Köşe Yazıları

“Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”

0

Yeşil Gazete’de köşeyazıları için gün paylaşımı yaptık. Bana cumartesi düştü.

İlginç bi’ gün cumartesi. Hani pazar tatil günü, haftaiçi de iş-güç-koşuşturmaca. Ama cumartesi böyle kaypak biraz. Kimisi için haftasonu olmasına rağmen tam işgünü, kimisi içinse yarım gün çalışma gibi, hafiften kaytarma gibi, ama yine de çalışma günü. Cumartesi hakkında bir belirsizlik var kafalarda. İşçilerin günde 18 saat çalışması gerektiğini hatırlatan Enerji Bakanı Taner Yıldız’ı cumartesi günü hakkında yaşanan kafa karışıklığını gidermesi için göreve çağırıyorum.

***

Geçen gün ekşisözlük’te “ermeni soykırımı” başlığını gördüm, “ne yazılmış yeni?” diye giriverdim. Belki öğretmen, belki beyaz yakalı, belki işsiz, belki AB Genel Sekreterliği’nde müşavir bir muhterem zat “Ulan soykırım yapılmış olsa bu iddiayı savunacak nefes alan bir ademoğlu kalmazdı” yazmış. Gevrek bir sırıtış oturdu yüzüme. Adam haklı beyler, sonuna kadar haklı hem de. Soykırım oldu olmadı, soykırımdı değildi, önce onlar başlattı ama Osmanlı da kendi tebasına daldı falan tartışmalarını geçtim, böyle bir cümleyle gelene kollarımı açar, “Gel, kim olursan ol gel” derim ben. 5-10 sene önce “soykırım değildir lan muhtemelen, ne bileyim…” falan diyordum, sonra “soykırım olamaz o bi’kerem” diyenlerin akıl yürütme sanatlarına tanışıklığım ve pek tabi ki hayranlığım arttıkça “Aklı böyle çalışanlar ‘olmadı’ diyorsa kesin olmuştur bu meret” diye kıçın kıçın kaçtım üçüncü yollara doğru. Şimdi sorana “Abi ne isim verirsen ver, umrumda değil, önemli de değil. Acılar çekilmiş, insanlar ölmüş-öldürülmüş, bu noktada benim için tek önemli olan halkların birbirini kucaklayıp ‘geçmişte olanlar için çok üzgünüz, yenmiş bi’ haltlar belli ki, bizim de suçumuz vardır kesin, hadi öpüşüp barışalım’ demesi. Gerisi de yalan.” diyerek diplomatik becerilerimi sergiliyorum. Zaten beni dışişleri bakanı yapsalar memleketi 2 yılda efsanevi “sıfır sorun” politikasının bir üst versiyonu olan “eksi sıfır sorun” politikasına uçurmazsam bana da Veysel demesinler.

***

Kuzeye geldim ben. Zaten kuzeyde yaşadığımı düşünenlere, “daha ne kuzeyi lan, bi’ adım daha atsan güneye düşeceksin” diyenlere sırıttım, kuzeye geldim. Ege Bölgesi büyüklüğünde, toplam nüfusu 120.000 civarı, Viking efsanesinin doğduğu topraklar olan Jämtland’dayım. Ne tarafa dönsen göz alabildiğine orman, geyik, göl, nehir falan. Güneş çok tembel burada. Kalkayım diyor, bekle Allah bekle, yavaş yavaş, gerine gerine, yataktan çıkamıyor bir türlü. Tam doğruluyor uykulu gözlerle, “ya bugünkü ders yalan zaten, boşver olm” diyip yeniden gömülüyor sonsuzca uzanan gökyatağına. Ben de yakıyorum sobamı, açıyorum kitabımı. Kaldığım ufak kulübenin önüne bir ufak ahşap oturgaç atıyorum, hani köylerde eskiden banyolara konan cinsinden. Dolunay bu aralar ya, karda soğuttuğum biramı da açıyorum. Psst ediyor. İçeriden 3 saattir aralıksız ve tekrar tekrar dinlediğim efsane Robert Johnson şarkısı Love in Vain ‘in BottleNeck John yorumu tütsülüyor dimağımı. Eroğlu’nun son Allianoi açıklamaları geliyor aklıma, “Ben bu adamı bariz seviyorum be, çok şeker” diyip gülümsüyorum kendi kendime.

***

Yalnız arkadaş, ne edebiyat yapmışım.

