Röportaj

Ergin Cinmen: “Yönetmelik ‘bulabilirsen git evinde iç’ sonucuna yol açabilir”

0
Ergin Cinmen

Bugünlerde hem medyada hem de sokakta tartışılan pek çok konu aslında “hukuk” temelli. Kamuoyuna “Hizbullah salıverilmeleri” olarak yansıyan ve kamu vicdanını yaralayan CMK 102 ve “içki yasağı” olarak değerlendirilen yönetmelik… Özellikle yönetmelik hukukçu gözüyle yorumlanmaya muhtaç, çünkü çerçevesi net değil, farklı kesimlerce farklı değerlendirmeler yapılıyor. İşte tüm bu tartışmaları özgürlükler ve insan haklarından yana tavır almasıyla tanınan hukukçu Ergin Cinmen, Yeşil Gazete için değerlendirdi. İşte Cinmen’in, her zaman olduğu gibi, özgürlük penceresinden ve hukukçu gözüyle yorumları…

– Hizbullah üyelerinin serbest bırakılması kamu vicdanını yaraladı mı? Yargıdaki “krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, CMK 102. maddeyle ilgili olarak yapılan tartışmalarda üzerinde durulması gereken ilk husus yargıdaki kangren olmuş haldir. Bilindiği gibi 2004 yılı sonlarında yapılan yasa değişikliğinin nedeni,  AB eleştirileri doğrultusunda tutukluluk sürelerinin AİHM’nin kararları çerçevesinde makul süreye çekmekti. Madde, bilmeden veya bilerek son derecede kötü veya her türlü yoruma açık bir şekilde kaleme alındı. Maddenin ilk okunuşunda bu sürelerin, Ağır Ceza Mahkemelerinde en çok 3 yıl; Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde ise en çok 6 yıl oldukları anlaşılıyordu.  Bu anlatım AB’yi tatmin eder bulunmuştu.

Ancak yargının alt yapı sorunları bir türlü çözülemediğinden, yargıçların tutuklama refleksi de bir türlü giderilemediğinden maddenin yürürlülük süresi üç kez uzatıldı. Nihayet 2011 yılının 1 Ocak’ında yasa yürürlüğe girince;  Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin inanılmaz yorumu sonucunda bu sürelerin Ağır Ceza Mahkemeleri için 5 yıl, Geniş Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri için ise 10 yıl olarak kabulüne rağmen, bu süreleri dolduran tutukluların tahliyeleri sonucunda çarpıcı kararlar ortaya çıktı.  Ancak yargılamalar o kadar uzun sürmekte idi ki bu sürelere rağmen yine de kamu vicdanını yaralayan tahliye kararları ile karşılaştık. Özellikle  Müebbed Ağır Hapis cezasını gerektiren suçlardan yargılanan Hizbullah sanıklarının tahliyeleri büyük sansasyon yarattı.

– Sonuç da herkesin birbirini suçladığı bir tablo…

Evet, sonuçta Adalet Bakanlığı ile Yargıtay birbirine girdi. Yargıtay’a göre asıl sorun uzun süren yargılamadan kaynaklanıyordu. Yine Yargıtay’a göre bunun da nedeni yargıç savcı açığı gibi alt yapı sorunları ile daha önce yasası çıkarılan ve  2007 yılında yürürlüğe girmesi gereken ve ilk derece mahkemeleri ile Yargıtay arasında bulunan İstinaf Mahkemelerinin bir türlü çalışmaya başlayamaması idi. Bunun da sorumlusu siyasi iktidar, dolayısı ile Adalet Bakanlığı idi…

Adalet Bakanlığı’na göre ise asıl sorun Yargıtay’ın 102. maddenin 1 Ocak 2011 tarihinde  yürürlüğe gireceğini bilmesine rağmen Hizbullah davası gibi önlerinde bulunan davaları zamanında kesinleştirmemesinden kaynaklanıyordu.

Sorumlu kim?

– Başbakan Erdoğan önünde dosyalar biriken Yargıtay’ı eleştirdi, “bitirsene arkadaş” diye seslendi. Sizce gelinen noktadan kim sorumlu?

