Yeşeriyorum

Referandumla İlgili Son Sözler / Gökçen Özdemir

0

12 Eylül’e az zaman kaldı. Referandum tartışmaları hem meydanlarda parti liderlerinin nutuklarında, hem de kamuoyunda, farklı platformlarda hız kesmeden sürüyor. Önce bu tartışmalarda ortaya çıkan üç taraftaki farklı tutumları gözden geçirelim. [i]

Taraflar Tutumlar

“Evet”i savunanlar arasında kaba hatlarıyla iki temel tutum olduğunu görebiliyoruz. İlkin AKP Hükümeti ve iktidar yanlısı kesimler, üstü kapalı bir şekilde referandumu bir güvenoylaması gibi görerek, kayıtsız şartsız evet deme eğilimindeler. İkinci grup ise şartlı bir eveti savunarak, “demokratikleşme adına bu kadarı yetmez; ama gelecekte daha kapsamlı değişikliklerin önünü açmak için evet”, deme eğilimindeler.

“Hayır”ı savunanlar ise genel olarak iki farklı tutum içindeler. İlk grup CHP ya da MHP gibi muhalefet partilerine angaje oldukları ve/veya AKP’nin Türkiye’ye şeriata dayalı irticai bir düzen getireceğine inandıkları için referandumu AKP karşısında bir güvenoylaması olarak görüyorlar. Bu yüzden sırf AKP’ye karşı tavır koymak için hayır demeyi tercih ediyorlar. Bu grup çoğunlukla yüksek yargı organlarıyla ilgili değişiklik önerilerinin AKP’nin yargı üstündeki etkisini artırmasından çekiniyorlar ve paket karşısındaki tutumlarını temellendirmek için genellikle paketin içeriğindeki değişikliklerin demokratikleşme açısından yetersiz, hatta daha ötesi anti-demokratikleştirici oldukları yolundaki dezenformasyon ve kamuoyunu manipülasyon amacı güden ve bana oldukça demagojik görünen bazı argümanları sahipleniyorlar.

Hayır kampı içinde farklı nedenlerle Hayır diyenler de var elbet. Bunlar anayasa metninin içeriğiyle ilgili kaygılarla, kısmen yüksek yargı organlarıyla ilgili değişiklik önerilerinin siyasal taraflaşmaların yargı üstündeki etkisinin artmasına neden olacak düzenlemeler içerdiğini düşünmeleri; ve/veya paketin bir bütün olarak oylanmasına karşı olmaları; ve/veya değişiklik önerilerinin kamuoyunda yeterince tartışılıp, tartışmaların neticelerinin değişiklik metnine yansıtılmadığınıı düşünmeleri gibi nedenlerle hayır diyorlar.

Son olarak, “Boykot”u savunanların bir kesimi AKP’nin siyasi planları ve anayasada yapılması özlenen demokratikleşme yönündeki değişiklikler arasında bir seçim maliyeti yüklenmeyi reddedikleri için bu tutumu seçiyorlar. [ii] Boykotçu grubun diğer bölümünün argümanları ise Hayır’ı savunanlarla paralel görünüyor. [iii]

Tartışma ve Taraflaşma Atmosferi ve Sonuçları

Her siyasal gelişmenin ardından kamusal alanda böylesi bir tartışma ortamının ve taraflaşmanın oluşması aslında gayet doğal. Hatta gayet istenilir ve sağlıklı bir şey bana göre. Taraflaşma doğası gereği, tüm tarafların, üzerine tartışılan konunun içeriğinde tartışmadaki konumlarını temellendirecek ve güçlendirecek hususları öne çıkartarak, vurgulaması sonucunu getiriyor. Çünkü zaten tartışma ve taraflaşma aslında kısmen tartışılan konunun içeriğindeki tümü ya da bazı unsurlara yönelik farklı bakış ve algılardan doğuyor.

Tabii bu taraflaşmanın ister istemez bazı hoş görünmeyen sonuçları da oluyor. Örneğin, daha önce de çeşitli kereler yazıldığı gibi tartışmalara katılanlar, diğerlerini kendi angaje oldukları pozisyonun gözlüklerinden okuyor, dinliyor, yorumluyor ve yanıtlıyorlar. [iv] Bu da bir yerde bir sağırlar diyaloğuna neden oluyor. Diğer bir örnek durum ise tarafların tartışmanın heyecanı içinde normal şartlarda belki savunmayacakları ya da mantıksal olarak savunulması mümkün olamayacak bazı aşırı noktalara doğru savrulmaları oluyor.