***

Bak şuraya yazıyorum (parmağımı yaladım ahşap masama sürtüyorum şu anda), bu ulus-devlet, milliyetçilik, ulusalcılık falan kavramların daimi avukatları az biraz sussalar, vakur dursalar, fikirlerini akıl yoluyla kanıtlamaya kalkışmasalar herşey çok farklı olurdu. “Bizim haklılığımız ortada, fazla söze lüzum yok” diye kestirip atsanız en azından karizmatik bi’ duruşunuz, mağrur bir edanız olurdu. Konuştukça kaçırdınız be arkadaş. Ben de bugün yok kalkınma eleştirisi, neymiş ekoloji, ille de doğrudan demokrasi falan diye mecnun mecnun kafa şişirmek yerine göğsümü gere gere “ulusalcıyım arkadaş, milliyetçiyim. Ya sev ya terket” diye dolanıyor olurdum mis gibi. Ne güzel herhangi bi’ büyük partinin gençlik kollarına kapak atar, 30’uma varmadan mebus seçilip meclise yollanırdım. Hayatımı mahvettiniz ulusalcılar, istikbalimi kararttınız milliyetçiler.

***

Hocam burada insanlar çok sıcak. “Kuzeyin insanı soğuktur, havası soğuk ya ondan keh keh” diyene inanma bak, Stockholm’den falan hele, bin kat daha sıcak. Yolda her gören selam veriyor. Ben mesela bugün 1,5 saat yürüdüm ana caddede, gördüğüm iki adamla bir kadının hepsi de, istisnasız, “hey” dedi. Hey buranın “selam” ı, “merhaba” sı, “naber kanka” sı. Kazara yolun buralara düşerse “hey” diyene “Ne var lan” diye dalma diye söylüyorum. Zaten dalmazsın sen. Bizim külhanbeyliğimiz etrafta bizden biri oldukça baki, di’ mi? Yoksa sakin, gülümser, şeker gibi insanlar oluveriyoruz. Bak bundan iyi sosyoloji tezi çıkar. “Seneye bi’ master daha yapıp Guiness ‘e başvurayım” planlarım için tez konusu arıyordum, iyi oldu.

***

Hükümeti düşürmek için yapıldığı ekseriyetle tekrarlanan çok ciddi ve detaylı planların varlığına her geçen gün biraz daha ikna oluyorum. Bu organize işlerin en büyük başarısı da Erdoğan’ın ve bütün bakanlarının zihinlerini ele geçiren, kontrol altına alan bir cihaz geliştirmek olmuş tahminimce. Bu kadirşinas zatların bu derece saçmalayıp kendi ayaklarına kurşun yağdırıyor olmalarını başka türlü açıklayamıyorum zira.

***

Yepyeni bir polemik başlatıyorum. Kızılhaç vs. Kızılay. Kızılhaç mı Kızılay’ı döver, Kızılay mı Kızılhaç’ı bayıltır? Ne yalan söyleyeyim, benim yıllardır dikkatle tuttuğum hesapta Kızılhaç bugün acayip bir hamle yaparak yarım tekerlek boyu öne geçti. Kızılhaç’a bağışlanan ıvır zıvırın satıldığı yerel ikinci el dükkanı, 1 şahane mont ve beraberinde fermuarlı yün içliği, 1 şapşahane kar pantolonu, 1 sıradan mug (hani şu içine kahve konan zımbırtı), 1 süper, kocaman, eski usül-sağlam, italyan malı matara,1 güzel ama bilenmeye muhtaç bıçak ve 1 altı epey çizik snowboard ‘u 55 liraya sattı bana. Kızılay’ın buna karşı hamlesi bakalım ne olacak? Özlem?

***

Dün gece yarısı itibariyle Ayfer Tunç’un “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” romanını bitirdim. Arkadaş o ne biçim bi’ şey öyle? Anlatmaya, övmeye kıyamıyorum, tırsıyorum. Hiç düşünmeden “bugüne dek okuduğum en iyi türkçe roman” derim. İşin kötüsü, burada yoldan çevirdiğim İsveçlilere de “Bak acayip bi’ roman var, İsveççe’ye de çevrilmiş hem, bul oku hemen. Koş koş koş.” diye akıl veriyorum. Şaşkın bir gülümsemeyle “Hey” diyip gidiyorlar.

You may also like

Comments

Comments are closed.