelerinin başlamasını hatırlattı. AB’nin Türkiye’ye 750 Milyon Avroluk mali desteğinin de altını çizerek, 2006’daki  genişleme süreciyle ilgili taahütlerin devam etmesinin önemine değindi. Öneri olarak da, vize sorununun çözülerek bireysel mobilizasyonun artması gerekir, dedi. Türkiye’nin dış politikası nereye gidiyor, sorusuna ise, Libya’da, Suriye’de AB-Türkiye ortak politika izliyor, diye yanıt verdi.

Çay-kahve molasından sonra, Panelin ilk konuşmacısı, kendisine ilişkin pek de iyi anılarımız olmayan Morton Abramowitz (80’lerde  ABD Türkiye Büyükelçisi, ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve benzer birçok görevde bulunmuştu). Son 20 yıldır ABD için çalışmıyorum, Amerika’yı temsil etmiyorum, ben de hata yaptım, diyerek günah da çıkardı ve kişisel görüşlerini ifade edeceğini söyleyerek kendisine önyargılı yaklaşmamamızı sağlamak istedi.

Abramowitz, uzun süredir ABD- Türkiye ilişkilerinin iyi olduğuna işaret etti.  Erdoğan’ın Batı karşıtı tutumu biraz değişti, dedi. Obama ABD düşmanlığının azaltılmasını istiyor, diye ekledi.  İsrail karşıtı söylemin zirve yaptığı  sıralarda (Obama-Erdoğan görüşmesine gönderme yaptı) İsrail Hükümeti gerilimden kaçındı, diye hatırlattı. Amerika’da İsrail ile düşmanlığın artmasından korkuluyor, dedi.

ABD, AB ile Türkiye ilişkisine sıcak bakıyor; Türkiye’den Mısır’daki etkisini kullanmasını istiyor. Öte yandan, Başbakan Erdoğan’ın otoriterliği giderek artıyor; gazetecilerin tutukluluğu endişe yaratıyor; Kürt sorununun  çözümü, yeni Anayasa sürecinin seyri endişe yaratıyor, diyerek endişeleri dile getirdi. Suriye- İran ilişkileri Kürt  meselesine nasıl yansıyacak; Essad giderse ne olacak; İran’a karşı nasıl bir tutum alınacak, sorularını sıraladı.

AKP’nin bölgede istikrarlı bir ülke olması önemli, ama rejimin otoriterleşmesine; Kürt sorununun patlaması ihtimaline, İsrail kozunun oynanmasına sıcak bakılmıyor; buna Mısır ve Libya’yı eklemek gerekli, diyerek,  ABD’politikasını kişisel diline tercüme etmiş oldu.

Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Profesörü İlter Turan; Soğuk Savaş döneminde dış ilişkilerde her şey güvenlik temelindeydi; ithalat odaklı sübvansiyon yoluyla Türk ekonomisi gelişecekti. Ancak, asıl değişim Özal zamanında 24 Ocak kararlarıyla başladı, diye hatırlattı. İthalattan ihracat odaklı bir sisteme geçildi, bu da daha fazla ülkeyle ilişkiye geçilmesini gerektiriyordu, diyerek Türk dış politikasıyla dünyadaki değişimin bağını kurdu. Türkiye böylece yumuşak güç araçlarını kullanır hale geldi.

Türkiye- AB ilişkileri 2009’da ve 2011’de daha belirgin hale geldi. Türkiye uluslararsı (küresel) sisteme entegre olmayı gündemine aldı. G20 üyesi oldu, üçüncü dünyacı bir evreye girildi. Şimdi ise dış politika, güvenilir müttefik rolü temelinde gelişiyor. Dış politikada AB politikası yok,  ama tek tek devletlerle ilişkileri var. AB ile olmaya gerek duymuyor, ama ABD ile ilişkiler sürüyor. ABD politikaları ideolojiye değil ulusal politikalara bağlı. Kıbrıs, Ermeni sorunu önemli, İsrail sorunu var, ABD istemeyerek de olsa İsrail savunuculuğunu üstlenecek, saptamasında bulundu. İsrail ile işler çığrından çıkmaz, kontrolde tutulacak, dedi.