Daha olumsuz olan konu ise yine tartışma atmosferi içinde tartışılan konuyla ilgili bazı apaçıklık arzeden hususların kimi tartışmacılar tarafından görmezden gelinmesi ya da olduğundan başka şekilde yansıtılarak, çarpıtmaya tabii tutulması oluyor. Bu çarpıtma özellikle eğer konuyla ilgili unvan sahibi bir profesyonel tarafından yapılırsa, kamuoyunda oldukça dezenformatif ve manipülatif bir etki yapıyor. Bu da tartışma alanına sağlıklı görüş ve bilgi akışını sekteye uğrattığı için demokratik ve katılımcı bir tartışma ortamının oluşması açısından gereken ideal iletişim koşullarını zedeliyor. Bunu biraz açmak için referandum sürecindeki tartışmalardan örnekler vermek istiyorum.

Mart 2010: Tartışmaların Başında Durum

Mart’ta anayasa değişiklik paketi ilk açıklandığında, tartışmalar paketin içerdiği 24 maddenin 2 tanesi üstünde yoğunlaşmıştı. Bunlar yüksek yargı organlarının üyelerinin seçim usulleriyle ilgili değişiklikle, yargı yetkisinin hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamayacağına dair değişiklik teklifleriydi. O dönemde, bu iki madde dışındaki maddelerin anayasada göreli bir demokratikleşme yaratıp yaratmayacağı konusu, bugünkü kadar ihtilaf konusu değildi. Hatta hatırlanacaktır, bugün pakete en büyük muhalefeti yapan CHP bile paketin 22 maddesinin diğer ikisinden ayrı tartışılması halinde AKP’ye tam destek vereceğini o dönemin Başkanı Baykal’ın ağzından açıklamıştı.

O günlerde paketin eleştirmenleri, eleştirilerini, demokratikleşme adına göreli bir ilerleme sağlasa da paketin pek çok eksiklik ve yetersizliklerle dolu olduğu; anayasanın bütün olarak değişmediği sürece demokratikleşmenin mümkün olmayacağı; bu göreli demokratikleşme adımlarının, yüksek yargıyla ilgili iki maddenin yasalaşamasını kolaylaştırmak için sunulmuş tatlandırıcılar olduğu gibi yargılar üstüne inşa ediyorlardı.

Bu yorum ve yargılar, bugün de hala tartışma taraflarının temel argümanları arasındalar elbette. Ancak süreç ilerleyip, iş referandum aşamasına geldiğinde bana göre sorunlu olan bir husus iyice belirginleşmeye başladı. Ve kısmen de olsa, Hayır savunucularının da Evet savunucularının da tartışmanın heyecanıyla yukarıda değindiğim tipte çarpıtmalara doğru savrulduklarını gözlemeye başladık.

Çarpıtmalar ve Dezenformasyon

Bugün başta CHP olmak üzere bir kısım Hayır savunucuları, tartışmanın ilk başladığı dönemdeki pozisyonlarının tersine, değişiklik metninin 22 maddesinin içerdiği göreli demokratikleşme imkanını, sırf bu değişiklikleri AKP önerdiği için bütünüyle görmezden gelmeye; daha ötesi aslında bu maddelerin hiç de demokratikleşme içermediğini, aksine siyasal-toplumsal hayatı anti-demokratikleştireceğini kanıtlamaya çalışır vaziyetteler. Evet kampındakiler de geri kalan 2 maddenin yüksek yargı kurumlarını siyasi alanın tartışmalarına ve taraflaşmalarına daha açık hale getireceğini görmezden gelmeye ya da gözlerden saklamaya çabalıyorlar. İşin kötüsü her iki taraftan da tartışmaya katılan kimi tartışmacılar, bu konumlarını temellendirmeye çalışırken bazen bir absürd komedi senaryosu haline gelen demagojik çarpıtmalara başvuruyorlar.

