Yeşeriyorum

Tarımdaki Açmazlar ve Cevapsız Kalan Sorular

0

Türkiye’ de ve dünyada politikacılar, bürokratlar, tarım/gıda sektörünü oluşturan kişi ve kurumlar, gıda üretimi ve tüketimi ile ilgili sorunları kendi bakış açılarına göre tartışıp çözmeye çalışır. Alınan kararlar genelde gücü ve parayı elinde bulunduran, medyaya daha fazla hakim olup düşüncesini mali kaynakları ile daha fazla duyurabilip kamuyu da ikna eden kişi ve kurumların lehine olur. (Bizden 5.000-8.000 yıl kadar önce yaşamış olan Sümerler  şöyle dermiş: “Yoksulun gücü yoktur.”)

Sorunlara bulunan çözümler sonucu alınan bu kararlar ile oluşturulan düzenlemeler, ilk anda kanayan yaraya merhem olsa da aslında derinlemesine düşünülmeden uygulanır. Dolayısı ile bu sözde çözüm, aslında bu çözümü dayatan güçlü kişi ve kurumlara (ve hatta belki bazen dış ülkelere) yarar. Beri yandan bulunan çözüm palyatif (kısa süreli, geçici) olduğu için, sistemin başka yerlerden patlak vermesine sebep olur. İzin verin bir iki örnek vereyim:

Hayvancılıkta Türkiye’nin En Büyük Hatalarından Biri

Anadolu’ da yüzyıllardır hayvancılık yapılmaktadır. 1900′ lü yılların başında Anadolu’ da Yerli Kara, Kilis, Yerli Güney Sarısı, Boz Irk, Doğu Anadolu Kırmızısı gibi sığır ırkları vardı. Bu sığırlar bulundukları bölgenin iklim koşullarına adapte olmuş,  gerektiğinde yetenekli çobanlar tarafından gerektiği kadar ıslah edilmiş iyi hayvanlardı. Ancak 1950′ li yıllara geldiğinde gelişmiş ülkelerde, hayvancılığın yüksek verimli ıslah edilmiş hayvan ırkları ile yapıldığı; bizde ise çok düşük verimli yerli ırklar ile yapıldığı ve bu durumun kötü olduğu politik ve bilimsel olarak tespit ve beyan edildi.

Bu noktada yapılması gereken ne idi?

Bu noktaya gelindiği anda mevcut yerli sığır ırklarının uzun da sürse, pahalı da olsa istenen yönde ıslahının yapılmaya başlanması gerekiyordu. Gelişmiş ülkeler, mevcut yerli gen kaynaklarını bu yöntemle geliştirmişti.

Peki ne yapıldı?

Elbette her zaman olduğu gibi en basit, ucuz çözüm tercih edildi. Politik ve bilimsel olarak hemen herkes, yerli hayvan ırklarımızın kötü, yerli ırk hayvanlarını değiştirmeyen hayvansal üreticilerin cahil, yabancı ülkelerde ıslah edilmiş sığır ırklarının ise mükemmel olduğunu (bunlara “kültür ırkı” adı takıldı) ve ülkemize bu sığırların getirilmesinin şart olduğunu söyledi durdu. Simmental, Jersey ve Holstein gibi isimlerini bile telaffuz edemediğimiz sığır ırkları Türkiye’ nin dört bir tarafına dağıtıldı.

Şu anda durum nedir?

Şu anda Anadolu’ da safkan yerli sığır ırkına sahip sürüler son derece azalmıştır. Özellikle Batı Anadolu’ da belki de hiç yerli sığır ırkı kalmamıştır. Bu ıslah edilmiş ve aslında muhtemelen Anadolu coğrafyasına daha bir kaç yüzyıl boyunca tam olarak alışamayacak yabancı sığır ırkları kolayca hastalanmakta, zor doğum yapmakta, önlerine konan bu coğrafyaya özgü bir çok yemi değerlendirememektedir.

Hayvancılığa Heveslenenler

Hayvancılık yapmaya karar veren insanlar önce kafalarında bir hesap yapar ve bunun ıslah edilmiş yabancı sığır ırklarının kağıt üzerindeki yüksek verimleri ile inanılmaz karlı olduğunu düşünürler. Oysa bu (güya) verimli hayvanlar her seferinde bu hevesli girişimcilere evdeki hesabın çarşıya uymadığını gösterir. Bunun sonucunda hem kişisel, hem ülkesel ve hatta bu yanlış planlamalar sebebi ile hem de global anlamda hayvansal üretim konusunda krizler baş gösterir.

