Yeşeriyorum

Geçen Ayın Edebiyatı

0

Giriş

Mart da bitti, hali hazırda Nisan’ı tüketiyoruz…Yıllar, aylar,  günler. Matematiksel olarak sanki durmadan başa sarmaca oynuyoruz… Her cuma hafta sonuna gireceğiz diye seviniyor, her pazar gecesinden itibaren “Monday Syndrome” sayıklamalarından bunalıyoruz. İç sıkıntımıza isim vuruyoruz, daha karizmatik, daha meşru, daha kabul görür bir şey haline getirmek uğruna.. İşte bu  saatler günler aylar da hep bir aynılıkta, dingillikte, tıpatıplıkta ilerliyor. O kadar kabul görmüşüz ki, 7 günde bir aynı günün gelmemesi anormal. Günde iki defa akrep ve yelkovanın aynı yön açılarıyla görmemek absürd…

Programlanmak, programlamak, ajandalamak herşeyin kurulu olduğu düzen. Küçük bir not defteri, eğer ki içeriyorsa o sirkulatif günleri, koca hayatını sığdırabilirsin. 30 tane yaprak, dahası arkalı önlü 15 ve dahasının da dahası hafta sonları yarım sayfadan 11 yapraktır bir ay çoğu zaman… Küçük bir edebiyat defteri gibiler hani, eğer ki güzel bağlaçlar kullanabilsen günlerin arasına, sayfaları çevirirken Rus edebiyatından karakter isimleri yerleştirsen, karman çorman hayatı tüm sofistizminle sunsan birilerine; her ayın sonunda bir şaheser, hiç olmadı bir eser çıkar ortaya. Belki en kıytırığından, belki de en fevkaledesinden.

Günlük yazanlara bazen imrenmişimdir, bazense nefret etmişimdir onlardan. Ünlü bir yazarsan, eğer ki yazmışsan br günlük ve ölmeden günlüklerimin yayınlanmasını istemiyorum diye not bırakıyorsan; halt etmişsin. Tepe tepe basarız onları. Tepe tepe de yenilir telifleri.Yok, pek bi sıradan mahalle kızı isen, ya da oğlu isen küçük odanda, iç döküyorsan, bulanımlarını aksettiriyorsan oraya, bir arkadaş gibi kullanıyorsan onu. En sıradan arkadaş gibi. En samimi arkadaş, kontrolsuz, edebi olmayan devrik cümleler kurduğun, birinci tekille ikinci tekili-çoğulu karıştığın bir arkadaş gibi kullanıyorsan güzelim defteri, hamuru; hiç yazma. Geç aynanın karşısına, ya da ışıkları kapat mum da yakma, mahallenin sarı ışıklarıyla yetinip konuş kendinle, tezler anti-tezler birbirini kovalasın, biri kaçarken ötekine yetişmeye çalış ve yorgunluktan uyu o gece. Korkma kimse deli demez sana. Zaten yazmasan da yazılıyor bir yerlerde bir şeyler. Senden habersiz, ama seninle.

İşte milyonlarca insanın, her gün milyonlarca kelimelerle geçiridiği şu güzelim güneşli-güneşsiz yağışlı-yağısız az-çok veya parçalı bulutlu günlerde, herkes kendi yaşantısını yaşarken, yaparken politika, izlerken film, ağlarken geçen ay ayrıldığı yakışıklı oğlanına, hüzünlenirken gurbetteki oğluna, atarken palavraları, dans ederken en ışıksız gürültü mekanda, ve milyon farklı sahneden milyon farklı duygu şekillenirken kafada, orada burada. Kimsenin bilmediği, bilemediği, bildiği takdirde kafayı yediği yerde, ayrı bir edebiyat dönüyor orada, kimseden habersiz. Kendince. Kah kaleme dökülmüş, kah dökülmemiş, kah ünlü bir adamın elinden kah genç bir işçinin kaleminden. İşte geçen ayki edebiyatta böyle. Mart küçük öyküler yazdı, romanlar yazdı seriler halinde tercümanların bile illallah edeciği türden, bazen şiirler döktü saman kağıdına Mart’a istinaden, bazen filmler çekti en uzunundan; kısaların birleşiminden… Geçen ayın edebiyatını, okurken ne salt şiir beklenmeli burdan. Yani Mart’tan.Ne salt  hikaye,roman…Ne biyografi, ne araştırma. Geçen ayın edebiyatından, sadece geçen ay beklenmeli. Koskaca bir geçen ay. Ya da topu topu bir geçen ay beklenmeli. Sizin geçen ayınızla, yazıcının geçen ayının kesiştiği, çarpıştığı şeyler beklenmeli… Çarpıma sonrasındaki travmalar. Ve geçen ayın edebiyatı burda iki nokta üst üste deyip yol alıyor. Sessizce…