Evetçiler açısından en büyük çarpıtma girişimlerini bizzat Başbakan Erdoğan’ın ve Hükümetin  temsilcilerinin yaptığını görüyoruz. Hükümetin en önemli dezenformasyon girişimi 12 Eylül darbesinin faillerinin yargılanması konusunda aslında çok da gerçekçi sayılamayacak, aşırı bir umut atmosferi yaratılmaya çalışılarak gerçekleştirildi. Özellikle Sayın Erdoğan’ın Meclis kürsüsünden gözyaşlarına boğulmuş bir şekilde değişiklik paketini neredeyse darbecilerden bir intikam fırsatı olarak lanse etmesi dezenformasyon ve manipülasyon amaçlı bir tiyatral gösteri olmanın ötesinde fazla anlam taşımıyordu. Çünkü bugün daha iyi görebiliyoruz ki Anayasanın 15. Maddesi’nin kaldırılmasının, verili Ceza Kanunu çerçevesinde 12 Eylül darbesinin çoğu failine ve özellikle üst komuta kademesindeki asli faillerine zaman aşımı engeline takılmadan yargı yolunu açması pek mümkün görünmüyor. [v]

Hayırcılar açısından andığımız çarpıtmaların absürd komedi noktasına varan kimi örnekleri, bazı elektronik iletişim listelerinde gezinmiş ve daha önce çıkan bazı yayınlarda yayınlanmıştı. [vi] Bu kampta yer alan profesyonel ya da değil kimi yorumcular, temel hak ve hürriyetleri AB uyum sürecinin gerektirdiği resmi standartlar ya da ILO gibi uluslararası kuruluşların resmi standartları çerçevesinde; ve/veya Türkiye’nin verili özgün ihtiyaçlarına göre -belli ölçüde de olsa- ilerleteceği apaçık olan ve bunu çok açık basit ifadelerle ortaya koyan bazı değişiklik önerileriyle ilgili olarak dahi bizi, aslında ortada hiçbir ilerleme olmadığı, hatta aksine mevcut durumu kötüleştirmek üzere metnin içerisine gizlenmiş bişeyler olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. [vii]

Çarpıcı bir örnek oluşturması bakımından, açıkça Hayır tutumunun savunulduğu beyan edilen bir metinde, [viii] çocuk haklarıyla ilgili değişikliğin ele alındığı bölümden bir pasaja bakalım. Pasaj genel söylemle aynı içerikte, paketin içerdiği yetersizlikleri ve sınırlılıkları öne çıkarıp, koyu harflerle  “çocuk hakları konusunda kısmi bir ilerleme ile yetinme iradesini ortaya koymaktadır” gibi ikircikli bir sonuca ulaşıyor. Yani dweğindiğimiz metne göre, pakette çocuk hakları konusunda bir ilerleme önerisi var gibi, ama bunun kısmi bir ilerleme olarak kalması özellikle istenmiş gibi… Ve içeriğinde sınırlı, yetersiz ama göreli bir ilerleme olduğunu savunan tartışmanın yürütüldüğü pasajın başlığı: büyük ve koyu harflerle “Çocuk Hakları: Daralma mı, Genişleme mi?” şeklinde. Pasajın içeriğiyle çelişen, kuşku dolu ve sormaktan çok daralma olduğunu ima eden bir başlık.

Yine aynı metinden bir başka örnek pasajda başlık, yine koyu ve büyük harflerle: “Eşitlik İlkesinde Kayda Değer Bir İlerleme Var mı?”. Yine sormaktan çok olumsuzu ima eden bir başlık. Başlığın altında tartışılan şey yine aynı şekilde paketin bu konuda içerdiği eklemelerle, 10. maddede “hak özneleri bakımından toplu olarak belli kategoriler oluşturan topluluklar lehine önlemler alınması yönünde ‘pozitif ayrımcılık’ kapısının” aralanmakla birlikte, ifadelerdeki çeşitli eksiklikler ve sınırlılıklar nedeniyle “yapılan eklemeler, kayda değer bir ilerleme anlamına gelmemektedir.” Söylemin biçemi amacı yeterince ortaya koyuyor değil mi?