Önemli bir saptaması da, Türkiye’nin ABD ile devlet düzeyi dışında bir ilişkisi olmamıştır; yeni yeni yerel aktörler arası ilişkilerin gelişiyor, dedi. Kızılderililere konut yapma projesini örnek gösterdi. Amerika’da etkili olmak için seçmen kitlesini etkilemeniz gerekiyor, diye ekledi.

Yeni Dünya Düzeninde Türkiye’nin Rolü Yuvarlak Masa Toplantısı

Katıldığım toplantıların en etkileyici kişiliklerinden biri olan Uluslararası Barış Enstitüsü kıdemli üyesi, Yemenli Abdullah Al-Saidi, sözlerine, “ Mülteci değilim, misafirim,” diyerek başladı, Hükümet adına katılmıyorum, “Hiçbiryerin elçisiyim,” diyerek devam etti.

“Arap Baharı”ndan söz ederken, kanaat için henüz erken, Mezhep çatışmaları boyutu var; diktatörlükten daha demokratik bir rejime geçiş söz konusu, dedi. Arap Baharında özgürlük talebi, ekonomik ihtiyaçlar var, ama bunlar karşılanmayacak, öngörüsünü dile getirdi. Arap Baharını 1848,  1989 devrimlerine benzetiyorlar, “Arap Baharı” terimi  Batı uydurmasıdır. 1989 ayaklanmaları daha sekülerdi, dış düşman yani bir dış güç (SSCB) vardı, hatırlatmasını yaptı.

Türkiye modeli benzetmesine gelince, bu model aslında Jön Türkler’e, Tanzimata kadar uzanır,  ardından da jakoben Mustafa Kemal’in sekülarizmine. Arap Baharında bu uygulanamaz. Liderler Atatürk’e benzemiyor, Arap ülkelerinde bu tür liderler yok. Bu isyanları lidersiz ve ideolojisiz, diye niteleyebiliriz, dedi. Buna yeni islamcı bir elitin iktidara geçmesidir, diyebiliriz. Bu devrimler başarısızlığı ölçüsünde geri gidebilir.

Kadir Has Üniversitesi Rektörü ve Türkiye Uluslararası İlişkiler Konseyi Başkanı Profesör Mustafa Aydın; Yeni Dünya Düzeni nedir, sorusuyla başladı söze. Düzen mi, düzensizlik mi? 90’lardan başlayan bu değişim bir düzen mi, düzensizlik mi? Bu tanımlanmaya çalışıldıkça karmaşıklaşıyor. YDD  düzensiz bir düzen olacak. Şimdi bir Türkiye’den söz etmek modası var.  Türkiye’nin yükselen rolünden söz ediyor herkes. Türk Dışişleri Bakanı bu düzensizliğe düzen verecek bir ülke olarak görüyor Türkiye’yi. Türkiye çok faal, tek başına dikkati çekiyor, çok farklı ülkelerle ilişki kurabiliyor. Artan dikkat bundan. Türkiye değişiyor, retorik değişiyor.  Yönelimi yumuşak güç olmaya doğruyken, birkaç aydır sert bir güç olmaya doğru geçmekte… Bu geçiş 10 yıl öncesini (89-90) hatırlatıyor. Benim gibi insanlar korkmaya başladılar. Suriye ile savaş mı var gündemde!

Eğer Türkiye dünyanın 16., 17. Ekonomik gücüyse, 2023’te 10. Olmayı hedefliyorsa sert güç retoriğini bırakmalıdır. Türkiye odaklı bir merkez, bir dünya yaratılmak isteniyor.  Bu pek de yeni bir şey sayılmaz,  zaten kendini dünyanın merkezi olarak gören bir anlayış öteden beri hakim, diyerek mevcut retoriği eleştirdi. Yeni bir dünya tahayyülü var ve Hükümet kendi çevresindeki sorunların hepsine müdahil olmak istiyor. Bunun için önce kendi Güneydoğusundaki sorunları çözmesi gerekiyor, diye devam etti.

