EkolojiManşet

Büyük Anadolu Yürüyüşü başlarken…[2]

0

Büyük Anadolu Yürüyüşü’yle ilgili dünkü haberimizde hareketin içinde yer alan bazı dernek ve sivil toplum örgütlerine yönelik, son günlerde bir takım iddiaların ortaya çıktığını ve bu iddiaları da okurlarımızla paylaşacağımızı bildirmiştik. Bugün konuyla ilgili daha fazla bilgi almak üzere iddiaların sahibi Supolitik Çalışma Grubu’ndan Gaye Yılmaz’la yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. Grup kendi web sayfasında temel ilkelerini şöyle sıralıyor:

-Yalnızca sözde ve yazıda değil, bütün eylem ve etkinliklerde de suyu ticari bir meta olarak değil; temel, evrensel bir hak, insanlığın ve doğanın ortak malı olarak tanımlamak,

– Su hakkı için yürütülmekte olan çalışmaları yatay, eşit, kapsayıcı ve belirlenen ilkeler temelinde genişletmek,

– Türkiyeli ya da uluslar arası şirketler veya WWC, WWF, IWRA vd. ile hiçbir koşul ve hiçbir formda ilişkiye girmemek ve giren örgütleri uyarmak,

– Farklı boyutları olan su hakkı mücadelesinde tek başına hiçbir boyutu diğerlerine feda edecek şekilde öne çıkarmamak; bütün bu farklı ve çoğu zaman biri diğeriyle çatışıyormuş gibi görünen mücadele alanlarını ilişkisel ve eleştirel bir perspektiften ve suyun temel bir hak olduğu bakış açısından ortaklaştırmak,

– Suyun, devletler arası çatışmalarda kullanılabilecek bir silah olduğunu ileri süren ve su hakkını yok sayarak onu “ulusal, stratejik bir kaynak” gibi tanımlayan yaklaşımları reddetmek..

 

Supolitik Grubu’nun internet sayfasında yaptığı açıklamada; Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü örgütleyen en önemli unsurların Türkiye Su Meclisi ve Doğa Derneği olduğu, bu yapıların da büyük sermaye gruplarıyla organik bağları olduğu yönünde iddialar var. Acaba bu iddiaların dayanağı nedir?

Bu iddialarımızın tamamının ve daha fazlasının bilgi ve belgeleri Supolitik grubunun arşivinde bulunmaktadır. Yürüyüşün çıkış metninin (manifesto) içeriğinin Türkiye Su Meclisi’nin en büyük bileşenlerinden Doğa Derneği’nin web sitesinde yer alan metinlerdeki içerikle büyük benzerlikler taşıması bir yana, yürüyüşle ilgili olarak bütün yöreler bizzat Doğa Derneği ve TEMA aktivistleri tarafından birebir ziyaret edilerek yürüyüşe dahil edilmişlerdir.  Diğer yandan gerek Doğa Derneği gerekse TEMA’nın sermaye grupları ile olan ilişkileri birer ilişki olmanın çok ötesindedir. Mesela TEMA’nın Anadolu’da yapılacak HES’lerle ilgili görüşünün bunlara karşı çıkmak ya da protesto etmek değil, devlet yöneticilerinden inşaat sürecinde gerekli hassasiyeti göstermelerini talep etmek olduğu bilgisine biz basından ulaştık. Benzer şekilde Doğa Derneği de Birleşmiş Milletler(BM) kalkınma ajansı  (UNDP) projeleri üzerinden yerelliklere ulaşmakta ve HES’lere isyan eden yöre halklarına “alternatif” kalkınma projeleri sunmaktadır. Bu alternatif projeler örneğin eko-turizm ya da eko-tarım gibi adlar altında yöre insanını her biri suyun ticarileştirilmesine çıkan farklı yollarla kapitalist üretim ilişkilerinin içine çekmekte, doğa sömürüsü yine yaşanmakta ama bu kez sömürünün adı değiştirilerek “sürdürülebilir kalkınma” olmaktadır. Doğa Derneği’ni de TEMA’yı da oluşturan ve destekleyen şirketler ve kurumlar Koç Grubundan, Microsoft’a, Motorola’dan, Eczacıbaşı’na, Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan, AB Komisyonu’na kadar büyük bir çeşitlilik göstermektedir ve bu bilgilere bu derneklerin web sitelerinden ulaşmak mümkündür.  Şimdi bu saydığım kurum ve şirketlerin niyetinin masum olduğunu düşünmek mümkün olabilir mi? Diyelim ki masumlar, peki suyun ticarileştirilmesinin yasal düzenekleri Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından çıkarılmıyor mu? Nasıl oluyor da Bakanlık böyle bir “muhalefet”in içinde yer alıyor. Nasıl oluyor da AB sularını metalaştıran AB Su Çerçeve Direktifi’nin mimarı olan Komisyon bir “muhalefet”in içinde yer alabiliyor? Borusan şirketi hem HES inşaatları yapıyor hem de TEMA’nın, dolayısıyla Türkiye  Su Meclisi’nin kurucu unsurlarından biri.