Şap Hastalığı

Örneğin son günlerde yoğun şekilde hayvanlarda şap hastalığı görülmekte olduğu haberleri dolaşıyor ve bu durumun et fiyatlarını arttırarak ülke hayvancılığını ciddi şekilde tehdit ettiği bildiriliyor. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi örneğin yerli kara sığırı şap hastalığından neredeyse etkilenmez, yerli kara sürüsü olan üreticiler şapın nasıl bir hastalık olduğunu bile pek bilmezler.

Yapılması gereken yapılsa ne olurdu?

Eğer 1950′ den başlayarak yerli sığır ırkları bilinçli şekilde ıslah edilse idi, günümüzde Anadolu’ nun çok çeşitli iklim ve yetiştirme şartlarına uygun sığır ırkları olacaktı. Büyük ihtimalle “et krizi” başlıklı sorunlar daha ileri bir tarihte başka sebeplerden dolayı baş gösterecek ve dünyanın çeşitli ülkeleri Anadolu’ dan hayvan ithal etmek isteyecekti.

Ancak olmadı, olamadı. Özellikle tarım, hayvancılıkta sürekli yaptığımız gibi en basit, kolay çözümü seçtik. Faturasını bugün ödemeye başladık. (Sorunun ne olduğunu tam anlayamayan, “başka ülkeler böyle yapıyor bizde neden yok?” diye sormaktan başka bir şey bilmeyen kopyacı ekonomi yazarlarımız; yine ısrarla Brezilya, Almanya gibi çayır-meralarının yıllık ot verimleri bizim meralarımızın 5 katı olan ve topraklarında savaş bulunmadığı için meraların kolayca otlatıldığı ülkelerin hayvancılığından örnekler verip, bizde 2000 öncesi hayvansal üretime dair istatistiki verilerin güvenilemez olduğunu bilmeden kağıt üzerinde ahkam kesmeye devam etsinler.)

Bu yanlış sistem sadece hayvancılıkta mı var sanıyorsunuz, asla. Bitkisel üretim de benzer yapıda. Bakınız bir örnek:

Bitkisel Üretimden Taze Bir Hata: Domates Güvesi Sorunu

İyi Domates ve Seracılık

Bildiğiniz gibi artık yıl boyu domates yiyoruz. Yılın her günü domatessiz sofraya oturmuyoruz. Yeni kuşaklar domatesin aslında sadece yazın yetiştiğini bilmiyor. Domates yıl boyu seralarda üretiliyor. Aslında domates bir yaz bitkisi olduğu ve ürününü en iyi olarak ancak yazın verebildiği için seralar, kışın da en az 15 dereceye ısıtılmak zorunda. Evet sıcaklık sorunu yapay ısıtma ile çözülebiliyor ancak biliyoruz ki yazın bitkiler kışa göre daha çok ışık alır. Ancak seralarda kışın yetişen domateslere daha çok ışık verilemiyor. Ayrıca bu domatesler lezzet ve tazelikten ziyade uzun raf ömürlü olması ve güzel görünmesi amaçlı ıslah edildikleri, kış boyu yetersiz ışık altında sürekli hastalandıkları için tarım zehirleri ile yetiştirilmek zorunda kalınmış; kimi zaman aylarca bozulmayan, pırıl pırıl taş gibi ama lezzetsiz oluyorlar.

Neyse konumuz başka.

Limon Ağacı gibi Bir Ekonomik Sistem

Hepimiz iyi biliyoruz ki günümüzde ekonomi, sorunlar ile dönüyor. Bir yerde birden bir savaş çıkıyor. Önce bolca silah üretilerek o bölgede savaşanlara satılıyor. Savaşanlardan biri yok olduğu, pes ettiği, parası bittiği ya da dünya silah stokları yeteri kadar tüketildiği zaman birden barış oluyor. Hemen gıda, sağlık, tarım girdisi, inşaat vb. sektörler özellikle savaşın mağduru ülkeye kamp kuruyor. Ve bu bölge yeniden savaştırılabilir hale gelene kadar oranın firmalar tarafından otlanmasına izin veriliyor. Ta ki yeni bir savaş çıkartılana dek… Aslında bu ekonomik sistem açısından dünyayı yıl boyu ürün veren bereketli bir limon ağacına benzetiyorum.