İletişimsel Akıl Manipülasyon ve Dezenformasyon

Bu söylem biçeminde çarpık ve manipülatif olan nedir diye sorarsanız, ben de yanıtlamaya vasat bir iletişimsel aklı haiz her akıllı varlığın anlayabileceği şöyle basit bir soru sorarak başlayacağım: “Daha önce yürürlükteki Anayasa metninde hiç anılmamış olan bir hak ve hürriyetler grubuna, yapılan değişiklikle Anayasada yer verilmesi halinde, hak ve hürriyetler açısından anayasal planda göreli bir gelişmeden mi bahsederiz, bir daralmadan mı?” Konuşmak ve iletişim kurmanın en temel mantığı çerçevesinde yukarıda sorduğum soruya verilecek yanıt tektir: “Tabii ki bir gelişmeden bahsederiz.” peki bu soruyu biraz daha özel bir duruma uyarlayıp bir daha sorarsak ne olur: “İçerisinde çocuklar ve diğer dezavantajlı grupların hakları ve bu gruplara pozitif ayrım uygulanmasına dair hiçbir ifade olmayan bir Anayasa metnine, ilk kez bu konularla ilgili hükümler koymak göreli bir ilerleme midir, değil midir?”

Şimdi içinizden “uygulanmadıktan sonra bunları anayasaya koymak ne işe yarar ki kardeşim” dediğiniz duyar gibi oluyorum. Elbetteki bizimki gibi demokratik siyasi kültürün tam yerleşmediği ülkelerde bu konuların anayasaya konması, gerçek hayatta uygulanmasının garantisi olmuyor. Bu politik-sosyolojik bağlamda tartışılacak başka bir sorun. Ama salt anayasal bağlamda bu konularda hükümlerin ilk kez anayasaya giriyor olması önem taşıyan bir şey. Dolayısıyla konuşmak ve iletişim kurmanın en temel mantığı çerçevesinde yukarıda sorduğum soruya verilecek yanıt tektir: “Tabii ki bu bir ilerlemedir.”

Burada yine hemen vurgulayayım, bunları söylemek karşımızda duranın eksiksiz ve mükemmel bir anayasa değişikliği paketi olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor. Bu açıdan yukarıda andığım metinde değişiklik paketine dair olarak vurgulanan eksikliklerin, yetersizliklerin bu şekilde tespit edilmesinin gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum Aksine bu metnin bu konuda giriştiği titiz gayret önemlidir ve Referandum sonrasında Anayasa konusunda devam edecek mücadelenin içeriğiyle ilgili olarak oldukça fikir verici ve tartışma yaratıcıdır. [ix]

Söylemek istediğim yalnızca, paketin içerdiği değişikliklerin demokratikleşme adına eksik, yetersiz ve sınırlı ilerlemeler sağlıyor olmasının, kayda değer ilerleme sağlamıyor olması veya gerileme ya da daralma getiriyor olması anlamına gelmeyeceği. Kör gözüme parmak bir ilerlemenin salt yetersiz ve sınırlı olduğunu gözlemek, bu gözlemden ilerlemenin olmadığı ya da aksine gerileme olduğu sonucunu çıkarmamızı -buna bağlı olarak da Hayır dememizi- temellendiremez. “İlerleme yetersiz, bu nedenle paket demokratikleştirmiyor, anti-demokratikleştiriyor” demek, ya da böyle bir izlenim yaratmak için metinlerde başlıklarla, koyu renk harflerle oynamak, konuyu çarpıtmaktır.

Bu açılardan benzeri şeyler Evet’i savunanlar açısından da söylenebilir. Yukarıda değindiğim konular kadar açık bir husus paketin içerdiği yüksek yargı üyelerinin seçimiyle ilgili düzenlemelerin kabulü halinde bir yandan bu konuda göreli bir demokratikleşme gerçekleşirken (sonuçta bir konuda ki oylamaya katılan taban ne kadar genişlerse seçim tanımı gereği o kadar demokratikleşir) diğer yandan da yargı kurumlarının siyasal taraflaşmalara daha açık hale gelmesi söz konusu olacaktır (taban genişledikçe bu da kaçınılmaz olacaktır). Bu durum da güncel siyasi iktidarın (dolayısıyla AKP’nin) yargı sistemi üzerindeki nüfuzunun artması riskini getirmektedir.