***

Mart da biter. Ne öncesindeki eksik çeken aya hüznü vardır, nöbeti erken bıraktı diye. Ne koca bir şaka ile başladı diye Nisan’a dair bir kıskanma belirtisi. Öylesine başlar öylesine de biter. Küçük bir kutu sunar herkese, tüm aylar gibi. Her kimse, er kimse; kendi tümceleriyle doldurur bu küçük kutuyu. İri ufak karakerterlerini özelinde seçip, kendi noktalamalarıyla. Renkli renksiz.

İsviçre’nin Alplerinde de Mart’ın edebiyatı yazıldı bizden habersiz, kimseden habersiz. Ama kimselerce. Karadeniz denize paralel uzanan nemli sahil kasabasında da bir edebiyat yazıldı, ama bu sefer sitemli bir edebiyat belki. Denize uzak bir edebiyat yazıldı orda kim bilir. Köylülerin denize, sahile, güneşe özlemlerinin arttığı şu soğuk, çetin, çetrefilli havalardan sonra yüzünü gösteren güneşe karşın denizle aralarına giren, siyah asfalta binaen yazıldı geçen ay. Karadenizli çocuklar, edebiyatta en vahim karakterleri oynasalarda, kaç marttır yazılan edebiyata karşın denizden ırak bir mart geçirselerde bu sefer yazgılarında. Yazılarında. Kadınlar, martta yine morlarını giydiler bu mart yıllar yılı, bu edebiyatın sahifelerinde aldıkları yeri artırmanın zevkiyle, ama sayfa sayısının da azlığının hüznüyle.Kararlığıyla.

Bir taraftan yaşanırken bunlar buralarda, her Mart’ın konuşulmazsa olmazı. Olmazsa olmazı: Hollywood’ın Oscar Ödülleri. 1927 yılında beş dakika sürüp biten, ne kırmızı halı furyası olan, en güzel kokulu, en mini etekli kadınlarının,  ne de en jilet gibi ütülü gömlekli jönlerinin bulunduğu ödül töreni, yine Mart’ta kendi yerini almasını bildi. Bu sefer kilitlenilen nokta, en iyi yönetmen dalındaki, en iyi erkek yönetmen algısı/realitesinin Kathryn Bigelow’un ödülü almasıyla erkek erkinin bozulması oldu. Tıpkı Hattie McDaniel 1939’daki Mart’ın edebiyatına geçen Oscar ödülü alan ilk siyahi olması gibi bir yazıntıdır.

Amerika’da Hollywood Kodak Tiyatrosu’nun önüne kırmızı halılar serilir, gözlerini açamayacağınız parlaklıkta flashingler yapılırken, İstanbul Beyoğlu’nun eski tiyatrolarından, ve yıllar yılının sinema salonlarından Alkazar tüm gelecek Mart’ın edebiyat sayfalarından silindi ansızın Gelecek Mart,’ların ardından, geçen ayın edebiyatında artık hiçbir karakter Alkazar’da bir film izleyemeyecek. Mart bu tedirginliği ile sayflarını hızlı hızlı çevirirken, saman kağıdı sayfalaını hamurunu Nisan’a doğru daha kaliteli rengine bürünmüşünden göstermeye uğraşırken, Nisan’ın edebiyatının da hüzünlü, mutsuz ve umutsuz geçeceği Marttan belliydi, Hollywood sektöründe ne paralar aklanırken, haklanırken veya saklanırken; birileri/ sadece bir kimseler müstakil sinema salonlarının müstakiliyetine göz koymuş, kendi modernize anlayışı ile bundan sonra yazılacak edebiyatımızdaki tüm sinema sahnelerine de ipotek koymuştu. Birileri neler olduğunu çok iyi biliyor, ama televizyonlarda yaza doğru sezon sonu yapacak dizilerdeki zenginlerin, villaların oğullarına/kızlarına özenmişolmalı ki, martın edebiyatına, yanı bu geçen ayın edebiyatına ve sonrasına daha cafcaflı daha karnı tok sırtı pek, daha da muhümi cebi dolu girmek istiyordu.