Metinde bahsedilen grubun sadece HES karşıtı olarak ortaya çıktığı ve suyun ticarileşmesiyle ilgili diğer alanlarda yer almadığı eleştirisi var. Sizce HES mücadelesi gibi somut bir hedef üzerinde yoğunlaşıp sonuç almaya dönük bir eylem kendi başına anlamlı olmaz mı?

Doğru…her iki derneğin ve dolayısıyla Türkiye Su Meclisi’nin metinlerine bakıldığında örneğin tarımsal sulamanın piyasa fiyatlarına endekslenmesi ya da evsel suların tamamen ticarileştirilmesi veya yer altı sularının da metalaşma döngüsüne dahil edilecek olmasına dair tek bir çalışma bulamazsınız. Özellikle adı Türkiye Su Meclisi olan ve bir şemsiye örgüt olma iddiası taşıyan bir organizasyonun sorunun neden sadece tek bir boyutu ile ilgilendiği, ve diğer sorunlara dair neden tek bir söz bile etmediğinin sorgulanması gerekir. Elbette sorunun tek bir boyutu ile ilgili bağımsız mücadeleler de olabilir, ama eğer bu mücadeleler karşısında mücadele ettiği özne (sermaye) ile birlikte hareket ediyorsa şüphe duyulması doğaldır. Sularınızı işgal eden de şirketler, sizin – şirketlere karşı olması gereken-  mücadelenizin başat unsurları da şirketler. Sizce bunda bir garabet yok mu? Doğrusunu isterseniz böyle bir oluşuma ben “mücadele” diyemiyor ve öncelikle şirketlerin neden hem saldıran konumunda olup aynı zamanda da saldırılarına maruz kalanların yanında olduklarını sorguluyorum.  Gördüğüm şey şu, Türkiye’de HES sayısı kısa süre içinde 1000’lerle ifade edilmeye başlandı ve önümüzdeki dönemde bu daha çok artacak. Her saldırının kendi karşıtını yaratacağı yaygın olarak bilinir, dolayısıyla Anadolu’nun her yerinden isyanların yükseleceği de beklenen bir durumdu. Bu tip süreçlerde saldıran taraf için izlenecek 2 yol vardır: ya isyanları uzaktan izlersiniz ki bu hiç istemediğiniz sonuçlara da yol açabilir; ya da isyanların içine muhalifmiş gibi sızarak mücadeleleri ılımlılaştırmaya, onları başka yollarla kendi çıkarlarınıza (su kaynaklarının ticarileştirilmesine) ikna etmeye çalışırsınız. Kırsal kalkınma projelerinin son dönemde inanılmaz bir hızla artmış olması bu bağlamda hiç te tesadüf değildir. Ve bu projeler sermaye STK’ları eliyle yürütülmektedir.

Bu yürüyüşün örgütleyicisi hangi grup olursa olsun sonuçta toprağına ve suyuna sahip çıkmak isteyen insanların yürüyüşü olabilmesi durumunda, önemli bir toplumsal hareket olacağını ve belli bir mücadele ruhu yaratacağını düşünmez misiniz?

Eğer bu toprağına ve suyuna sahip çıkmak istediğini söyleyen halklar gerçekliğin bütün bilgisine sahip oldukları, örneğin derelerinin HES ya da baraj yüzünden değil ama “sürdürülebilir ticaret, sürdürülebilir tarım” üzerinden ellerinden alınacağını bildikleri halde şirketlerle kurdukları işbirliğinden vaz geçmiyorlarsa benim buna toplumsal  hareket demem mümkün değil. Bu tip süreçler toplumları olsa olsa sonucu hepimizce malum olan “turuncu devrimler”e götürür.

Gülden Akyol – Yeşil Gazete

More in Ekoloji

You may also like

Comments

Comments are closed.