Benzer şekilde ilaç ve tarım sektörünün de iyi çalışması için sorunlara ihtiyacı var. Örneğin geçen seneki domuz gribi, zayıflayan ilaç sektörünü bir anda canlandırmadı mı?

İşte tarımda da bu yazın başında birden domates güvesi denen bir böceğin (tuta absoluta) domateslere zarar verdiği haberleri yayıldı. Güya bu böcek domates bitkisine çok zarar veriyor ve tüketilmesini imkansız kılıyordu. 250 ton domates Ukrayna’ dan bu böceğin zararı yüzünden dönmüştü. Hemen önlem alınmalı idi ama nasıl? Hiç bir tarım ilacı bu böceğe etki etmiyordu. Yaratılan panik ortamında üreticiler bel bağladıkları temel ürün domatesin piyasası çökmesin diye seralardaki domateslerini tam anlamı ile ilaca boğdular. (Diyorlar ki domates domates olalı böyle ilaç görmemiş.) İşte tarım ilacı sektörünün aradığı sorun bulunmuştu: domates güvesi tuta absoluta. Tam domates güvesinin sorun olduğunun düşünüldüğü günlerde tartışmalar sırasında şöyle bir mail yazmıştım:

Mevcut zararlının uluslar arası bir tarım ilacı firması veya tüm firmaların fikir birliği ile üretilmiş olabileceğini düşünüyorum. Şu an bilinen, etkili bir kimyasal ilacı da yok.

Ama merak etmeyelim, birden o ilaç bulunur. Seneye herkes daha ocak ayından ilaç basmaya başlar domateslere. İlacı atmayanlar da “aman bir gram domates alamazsın!” diye korkutulur. Daha da diretirlerse “tüm bölge ilaçlanmazsa, böcek senin serandan-tarlandan girer ve bizim attığımız ilaç da bir işe yaramaz” diyerek zorla ilaç kullandırılır. Aradan 5 yıl geçip de bahsettiğimiz güve belki bölgeden de silinse, geri gelebilir korkusu ile sebebi bile bilinmeden o ilaçlar atılmaya devam edilir. İlacı uygulayan çiftçiye de, domatesi tüketene de, sera-tarlanın çevresindeki canlı yaşamına da bu zehir afiyet olur.

Güve zararına uğramış tarla domatesleri, hayatlarını sürdüremeyecek durumda değiller. Bazı domatesler üzerinde biraz oyuk açıyor. Çok nadiren domatesin tamamını yenilemez hale getiriyor. Tüketirken bıçakla o oyuklu yeri keser atarsınız olur biter.

Yani benim gibi sadece doğal mevsiminde, olabildiğince böcek yenikli, üzerinde mümkünse sinekçikler uçuşan, yamuk yumuk domatesleri alanlar için domates güvesi bir sorun değil; olsa olsa hayatımızı renklendiren bir misafirdir.

Sevgili domates güvesi “Tuta Absoluta”, aramıza hoş geldin !

Ben bu maili yazdıktan bir ay sonra bir arkadaşımız, bir tarım ilacı firmasının bu zararlıyı yok eden bir tarım ilacı bulduğunu ve bunu beş yıldızlı bir otelde tanıttığını bildirdi. Söz konusu ilaç sistemik etkili (yani zararlıları öldürmek için bitkinin iç damarlarından ilerleyen, ilaç kalıntısının yıkama ile giderilemediği) ve bitkiden uzun süre uzaklaşmıyor. Hepimize hayırlı olsun.