Hayır ya da Boykot tercihini seçenlerin ciddi bir bölümünün gözünü korkutan durum burdan kaynaklanıyor. Bu korku karşısında Hükümet ve kimi Evet yanlıları, paketin göreli ilerlemeler getiren maddelerini öne sürerek ve özellikle 12 Eylül darbesinin intikamının alınacağı yönünde abartılı bir umut yaratarak kamuoyunun tartışmalarını manipüle etmeye çalışıyor.

Burada özellikle vurgulamak istediğim şey şu. Bu tip çarpıtmaları hukukçu olmayan yorumcular yaptığında belki görece etki alanı daha az oluyor. Ama bir profesyonel, özellikle bir hukukçu bunu yaptığında, mesleki unvanının imlediği otorite nedeniyle, ciddi bir dezenformazyon ve manipülasyona neden oluyor. Bu olayın yarattığı en büyük sorun, bu tip müdahalelerin kamuoyundaki demokratik tartışma zemininin üstünde yükseldiği iletişim ortamını yarattığı dezenformasyonla zedeliyor olması.

Demokratik Anayasa Yapımı ve Katılımcı Müzakere Ortamının Koşulları

Anayasa yapımını demokratik ve katılımcı bir süreç olmasında temel önemde olan şey, anayasanın  farklı kimlik ve grupların görüşlerine açık, katılma arzusundaki hiçbir grubu dışlamayan, onların görüşlerini baskı ve sınırlama olmadan duyurabildikleri, katılımcı/tartışmacı bir kamu alanı içinde gerçekleşen enine boyuna müzakere sürecinin sonucunda biçimlenmesi olacaktır. Bahsettiğimiz bu alanda temel önemdeki bir başka şey de tartışmacıların ortak bir temel iletişimsel aklı haiz olması, dolayısıyla birbirlerini anlıyor olmaları ve bu alana her türlü bilginin bozulmadan, sansürlenmeden ve serbestçe girebilmesidir.

Bu açıdan özellikle profesyonel hukukçuların referandum konusundaki tartışmalara girerken, salt tuttukları tarafın görüşünü desteklemek adına paket metnini olmadık sonuçlar çıkarmak üzere zorlamaya odaklanmak yerine, yorumlarını başka argümanlarla besleyip geliştirmeleri kamuoyunun bilgilenmesi ve demokratik müzakere kültürünün gelişmesi açısından çok daha olumlu olacaktır. Çünkü bugüne kadar gördüğümüz örneklerinin de teyid ettiği gibi, ilk tutum büyük ölçüde dezenformasyon ve manipülasyona dönük demagoji üretmekten başka bir sonuç yaratmamaktadır.

Nitekim Ümit Şahin’in Yeşil Gazetedeki 13 Ağustos tarihli “Siz Hangi Kutupta Yaşıyorsunuz?” başlıklı yazısında karşıt kamplarda yer alan meslekten hukukçuların arasında paketin içeriğiyle ilgili tartışmalarda beliren keskin zıtlıkları açıklayan husus bence bu demagojik tutumdur. Ama bu tutum bütünüyle bu hukukçuların kötü niyetinden kaynaklanmıyor. Bunun, tartışmacıların, tartışma alanında oluşan taraflaşma atmosferinin, kendilerinde yarattığı ötekileştirici psikolojiyle, savundukları argümanların olabildiğince aşırı uç noktalarına savrulmalarına dayalı bir merkezkaç etkisinden kaynaklandığını söylemek daha doğru görünüyor.

Sonuç

Şahsen dil içinde, farklı gruplar arasında demokratik ve katılımcı bir kamusal tartışma alanının üstüne inşa edilebileceği ideale yakın bir iletişimsel zeminin kurulabileceğine inanıyorum. Ancak reel politik ilişkiler alanında bu iletişimsel zeminin pek çok açıdan kırılganlık içerdiği de aşikar.