Martın edebiyatındaki kimi sinema salonları başkalarınca, el değiştirse de, sinema sahnelerinin olmazsa olmaz mustakil yerleri, az-çok varlığını devam ettrime çırpınışlarında bulunurken, Mart’tan kötü bir haber gelmişti, Nisan’ın edebiyatına dair. Yine bir sinema salonu daha yok oluyordu. Nisanın edebiyatı da hüzünlü geçecekti. Emek Sineması gidiciydi.

Dedik ya, geçen ayın edebiyatı, ne salt şu, ne salt bu, ne de salt o diye. Geçen ayın edebiyatı, altı üstü geçen ayın edebiyatı. Ya da işte bildiğiniz geçen ayın kendisi. Geçen Mart’ın ta kendisi.

Yapılırken bir yerlerde politika, yargıçlar, savcılar avcılar kovalarken birbirni aylardır, kaç ayın edebiyatına futursuzca destursuzca girerken, birileri/kimileri kendi steril hayatlarını yaratırken bir/bu şekilde, demokrasi yoksunluğu infiltre olmuşken, ta içimize kadar, vesayet sistemi hali hazırda dururken, birisi yıkılır ayrı bir vesayet sistemi kurulurken güpe gündüz, ortalık yerde, demokrasi babaları meydanlarda bizim ağzımızla bizimle çay içer gibi, sohbet ederken, demokrasi adına hak adına emek adına bir başkaları, en babayiğit başkaları, en emekçi başkaları nöbet tuttu  Ankara’da bu ay da: Tekel işçileri.

Mart’ın edebiyatına Ankara girdi bu sefer, umut dolu girerken, buraların başkanı, başı, başbakanı seslendi yine;  100 bin Ermeni’yi sınır dışı edebileceğini dil ile ikrar etti. 1915 yalandı, ama 2010 aslı olabilirdi misal. Mart’ın edebiyat defteri, yine kara lekelerle süsleniyordu. Deftere damlayan yağ lekesi gibi yıllar yılı da kalacak gibi. Tam da Anayasa tartışmalrıyla “demokrasi özgürlük getirme” arefesinde kendi life stylelerini yaşamak arzusuyla kim bilir, değişimler devinimler gün ışığına alınırken, ama dokunulamamazlık, Ankarada’ki tekel işçilerinin sesleri, hak arayışları taksim anıtı gibi dururken martın sayfalarında; temsiliyet barajı dururken ulu orta, hasankeyf de ayrı bir baraj mevzusu olarak bi başka sayfada.

Ermeni meselesi modern tehcir yöntemlerinin tehditleriyle savsaklanırken, milyonların tehciri milyonların reyleri oyları göz önünde duruken, pazar brunchları/ kahvaltımsı öğle yemekleri yapılırken sanatçılarla, sinemacılarla, gazetecilerle en geniş en açık menüsüyle, Kürtçe şarkı söylemekten birileri hapse mahkum edilebiliyordu aynı anda. Ama tam da Mart’ın sonuna doğru tüm herşeyi püskürtten, tüm herşeyi sesini içine alan, tüm sesleri içinde hapseden ve orda-burda dört bir yanda demir sesleri yükseldi sayfalarında geçen ayın edebiyatının: Newroz. Daha ısınmadan meydanlar, hiçbir karakter kısa kollularını, kısa bacaklılarını giymeden, Newroz ateşi ısıttı cümle alemi. Kawa’nın ateşin demiri dövmesindeki umutlu yüreği tahayyül edildi yine.

Geçen ayın edebiyatı, Mart’ın edebiyatı az çok, kerli ferli olaylarıyla böyle bitti… Sizin edebiyatınızla yazıcının edebiyatının çarpıştığı ve sonrasında oluşturduğu düşün travmasıyla, bir ay sonra; bir başka ayın edebiyatı yazılırken bir yerlerde, kurgunuzun, karakterleriniz, öykünüzün yerli yerinde olması, ayracınızın günlerle birlikte hareket etmesi umuduyla.

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.