Yaşam

Balkan Günlüğü… Belgrad

0

Balkanlara doğru yola çıkmadan bir gün önce okuduğum bir kitapta şu cümleye rastlamıştım: “Bugün dünyanın neresinde büyük bir acı yaşanıyorsa, bilin ki o daha önce Balkanlar’da yaşanmıştır.”

Yolculuğum, günler içinde yüzyılların izini sürüp insanlığın bu çok acılar görmüş topraklarında olup bitenlere dair ipuçları bulabilme umuduyla başlıyor. 1 Temmuz’da yerel saatla üç civarı Belgrad’ın Nicola Tesla Havaalanı’na iniyorum. 65 yıllık geçmişi olan Yeni Belgrad’dan kent merkezine doğru ilerliyorum. Habsburglarla Osmanlılar arasında bir sınır olan kentte, ağırlıklı olarak yaşayan ortodoks hıristiyanların yanı sıra; yahudi, müslüman ve katolikler de var. Aslına bakarsanız bu kentte tam 17 ayrı milletten insan yaşıyor. Belgrad’ın nüfüsü 2 milyon, Sırbistan’ın toplam nüfusü ise 7.5 milyon.

Tito zamanında kurulan Yeni Belgrad’da doğu blokunun tanıdık konut tipi olan soğuk görünüşlü dev bloklarından arasından geçiyorum. Bu konutlar eskiden halka ücretsiz olarak ve bir ömür boyu kullanılmak üzere verilirmiş. Şimdi ise içinde oturanlara satılmış. 16 belediyeden oluşan kentte savaş sırasında neredeyse tüm üretim durmuş. Şimdilerde hayat yeni yeni normale dönüyormuş.

Kentin 2000 yıl öncesine dayanan tarihinin 300 yılında Osmanlılar var. Kent merkezine vardığım ilk anda kendi kendime “Biraz Beyoğlu biraz Karaköy’deki Bankalar Caddesi” dedim. Bir yerleri kendisi olarak kavramaya başlamak o kadar kolay olmuyor. Bilinmeyeni bilinene benzetmekten alıkoyamıyor insan kendisini. Teraziji Meydanı’nda, Avusturya tarzı birbirinden güzel ama yorgun binalar arasından ünlü Belgrad Kalesi’ne doğru yürümeye başlıyorum. Burası yeterince ihtimam görmemiş bir Avrupa kenti. Üniversite binaları, sanat galerileri, enstitüler, kenti süsleyen güzelim heykeller… Şimdi uçsuz bucaksız bir parkın içinden geçiyorum. Parkın içinde karşıma çıkan küçük bir sanat galerisinden bahsetmeden edemeyeceğim çünkü bu galeriye, rönesans döneminde yaşamış Hırvat asıllı bir kadın şairin adı verilmiş: Cvijeta Zuzoric. Zuzoric kendi zamanında kıymeti bilinmemiş – neden acaba!- büyük yeteneklerden biriymiş.

Sonunda Kale Meydanı ve savaşın binlerce yıllık merkezi karşımda…Tuna ve Sava nehirlerinin buluştuğu noktayı gören hakim tepenin üzerine kurulmuş olan Kale’ye İstanbul Kapısı’ndan giriyorum. Geniş, dingin bir alan, yeşil ve suskun. Sanki konuşmaktan vazgeçmiş yaslı bir insan gibi. Dile kolay tam 47 defa yıkılıp yeniden yapılmış, 119 savaş görmüş ve 6 milyon insanın ölümüne tanıklık etmiş bir kale bu, nasıl yaslı olmasın. Kapılardan geçiyorum. İç içe açılan bu kapılar sanki bir uygarlıktan ötekine geçişi imliyor: Romalı, Bizanslı, Bulgar, Sırp, Avusturyalı ve Osmanlılar bu kent için çarpışmışlar. 1521’den itibaren Osmanlı egemenliğine giren Belgrad bundan sonra İslam ve Hıristiyanlık arasındaki mücadelenin sınırı olmuş. 300 boyunca bir Avusturya zapt etmiş kenti bir Osmanlı…

Kaleden ayrılıp kentin eteklerine doğru ilerliyorum. Daha ikinci dünya savaşında olup bitenleri tam öğrenemeden, karşıma 90’lı yıllarda Nato bombardımanında uranyumlu bombalarla tahrip edilen devasa binalar çıkıyor. Devlet şimdi bu binaları yok pahasına satmak istiyormuş ama boşuna. Çünkü içi hâlâ radyoaktif kalıntılarla dolu bu haraberelere yaklaşmaya kimse cesaret edemiyormuş.

Belgrad, 2000 yıllık paylaşılamayan kent, Tito’nun Yugoslavya’sının başkenti, şimdi yeniden imar ediliyor, “mega projeler” buralarda da gösteriyor kendini. Köprüler, plazalar… Gece nehrin üzerinde sallara kurulmuş tavernalardan birinde Sırp müziği dinleyerek, bir ihtimal olarak sonsuz bir kardeşliği düşünüyorum. Hepimiz için… Hoşçakal Beyaz Şehir.

More in Yaşam

You may also like

Comments

Comments are closed.