Yeşeriyorum

Gerçek oyuncu aslına en uygun biçimde “gibi” yapandır – Pınar Çekirge

0

Altan Erbulak söylemiş: ” Gerçek oyuncu aslına en uygun biçimde ‘gibi’ yapandır, diye.” Ve oyuncu ile gerçek oyuncu arasındaki fark, mukavva bir kemanla Stadivarius bir keman arasındaki farka benzer..” diye devam etmiş.

Ne kadar doğru bir benzetme.

Her şeyden önce belirteyim ki, Murat Mahmutyazıcıoğlu, bir tiyatro tutkunu olarak çok özel bir yere koyduğum aktörlerden.Keskin dönemeçler içeren, son derece sert bir oyunda tökezlemeden gövdelendirdiği kimliği başarıyla taşıyor.İşte aktör budur, bundan ötesi olamaz diye düşündüğüm, etkisini uzun süre hissettiğim o yırtıcı oyunculuk…belleğe çakılan bir oyunculuk bu.Adeta bir şizofrenik rüyaya sürüklüyor izleyiciyi.Umarsız yalnızlıklarını kalın tuğlalarla örerken, tek başınalığı en çok yaşadığı ( Jack’i kovduğu ) o sahnede zayıflılığını göstermemek adına kabuk değiştirmesi mükemmel..kısa bir an ve nüanslı bir oyunculuk.Kendisini terk eden Jack’i nefretle süzüşü.

Tuzla buz olmuş bir aynadan yansıyormuşcasına parçalı görüyorduk onu sahnede.Korku vardı gözlerinde, panik.Şakağında acıyla kasılmış bir damar seğiriyordu aralıksız.Uzak bir bakış.Umursamaz bir omuz silkiş. Yaralarıyla yorgun her yolcu gibi.

Dalgalar kıyıya yeni fırtınalar taşıyordu.Fırtınayı besleyen rüzgarı arkasına almıştı.Sözcükler yuvarlanıp yere düşüyordu.Salon gölgeler içindeydi.Teninde kindar, kuşkulu,sırılsıklam huzursuzlukların pas yürümüş pırıltısı.

Murat Mahmutyazıcıoğlu kendini yaratıyor bu oyunla.Benzerlerinin gelmesi zor gibi.Ama daha kimbilir neler yapacak..hangi kimlikleri yaşar kılacak sahnede ?

Masaya otuz yıllık hayatını koydu geçen hafta.Ben de ses kayıt cihazımı, kalemimi, defterimi.Dinledim, sordum, yazdım.Taa en başından başladık zaten.Ankara Koleji yılları, Efes Antik Tiyatro’da, “Troya’lı Kadınlar” oyununda Tanrı Posseidon’u canlandırdığı on beşinci yaşına yelken açtık ilkin.Öyle dolu dolu anlattı ki, durdurmaya, kesmeye kıyamadım bir türlü.

İçinde çocukluğunu bıraktığı kaleler vardı.Gecenin sessizliği, ıssızlığını çoğalttığında terk etmişti o kaleleri.Belki Maude’u arayan geç kalmış bir Harold’dı o.

Hüzne yağmur olan bulutlarla kuşatıldığı günleri hatırladı birden.Sanki çok uzaklarda bir yere daldı, ya da bana öyle geldi.Belki de ilk kez onun farklı iklimlerden çıkıp geldiğini o an ayrımsadım.Gözlerinde yağmur sonrasının o yumuşacık buğusu..

Acıları, düşbozumları, kırıklıkları hep kendinde kilitlemiş, çocukluğunun, ilk gençliğinin amansız yalnızlıklarını dindirecek, dengeleyecek bir şeyler bulmaya çalışmıştı.Bulmuştu da.Bulduğu tiyatroydu.Tiyatro yaşam biçimiydi, yeni bir hayat yaratmaktı.

İç Mimarlık eğitimi, Şahika Tekand Stüdyosu’nda tiyatro dersleri.(Hemen belirteyim, Şahika Tekand Stüdyosu’nda edindiği oyuncu kimliği, gerçekten üst düzeyde ve övgüye değer.)