Açıkça belirtelim ki asıl ve belirleyici sorumluluk siyasi iktidara düşmektedir. Hali hazırda üç bin beş yüz civarında yargıç ve savcı açığı bulunmaktadır. Ayrıca İstinaf Mahkemeleri halen kurulmamıştır. Bu alt yapı sorunları doğrudan siyasi iktidarın sorumluluğunda bulunmaktadır.

Siyasi iktidarın, her iki sorunun da gerçek sorumlusunun yargı olduğunu söylemesi gerçeği yansıtmıyor. Adalet Bakanı’nın, yargıç ve savcı açığının asıl nedeninin Danıştay’ın, yargıç ve savcı sınavlarının mülakat aşamasının görüntülü olarak yapılması gerektiği yolundaki   iptal kararlarına bağlaması mazereti uygun değildir. Çünkü idarenin, sınavları yargı kararlarına uygun olarak yapması Anayasal bir gerekliliktir.

– Ya hükümetin İstinaf Mahkemeleri kurulamaması konusundaki yargıya yönelik eleştirileri?

Siyasi iktidarın İstinaf Mahkemeleri’nin bu güne kadar kurulmaması  konusundaki mazereti uygun değil. Adalet Bakanı’na göre, Yargıtay bu güne kadar İstinaf Mahkemelerine karşı durmuştur; ancak Yargıtay 1. Başkanı Hasan Gerçeker’in açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla bu günkü Yargıtay, İstinaf Mahkemelerine karşı değildir. Her ne kadar Yargıtay 1. Başkanlıkları, son Başkanlık olan  Hasan Gerçeker’in başkanlığı’na kadar geçen süre içinde bu mahkemelere karşı olduklarını açıklamış olsalar dahi, Yargıtay artık bu görüşünü değiştirmiş bulunmaktadır. Kaldı ki, İstinaf Mahkemeleri’nin kuruluşuna dair yasa 2005 yılında ve o zamanki Yargıtay görüşlerine rağmen çıkarılmış idi. Yani bu mahkemeler konusunda siyasi iktidar, o zamanda da pek de Yargıtay’ın görüşlerini kale almamıştır.

Anlaşılan odur ki, siyasi iktidarın bu güne kadar alt yapı sorunlarını çözmemesinin nedeni kendi görüşlerine uygun yargı kadrosunu kurabilmek için oyalamaya girişmesidir.

Yol haritası

Yol haritası ne olmalı bu aşamadan sonra?

Bundan böyle yapılması gereken açıktır. Bunlardan birincisi bu günkü yargıç ve savcı açığının derhal kapatılması ile İstinaf Mahkemelerinin kurulması için gereken yargıç ve savcının mesleğe alınmasıdır. Bunun için de toplam on bin civarında yargıç ve savcının mesleğe intibakının sağlanması gerekmektedir.

İkinci husus da bu gün görevde bulunan yargıç ve savcılar ile  mesleğe alınması gereken yargıç ve savcıların mesleki yeterlilikleridir. Bunun için de yargıç ve savcıların meslek içi eğitimlerini sağlamakla görevli Adalet Akademisi’nin, Adalet Bakanlığı’ndan ayrılmasıyla  özerk bir yapı olmasının gerçekleşmesi ve bu kurumun da eksik olan alt yapı sorunlarının giderilmesi gerekmektedir.  Diğer yandan  yargıç ve savcıların özellikle AİHM’nin kararlarını içselleştirmesi ve iç hukuku bu kararlar çerçevesinde yorumlama refleksine kavuşturulması için gereken eğitimin verilmesi şart olmaktadır.

Bilinmelidir ki, bu anlattıklarım adil yargılanma hakkının sonuna kadar gerçekleştirilmesi için elzemdir. Hukuk devleti idealine başka türlü ulaşılmasının imkanı bulunuyor.

İçki düzenlemesi mi 4. Murat yasakları mı?

Yine son dönemin çok tartışılan bir başka konusu içki yasakları. Başbakan Erdoğan yaşam tarzının güvence altında olduğunu ısrarla vurguladı. Öyle hissediyor musunuz?

Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’nun ((TAPDK) yeni düzenlemesinin Anayasal bir gereklilik mi yoksa Dördüncü Murat uygulamalarına dönüş mü olduğu konusu önemli. (Bu arada belirtelim ki, tütünün zararları konusunda kesin bir görüş birliği olduğundan yönetmeliğe sigarayla ilgili her hangi bir eleştiri getirilmiyor.)

