Dış Köşe

Bahçesiz Büyüyenler – Elif Şafak

0

Böylesine büyük çalkantılar ve gergin tartışmalar yaşanırken Türkiye’de ve dünyada, tutup da bitkilerden, çiçeklerden, yeşilden bahsetmek adeta imkânsız geliyor insana. Bir nevi lüks. Ama işte bu hafta Yeryüzü Derneği’nin çalışmalarını basından takip ederken, kendi kendime sormadan edemedim:
“Burada güzel, anlamlı bir faaliyet var. Görülesi bir uğraş. Destek vermek gerekmez mi?” Demek bunca kaosun içinde bile sessiz ve sakince, kimseyle polemiğe girmeden, zamanın ruhuna kapılmadan, içe dönük ve yarınları düşünerek didinen; bahçeler, bostanlar, fidanlıklar yaratan insanlar var. Takdir etmek gerekmez mi?

TOPRAKTAN KOPTUK
Çocukluğumun Ankara’sı. Tipik Yenimahalle evleri, minik minik, yan yana. Orta gelirli aileler, birbirinin her halini bilen komşular, evlerden yayılan patlıcan kızartması, sigara böreği kokuları, bahçelerde kiraz ve kayısı ve armut ağaçları. Toplar, oturur, afiyetle yerdik. “Acaba hormonlu mu bunlar?” gibi kaygılarımız yoktu doğrusu.
Anneannem reçel yapardı bu meyvelerden. Biz ev sahibi değil kiracı olduğumuz için, öncelikle ev sahibimizin toplayıp bir sepet de bize vermesini beklerdik. Anneannem okunmuş gül dikenleri saplardı elmalara. Siğilleri iyileştirirdi. O günlerden bu güne meyveler ve meyve ağaçları ile kaplı bir çocukluktur hatırladığım. Demek ki, bir dönemliğine de olsa bahçeli bir evde büyüyen şanslı kuşaklardanım. Sonra hızla apartman daireleri kapladı her tarafımızı. Topraktan giderek uzaklaştık; bir ağaç türünü bir başka ağaç türünden ayırt edemez olduk. Ama o kadar doluydu ki zihnimiz, gündemimiz, ne önemi vardı iki fidanın, üç bitkinin? Önemsemedik bile. Bu arada yediğimiz meyveler, sebzeler, süt ürünleri giderek kimyasal maddelerle dolmaya başladı. Beş kuruş daha fazla kâr edebilmek için üreticiler her şeye hormon katmaya başladılar. Denetimsiz, standartların tam oturmadığı bir ortamda kimyasallar aldı başını yürüdü. Gene önemsemedik. Vücudlarımızı beslediğimiz kadar zehirledik de. Senebesene. Kanser vakaları katlanarak arttı. Onu da anlayamadık.
Topraktan kopmamız ile sağlığımızın bozulması arasındaki bağlantıyı göremedik.
Nice sonra üniversitede, bilhassa idealist solcu çevrelerde, sık sık duyduğum bir söz, gördüğüm bir refleks vardı. “Kadın hakları” dediğinizde, “Evvela daha acil meseleler var. Onlar hallolsun. Ona da gelir sıra” denirdi. Keza eşcinsel hakları dediğinizde, konu manidar bir tebessümle geçiştirilirdi. “Böyle tali şeyleri konuşmanın sırası değil daha.” Aile içi şiddet, cinslere fırsat eşitliği, pozitif ayrımcılık… Hepsi rafa kaldırılırdı. Önce bir demokrasi gelsin, şu sistem değişsin, ondan sonra o tür konular da ele alınabilirdi. “Henüz vakti gelmemiş meseleler” listesinde ta en sonlarda yer alan bir konu vardı: Çevrecilik. “Oooo, daha ona gelene kadar…..” Çevrecilik dediğinizde ya boş ya eleştirel bakışlara maruz kalırdınız. “İnsanların aç olduğu, işsizliğin arttığı, faili meçhul cinayetlerin yaşandığı yerde çevrecilik konuşabilir misin?”
Bir dönem belki ben de böyle düşündüm. Ama sonra baktım, erteleye erteleye bir yere varılmıyor. Memleketin gündemi, malum, alabildiğine hızlı, yoğun ve hiç mi hiç bitmiyor. Olan, ertelenen meselelere oluyor bu arada. Onlara sıra bir türlü gelmiyor.
Oysa her şeyi beraber konuşabiliriz. Aynı anda, ertelemeden. Pekâlâ mümkün, neden olmasın? İnsan yüreği birden fazla durumu hissedebilecek kadar engin, insan aklı aynı anda birden fazla konuda analiz yapabilecek kadar karmaşık iken neden erteleyelim? Öyleyse bugün, şu yaşadığımız tabloda, basın özgürlüğünü, daha tam rayına oturamayan demokrasimizi, ana dilde eğitim hakkını, ifade özgürlüğünü ve pek çok kallavi konuyu konuşurken bir yandan da “İhmal Ettiğimiz Başlıklar Listesi”nden çekip alalım çevre duyarlılığını. Onu da koyalım üst sıralara.

