Köşe Yazıları

Kadına Yönelik Şiddet Artıyor mu?

0

Kadim bir şiddet, kadına yönelik şiddet!.. Marksist öğretiye göre, erkek egemen sistemin özel mülkiyetle ve miras kurumunun doğuşuyla başladığı varsayılır. Buna göre, tarihsel olarak özel mülkiyetin doğuşuyla erkek egemenliği çift yumurta ikizleri gibidir, kadına yönelik şiddet de bu gayrimeşru ikilin bir türevidir. İnsan türünün iki cinsi arasındaki hiyerarşi ve bundan kaynaklanan şiddetin doğuşu ve erkek egemenliğinin kurumlaşması her ne kadar böyle açıklanıyorsa da, özel mülkiyetin ortadan kalktığı sosyalist toplumda da erkek egemenliği ve kadına yönelik şiddet var olmaya devam etmiştir.

Üst yapı kurumlarının kolay değişmeyeceği saptaması sosyalist teorinin genel geçer doğrularından biri olarak benim gibi sosyalist gelenekten kadınlar için bir avuntuydu. Sosyalist devrimden sonra ev işleri kollektifleşecek, ortak mutfaklar, çamaşırhaneler, çocukların, hastaların ve yaşlıların bakımı kamusallaşacak ve kadın eve bağımlı olmaktan çıkacaktı. Böylece kadın özgürleşecek, üretime, sanata, sosyal yaşama eşit haklarla katılacaktı. Nitekim, sosyalist ülkelerde bu kamusal hizmet birimleri çoğalıyor, kadın işi erkek işi ayrımı kalkıyordu. Hatta uzaya ilk kadın astronot Svetlana’yı gönderen de Sovyetler Birliği olmuştu.

O halde biz sosyalist kadınların, kadın örgütlerinin birincil görevi, devrimci mücadeleyi yükseltmek, daha fazla kadını devrimci hale getirmekti. Nasıl olsa, kadınların kurtuluşu, toplumsal kurtuluşa bağlıydı.  Türkiye’deki sosyalistler arasında da  durum farklı değildi; devrimci kadınlar devrimci kocalardan, babalardan, erkeklerden ikinci sınıf insan muamelesi görmeye, şiddet görmeye devam ediyordu. Eski tas Eski hamam misali…

Şiddet ile egemenlik ilişkileri arasındaki bağ öylesine açıktı ki, bunu görüyorduk tabii. Partiyle devletin özdeş olduğu, devletin tahkim edildiği, hiyerarşinin en küçük birimlerinde bile varlığını koruduğu, Parti otoritesinin her yerde hissedildiği, “sosyalist demokrasi”nin bir hayalden ibaret olduğu bir dünyada kadınlar nasıl eşit olacaklardı? Erkeklerse, egemenlik haklarından vazgeçecek gibi görünmüyorlardı.

Düşünce özgürlüğünün geliştiği Batıda, 19. Yüzyıl sonlarına doğru İngiltere’de, Amerika’da kadınlar eşitlik için başkaldırmışlar,  feminist mücadele başlamış ve bazı haklar elde etmişlerdi. 20. Yüzyılda,  70’lerde , 68 hareketi içinden doğan ikinci feminist dalga geldi. Feministlerin mücadeleleri, modernizmin getirdiği kimi özgürlükler, refah düzeyinin yükselişi kadınlara bazı yasal haklar, bazı formel eşitlikler sağlamıştı; kadınlar görece özgürleşmişlerdi, ama hala erkeklerden şiddet görmeye devam ediyorlardı.

Uluslararası kadın hareketinin yılmaz mücadelesi sonucunda kadınlara karşı ayrımcılık, yüzyılın son çeyreğinde nihayet, uluslararası topluluğun gündemine girebildi. Soğuk savaşın sona ermesi insan haklarının genişlemesi sürecine ivme kazandırdı. Kadın hakları da nihayet insan hakları bağlamında evrensel bir ağırlık kazandı. BM, 1975 Yılını “Dünya Kadın Yılı” ilan etti. Bütün dünya artık kadınlara yönelik ayrımcılığa daha duyarlı hale geliyordu, ama kadınlar hala erkeklerden şiddet görmeye devam diyorlardı.

Böylece, 20.Yüzyılın sonuna yaklaşıldı. Nihayet, kadına karşı ayrımcılık ve şiddet, ilk kez 1993’te Viyana’da toplanan “Dünya İnsan Hakları Konferansı”nda hukuka yansıyabildi. Böylece kadına karşı şiddet hükümetlerin gündemine, devletlerin yasalarına yansıyarak bir güvenlik sorununa bağlanmış oldu.

Türkiye de, uluslararası anlaşmalara imza koyarak kadınları yasa yoluyla şiddetten korumayı kabul etti. “Ailenin Korunmasına Dair kanun” çerçevesinde bir düzenleme yapıldı. 2007’de  kabul edilen kanunun  uygulama yönetmeliği,  01.03.208 tarihinde,  Resmi Gazetede yayımlandı. Ancak, bu düzenleme kadını koruma adına değil, aileyi koruma adına yapılmış gibi oldu. Gerçekten de, aile birliği içinde yer almayan kadınların koruma talepleri geri çevrilmektedir.  Uygulamada başka bir yığın aksaklık var;  korumanın doğru dürüst işleyip işlemediği yeterince denetlenmiyor.

Kanun çıktı da ne oldu? Elbette böyle bir yasanın varlığı aile içi şiddete karşı bir miktar caydırıcı oluyordur. Ama öte yandan, her gün ortalama 3 kadın cinayeti işleniyor. Sevgililer, kocalar, babalar, ağabeyler  sevgililerini, karılarını, kızlarını, kızkardeşlerini öldüresiye seviyorlar!

Uygar Batıda da, geleneksel doğuda da kadına yönelik şiddet sanki giderek artıyor.

Böyle bir artışın çeşitli nedenleri olabilir. Bunları analiz etmek bu yazıyı da, beni aşar. Kişisel düşünceme göre, (geleneksel töre cinayetleri, geleneksel kültürden gelen şiddeti hariç) kadınlar özgürleştikçe, erkeğe bağımlı olmaktan kurtuldukça,  erkek egemenliği sarsılıyor; otorite kaybına uğrayan özgürleşememiş erkek, eskiye oranla şiddete daha fazla yöneliyor. Kentleşme, göçlerin artışı, ulaşım, iletişim imkanlarının artışı, medyanın, örgün eğitimin yaygınlaşması, eğitim düzeyinin yükselmesi, kadınla erkeği ayırıyor. Kadın, özgürlüğün bedelini ya şiddete uğrayarak ya da yalnızlıkla ödüyor.

Dünya büyük bir değişimin sarsıntılarını yaşıyor; inançlar, değerler erozyona uğruyor.  Ağır bir toplumsal travma yaşanıyor, ülkemizde ve dünyada. Şiddetin egemen olduğu bir çağda, şiddetin hücrelerimize, dilimize kadar işlediğini söylemek abartı olmaz.

Üniversitelerin Kadın Araştırmaları bölümleri, akademisyenler, kadın örgütleri, kamuoyu araştırma kuruluşları şiddetin psiko-sosyolojik analiziyle ilgili daha çok çalışma, araştırma yapmalılar. Bilimin yol göstermesi gerekiyor. Kadın cinayetlerine, kadına yönelik şiddete polisiye önlemlerle çare bulunamaz.

You may also like

Comments

Comments are closed.