Anayasa’nın 58/2. maddesine göre Devletin görevlerinden birinin de gençleri alkol ve diğer olumsuz nesnelerden  korumaktır. Devletin bu görevinin yaşamsallığı tartışılmazdır. Ancak bu görev ne şekilde yerine getirilecektir? Nasıl ki, trafik kazalarını önlemenin çaresi kişilerin araçlarıyla trafiğe çıkmasını yasaklamak, hırsızlığı önlemek için mülkiyet hakkını ortadan kaldırmak olmayacaksa, gençlerin alkolden korunması için içkinin yasaklanması da mümkün olmayacaktır. Aksi takdirde Anayasanın 20. maddesinde yer alan kişi hak ve hürriyetleri içinde bulunan “özel hayata saygı gösterilmesi” ilkesi zedelenmiş olur.

Bu tablo içinde yapılması gereken nedir?

Konuya ilişkin olarak öyle bir mevzuat düzenlemesine gidilmelidir ki, yukarıda belirtilen iki anayasal görev ve sorumluluğun yerine getirilmesi sırasında ahenk kurulabilsin. Diğer bir deyişle bu iki kavram yarışırken biri diğerini fiilen de olsa ortadan kaldırmasın.

Yönetmelik son derecede detaylı olarak tanzim edilmiştir. Ancak asıl sorun yönetmelikle verilen yetkilerin keyfiliğe açık olarak kaleme alınmış olmasıdır.

Bana göre bu yetkiler dini referans al(ma)mış bir siyasi iktidar tarafından doğru olarak kullanılabilir. Ancak dini referans almış bir iktidar ve bu iktidarın uygulayıcıları elinde aynı yetkiler, Dördüncü Murat zamanını anımsatan bir ortamın hazırlanmasına da yol açabilir.

İçki içmek, İslam dini açısından kesin günahtır. Bu tartışmasız bir gerçektir. O zaman uygulayıcı (ki bunun mercii o yerin mülki idaresidir)  yönetmelikteki hükümleri uygularken iki argümanı da birlikte kullanacaktır. Bu iki argüman kaynağını hem dinden hem de Anayasanın 58. maddesinden alacağından, özel yaşamın fiilen tehdit altında bulunacağı aşikardır. Bu nedenle “aynı yetkiler Batı ülkelerinde de var, niye endişe ediyorsunuz” yolundaki açıklamaların korkuları gideremeyeceği ortadadır.

– Peki yasağın uygulaması konusunda yönetmelik hukuken nasıl bir çerçeve çiziyor? Her kesimce farklı ve keyfi uygulamaya yol açar mı? Çok tartışılan bu yasağın net çerçevesi hukukçu gözüyle nedir?

Yönetmeliğin bütünü göz önüne alındığında, istendiğinde içki reklamlarının ve reklamcılarının ve hizmet götürücülerinin fonksiyonlarının tamamen ortadan kaldırılabilme tehlikesinin bulunduğunu söyleyebilirim. Bana göre İslami bir uygulama ile yönetmelik,  “bulabilirsen git evinde iç” sonucuna yol açabilir. Örneğin catering şirketleri artık kokteyllere içki servisi yapamayabilir. Devlet Karayolları üzerinde bulunan (hangi mesafe olduğu belli olmaksızın) konaklama yerleri hariç olmak üzere içki satışı yapılamayacaktır. Dernek ve Birlik lokallerinde bir duble rakıyı o yerin mülki amirinin izni olmaksızın içemeyeceksiniz.

Yönetmelik benzer ve fazlaca yasaklamayı içermektedir. Bana göre Yönetmeliğin bir çok maddesi hukuka aykırı bulunmaktadır. İlgililerin açacağı idari davalarla bu düzenlemenin hukuka uygun hale getirilmesi olanağının  bulunduğu düşüncesini de taşıyorum.

Dileğimiz o dur ki, getirilen eleştiriler doğrultusunda Yönetmeliğin bazı hükümleri değiştirilerek hukuka uygun bir hale getirilsin. Hem toplum korunsun hem de özel hayat…

Röportaj: Işıl Sarıyüce – Yeşil Gazete

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.