Çok kutuplu bir dünya düzeninde yükselen yeni aktörlere, Çin’e dikkat çekti. Türkiye piyasa ekonomisinden gelen tehlikelere karşı kendi imkanlarını harekete geçiriyorlar (Lula ile Erdoğan’ı örnek göstererek).  Demokrasi konusundaki gelişmelerle sesini daha fazla duyurabileceğine işaret etti. Diğer temelli bir politika olarak, dinle siyaset nasıl dengelenmeli, stratejik çıkarlarla bu nasıl dengelenecek, sorusunu ortaya attı. Ekonomik anlamdaki başarının son tahlilde büyüme ile ilgili olduğunun altını çizdi. Düşük katma değerli ekonomiden teknolojik ağırlıklı büyümeye geçildiğini hatırlattı.

Bendeniz de, Konferansı sabahtan beri izlemekten yorgun, biraz da bu konferansın Küresel İklim değişikliği ile Türkiye’nin dış politikası arasında bağ kurmamış olmasından canı sıkkın olarak söz istedim. Ben ne Akademisyenim, ne diplomatım; bir siyasi partinin, Yeşiller Partisinin üyesiyim, diyerek biraz destursuz konuşacağımı ima ettikten sonra, bütün gün kodları çözülmeye çalışılan Türk dış politikasının aslında öyle gizemli falan olmadığını, biraz fili tarif eder gibi tarif edilmeye çalışıldığını; tamamiyle pragmatik, rasyonel ve popülist bir politika olduğunu; bu politikanın altında yatan temel etkenin de  ekonomik büyüme olduğunu, anlatmaya çalıştım. AKP’nin dış politikasının doğanın da yağmalanması, aşırı karbon salınımlı bir ekonomik büyüme pahasına olduğunu, Anadolu küçük esnafını, tüccarını, sanayici, ihracatçı, yatırımcı haline getirmiş olduğunu, ekledim.

Özellikle, Yeni Dünya Düzeninin konuşulduğu bu oturumda ve öğeden önceki Panelde, Konferansı düzenleyen bu kadar Yeşil Avrupalı, hatta Yeşil milletvekilleri varken, neden Türk dış politikasıyla neoliberal politikalar,arasında, ekonomik büyüme ile Küresel İklim Kırizi arasında bağlantı kurulmadığını merak ettiğimi söyledim.

Oturumu yöneten, Heinrich Böll Brüksel Ofisi Claude Weinber oturumu toparlarken; Demokrasi İhraç edilemez, gelişen bir şeydir, dedi. İsveç, Norveç, Danimarka vatandaşları kendilerini nüfus kağıtlarında Hıristiyan olarak yazdırıyorlar, dedi. Her birey kendi kimliğini tanımlama özgürlüğüne sahip olmalı, görüşünü savundu. Ortadoğu ve Afrika’da 2036’da 100 Milyon genç nüfus olacak.  Avrupa nüfusu yaşlanıyor, işgücüne ihtiyacı var; onları (bireyleri) koruma sorumluluğunu almış olmamız gerekir, diyerek, Avrupa’nın Arap Baharı ile neden bu kadar yakından ilgilendiğinin açık bir ifadesini de dile getirmiş oldu. Ama  Sayın Wineber, müdahale  konusunda tereddütlüydü.

* Konferansın ilk gününü katıldığım Panel ve bir atölye çalışmasında aldığım notlardan yararlanarak paylaştığım bu yazıyı, daha kısa olacağını umduğum ikinci günle ilgili olan notlarım ve izlenimlerimle birlikte, bir ayrı yazı olarak paylaşacağım.

You may also like

Comments

Comments are closed.