İSTEMEK YAPMANIN YARISI
Basında Ceyda Saygıner Falay’ın açıklamalarını okurken bunları düşündüm. Yeryüzü Derneği ismini bu haftaya kadar duymamıştım. “Ekolojik yaşamı desteklemek ve çevre sorunları ile mücadele etmek için kurulduk. Yeryüzü Derneği; iklim değişikliği, çevre politikaları, ekolojik yaşam ve yenilenebilir enerji konularında farkındalık yaratma ve kapasite geliştirme faaliyetleri düzenliyor” diyor. Nasıl başladıklarını ise şöyle dile getiriyor: “Acaba yapabilir miyiz?’ diye düşündük, ‘istemek yapmanın yarısıdır’ diyerek yola koyulduk.” Güzel!

KENT BAHÇELERİ
Henüz yeterince kişi bu konuda bilinçlenmiş olmasa da, nüfusun giderek kentlerde yoğunlaştığı Türkiye’nin geleceğinde bu tür girişimler hayati kıymet taşıyor. “Kent Bahçeleri projesiyle; evsel atıklardan kompost üretilip, gübre olarak bahçeye verilmesiyle, şehir çöplüklerinin vaktinden erken dolması önlenecek. Kente gelen sebze-meyve miktarı azaldığı için, daha fazla fosil yakıtın kullanılmasına gerek kalmayacak. İklim değişikliğinin önlenmesine katkı sağlanacak, çocuklar ve gençler toprakla tanışacak, hasat nedir öğrenecek…” Doğrusu, benim bu projeyi önemsememin bir başka sebebi var. Toprakla uğraşan, bir bitkiyi sabırla, özenle yetiştirmeyi öğrenen insanın yüreğinin de yumuşayacağına inanıyorum. Ruhumuza da iyi gelecek.
Ne çok kadın biliyorum, çocuklarını yetiştirdikten sonra ruhsal bir boşluğa yuvarlanan, kendilerini Zaman’a karşı yenik ve ezik hisseden, günlerini yeterince üretken geçiremeyen. Keza çok erkek görüyorum ömrünü kahve köşelerinde yahut eski arkadaşlarla çene çalarak geçiren, bir tekerrür çemberinde habire. Hani hep kitap okumaya vakit bulamamaktan şikâyet ederiz ya. Doğru değildir halbuki. Vakit dediğin yaratılır, yeter ki istek olsun.
Şimdi, vaktimizi ve emeğimizi anlamlı bir şekilde değerlendirmek için yeni bir fırsat var önümüzde. Kent bahçeleri yaratmak. Ufacık alanlarda. Akıntıya karşı kürek çekerek. Balkon bostanları, arka bahçe fidanlıkları, saksıda yeşeren hayaller. Kendi meyve sebzesini üreten aileler. Hormonsuz, kimyasal maddesiz, zehirsiz. Neden olmasın. İstedikten sonra.

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.