Özellikle, Laclau ve Mouffe’nin post-Marxism’lerinde ortaya koydukları cinsten antagonistik tarafların, yani birbirleriyle aralarında ontolojik bir sorun olan (düşmanlık ya da “ya ben ya o” sorunu) tarafların yer aldığı bir siyasi-kamusal alanda bu ideal iletişim ortamının ihtiyaç duyduğu koşullar tehdit altına girebiliyor. Buna bağlı olarak da taraflar arasında iletişimsel aklın gerektirdiği en temel konularda bile anlaşma olanakları yitebiliyor. Tartışmacı kamu alanı sağlıklı bir müzakereden çok gündem saptırıcı, dezenformatif, manipülatif, demagojik lafazanlıklara (boy mu, soy mu? Kim memur kim işçi emeklisi vb.) boğulabiliyor.

Tabii böyle bir koşulda Mouffe’nin agonistik demokrasi önerisinin ne ölçüde antagonizmaları agonizmaya dönüştürerek, tarafların birbirine yönelik düşmanca ve ötekini fiilen ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemlere yönelmesini önleyebileceği tartışma götürür. Çünkü, tarafların “çatışma sırasında, birbirlerini aynı siyasal birliğe ait” görmeleri, ve çatışmanın gerçekleştiği “ortak bir sembolik mekanı” paylaştıklarının bilincinde olmaları için, önce bu siyasal birliğin ve sembolik mekanın kurulması; bunun için de tarafların birbirlerine yönelttikleri cümlelerin, soruların ve bunlaara verilen yanıtların bütün taraflar için ortak anlamlar ima ettiği, ortak bir akılcı iletişimsel zeminin kurulması gerekir. Yani bir anlamda tarafların birbirlerine yönelip, anlayabilmeleri için gerekli olan ortak kavramlar kümesinin içeriği; siyasi alanın bazı temel hususlarının algılanması ve betimlenmesi vb. konularda taraflar arasında optimum seviyede bir uzlaşmanın sağlanması gibi bazı koşulların gerçekleşmesi gerekir.

Şöyleki: örneğin ülkemizde Kürt sorunuyla ilgili tartışmalarda tarafların “Kürt” kavramına birbirinden farklı anlamlar vermesi halinde; örneğin bir taraf için bu sözcük Anadolu’da yaşayan ve Türk olmayan bir etnik grubu imlerken, diğer taraf için “dağda yürürken kart kurt sesleri çıkaran Türk” anlamına geliyorsa, bu iki taraf arasında akılcı, herkese açık ve sorunların çözümünü sağlayabilecek bir iletişim nasıl kurulabilir? Benzeri şekilde, eğer farklı taraflar arasında anayasal düzeyde “insan hak ve hürriyetlerinin gelişmesinin” nasıl betimleneceği konusunda ortak bir iletişim zemin olmadan,  nasıl taraflar arasında iletişimsel akla dayalı katılımcı ve demokratik bir tartışmacı kamu alanı yaratılabilir?

Bu bağlamda, ister Referandum tartışmalarında ister Kürt tartışmalarında olsun, yapılması gereken ilk şey, katılımcı bir demokratik müzakere ortamının temel koşulu olarak ortak iletişimsel aklın gerektirdiği temel konularda bazı basit uzlaşmalara varabilmek olacaktır. Yoksa Mouffe’nin öngördüğü agonistik siyasi birlik ve sembolik siyasi mekan nasıl kurulabilir?

Velhasıl referandum tartışmalarının zıvanadan çıktığı şu günlerde tüm tarafları iletişimsel bir akla ve tartışmalarda demagojik lafazanlıklardan uzak duracak bir itidale davet etmek gerekiyor.


[i] Böylesi bir eğilim değerlendirmesi daha önce Yeşil Gazete’de yayınlanan başka metinlerde de yapılmıştı. Okuyucudan ricam bu metindeki değerlendirmeyi bir tekrar gibi görmeden okuması. Çünkü okunduğunda farkedileceği üzre bu, benzeri değerlendirmelerden belirgin bir farkla, çift kutuplu değil, çok kutuplu ve kutuplar içinde belirgin alt kutuplar betimleyen çoğulcu bir değerlendirme.

[ii] Ben bu tutumun Hayırcı tutumdan oldukça belirgin bir fark içerdiğini düşünüyorum.