Son Sözler ve Sorular

Bu makalemde her makalede yaptığım gibi çözüm önerileri sunmak yerine sorular sormak istiyorum. Son günlerde gazetelerde, et krizinin sadece Türkiye’ nin sorunu olmadığı, artan talep karşısında yetersiz kalan üretim ile Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) et fiyatları endeksinin son 20 yılın zirvesine ulaştığı yazıyor. Bu durum ve yukarıda yazdıklarım bana şu soruları sorduruyor:

* Dünyada yalnız kalmamızı önleyen yegane dostlarımız hayvanları sadece “et” olarak görmek ne kadar doğru? Onları hiç bir canlıya layık olmayan iğrenç barınaklarda tıkış tıkış yaşatarak sonra kesmek kabul edilebilir mi? Sonrasında yiyeceksek bile tavuğu tavuk, koyunu koyun, sığırı sığır gibi yaşatmak ile mükellef değil miyiz?

* Hayvanlar insanların kölesi midir?

* Yıllar geçtikçe daha fazla insan, daha fazla çiftlik hayvanı, daha fazla fabrika, daha fazla elektrik hayatımıza giriyor. Bütün insanlık tarihinde atmosferin her bir biriminde ortalama milyonda 275 birim (ppm) karbondioksit varmış. Günümüzde ise bu oran 392 birim (ppm) ve bu oran her yıl 2 birim (ppm) artıyor. Biliyoruz ki karbondioksit bizim gibi canlılar için zehirli bir gazdır ve atmosferde bu gazın oranının hızla artması bizim için sağlıksız ve belirli bir noktadan sonra ölümcüldür. “Daha fazla üretelim, daha fazla tüketelim” içerikli söylemler dünyayı nereye götürüyor?

* Bir cep telefonuna, bir cipe, bir eve, bir takıya, bir kreme aynı işi yapabilecek muadilinin 5 ila 500 katı kadar ücretler ödemek bizlere mantıklı gelirken; onsuz var olamayacağımız gıdaya neden en ucuz ve en kolay şekilde ulaşamadığımız zaman bunu büyük bir sorun olarak görürüz?

* Günümüzde gıda için ödediğimiz her 10 TL’ nin sadece 2 TL’ si tarımsal üretime; geri kalan 8 TL’ si paketleme, nakliye, enerji, kar, reklam, yıpranma, kira, faiz, bakım, vergilere gitmektedir. Bu sistem sürdürülebilir mi? Herkes nasıl kendi yemeğini kendisi yapıyorsa, herkesin kendi gıdasını kendisinin üretebileceği bir yapı kurulamaz mı? Böyle bir yapı kurulamadan olası gıda krizlerinin uzun dönemde çözülemeyeceği açık değil mi?

* Dünyadaki en büyük GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) savunucuları dahil (Anthony Trewavas) pulluksuz, toprak işlemesiz tarım gibi en sürdürülebilir tarım tekniklerinin kullanılmasının gerekliliğine işaret ediyor. Yaklaşık 8 yıldır bu konuda uzmanlaşmama rağmen ben bile bu teknikleri zor uygulatabiliyorken sürdürülebilir tarım ve hayvancılık teknikleri bir gün gerçekten tüm dünyada uygulanabilecek mi? Konvansiyonel (modern) tarım bir gün aslında olması gerektiği gibi uygulanabilecek mi? Yoksa uygulanamadan insanlığı bir felakete sürükleyecek mi? Bir gün gerçekten traktör üreticileri çıkıp “evet haklısınız, sürdürülebilir tarım için toprak işlenmemeli” diyebilecek mi?

* Ünlü bilim dergisi Science ‘ın araştırmasına göre, bu hızla tüketime devam edilmesi halinde, artan nüfus ve av yasaklarına uyulmaması nedeniyle 2048’de dünyada balık kalmayacak. Hatalarımıza devam edip balıksız kalmaya razı mıyız?

* Günümüzde karşımızda duran sorunlar, doğayı bir kaynak, bu kaynağı sınırsız zanneden bir mantık ve palyatif (geçici ve kısa süreli) çözümler ile son bulabilir mi?

* Eskiden fakir olan insanların yavaş yavaş zenginleşmesi, tüm insanlığı açlığa mı sürükleyecek?

* Dünya, her insanı bir ABD vatandaşı imkanları ile yaşatabilecek kadar zengin bir yer mi? Yoksa ünlü astrofizikçi Stephen Hawking’ in iddia ettiği gibi uzayda başka bir yere taşınmazsak yok mu oluruz?

Bu sorular aklımı çok kurcalıyor. Umarım sizlerin bunlara umut verici cevapları vardır.

Saygı ve sevgilerimle

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.