[iii] Bu bağlamda kendi duruşumdan kısaca bahsetmem gerekirse, değişiklik paketinin getirdiği göreli demokratikleşmeyi görmekle birlikte, bunun yetersiz ve sınırlı olduğunu da görüyorum. Bunlar  “Yetmez ama Evet” diyenler kadar, Hayır’ı ve Boykotu savunan kimi gruplarla da paylaştığım değerlendirmelerdir. Ancak buna rağmen Referandumda Evet demenin yararına inanıyorum. Çünkü bunu gelecekte Anayasada daha kapsamlı ve köklü değişikliklerin önünü açmak için gerekli olduğunu düşünüyorum. Paketin bir bütün olarak oylanmasıylai ilgili olarak Hükümetin ısrarı benim de canımı sıkıyor. Ancak benim yargı organlarıyla ilgili değişiklikler konusunda bir kaygım yok. Bu düzenlemelerle AKP’nin yargı üstündeki nüfuzunun artması riskinin ciddiye alınması gereken bir olasılık içerdiğini görmekle beraber, beni bu riskten çok yargı organlarının tabanı genişletilen bir oylama sonucu seçilmesinin getireceği demokratikleşme olanağı daha çok ilgilendiriyor. Böylece yüksek yargı organları, tek bir siyasi-ideolojik görüşün, seçkinci ve devletlu bir Kemalizm yorumunun, kastik bir sistem içinde kendini dışarıya karşı koruyan fildişi kulesi olmaktan çıkacak, farklı görüşlerin yarışmacı bir oylama sonucu temsil edildiği bir alan haline gelecektir. O yüzden pakete bir bütün olarak Evet demekte bir beis görmüyorum.

[iv] Bu konuda bkz: Ümit Şahin, Siz Hangi Kutupta Yaşıyorsunuz?, Yeşil Gazete, 13 Ağustos 2010.

[v] Bu konuda da hukuki tartışmalar bitmiş değil tabii. Kimi yorumlara göre, Ceza Kanunu’nun belli maddelerindeki hükümlerin uygun bir şekilde yorumlanması halinde kimi faillerin yargılanması mümkün. Ama bunun Sayın Erdoğan’ın Meclis kürsüsünden gözyaşları içinde duyurduğu ölçüde geniş çaplı ve samimi bir hesaplaşma olup olmayacağı oldukça tartışmalı görünüyor.

[vi] Örneğin: Kemal Tuncaelli, Referandumda Ne Yapacağız?, 20 Ağustos 2010, http://www.olayhaber.com/yazar/Referandumda-Ne-Yapacagiz/7397.

[vii] Bunu yapmak için kimi yorumcular metne hakikaten korkunç bir konspiratif çabayla yaklaşıyor, resmen öküz altında buzağı arıyorlar. Bu yorumlara göre değişiklikler o kadar antidemokratik ki pek çok temel siyasal-sosyal konuda varolan Anayasanın demokratik niteliklerini yok edecek! Hani öyle bir noktaya varıyor ki iş, neredeyse 12 Eylül Anayasının demokratik niteliklerini övmeye başlanacak. E peki 12 Eylül Anayasası değişiklerin getireceği anti-demokratikleşmeye karşı savunulması gerekecek kadar demokratikse, bu anayasaya neden karşısınız? Ya da karşı mısınız?

[viii] 10 Aralık Hareketi, Evet mi Hayır mı? Neden?, 26 Temmuz 2010. Bu metinde Hayır kampının kimi temel argümanları sıralandıktan sonra değişiklik önerisinin detaylı bir incelemesine geçiliyor. Bu incelemede genellikle, oldukça olumsuz ve kuşku yüklü imalar içeren başlıkların altında, değişiklik önerilerinin demokratikleşme adına kısmi bir gelişme sağlasa da pek çok eksiğinin, yetersizliğinin, ciddi sınırlılıklarının olduğu genellikle koyu harflerle vurgulanıyor. Ulaştığı zorlama yargılar bağlamında tam da andığımız tipte manipülatif, dezenformatif bir metin olsa da değişiklik paketinin eksik ve yetersizlikleri üstünde titiz bir inceleme olarak okunabilir.

[ix] Nitekim bu konuda Yeşiller Partisi’nin de Nisan 2010 tarihli benzeri bir metni vardır. Bu metinde Yeşiller de değişiklik paketinin bütün artı ve eksilerini detaylı bir şekilde ortaya koymuşlardır.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.