Amatör tiyatrolar, bir kaç reklam filmi.Kararsızdı.Biraz yorgun, azıcık tedirgindi.Ne galip, ne mağluptu henüz.Belirlediği tek mevzi tiyatroydu, oyunculuktu.Hayır, televizyonda ünlü olup para kazanmak değildi istediği.Mesela, III.Richard’ı yaşar kılmaktı sahne.Doğru dürüst oyunlarda, filmlerde rol almaktı.Kalıcı olmaktı.

Haldun Dormen’in sözlerini anımsıyorum: ” O yaşlarda şöhretin kokusu Mephisto gibi, insanın gözünü karartabilir ama bütün bunlara rağmen tiyatro sevgisini feda etmeyen, bu uğurda bir çok şeyden vazgeçmeye, razı olan çocuklar da var..” İşte, onlardan biriydi Murat.Hayatla tek tabanca güreşen.

Derken, ” Şeytanlar Savaşıyor”, ” Oidipus Nerede ? “, ” Apartman”, “Ayı”, “Ağzı Çiçekli Adam”, “ Şeytanlar Savaşıyor”, “ Candan Can Koparmak” adlı oyunlar geliyor peşi sıra.İki de film.” Zombilerin Düğünü” ve ” Recep İvedik III “.

Tiyatroda o kadar mutlu ki.Her rolünü, her defasında keyif alarak, tadına vararak oynuyor.Dünyalar onun oluyor sahnede.An geliyor oyunculuğu tekstin önüne geçiyor.

” Seni Seviyorum Diyecek Kadar Sarhoş, önerildiğinde ille Sam karakteri, demiştim.Hissetmiştim, başarılı olacağımı, rolü üstleneceğimi..dedim ya, metin tiyatrosu yapıyoruz biz.Tekst iyi olmalı ki, onu oyunculuğumuzla parlatalım.Karşı gerçekçi oyunlar tercihim aslında..”

Stanley Kowalski kimliğinde düşünüyorum, Murat’ı.Hırçın, lodoslu bir Stanley.Tennessee Willliams’ın “Suddenly Last Summer”, “The Nigt of the Iguana” sında görüyorum onu, Gore Vidal’ın “The City and Pillar'”ında mesela.”Fortune and “Men’s Eyes “da Rocky” kimliği.( Keşke “Düşenin Dostu” tekrar oynansa..Rocky rolünde Murat’ın neler yapabileceğini düşünüyorum.Cemil Süleyman’ın “Siyah Gözler” romanı bugün tüm estetik değerleri korunarak filme alınsa Murat dışında kimseyi o role düşünemem kolay kolay.
Yeni bir şimdiye sürüklenme zamanıydı artık.

Seyirciyle iç içe sergilenecekti ” Seni Seviyorum Diyecek Kadar Sarhoş”.5 Aralık 2009 tarihinde başlandı provalara.Günlerce, saatlerce kelimenin tam anlamıyla kan ve ter içinde çalışıldı.Sonuç dorukta bir oyunculuk, bir aktörün tüm kariyeri boyunca yakalayabileceği en önemli rollerden birine hayat vermekti.Kısaca başarıydı. .(Sana teşekkür borçluyuz Murat.Sen o sahnedesin, diye mutluyuz.Seninle aynı yüzyılda yaşadığımız için de.)

” Yeni oyunumuzda ise, ” Korku Tüneli” adı, büyümeyi reddeden bir adamım öyküsünü taşıyoruz sahneye.Düşle gerçek arasında yaşanan gelgit manzaraları, anlayacağın.Çok sevdiğim bir rol daha..”

Sonra bir şey oldu.Zaman üstümüze kapandı sanki.Pus rengi bir ışık düştü duvarlara.

” Bir hakikat var mı, derken bir hayale döneriz ” diye fısıldadı Rıza Tevfik. ” Hayat budur benim için..hatta senin için de..”

Camlarda yağmur taneleri.

Birden hatırladım.“Oyuncu oyuncudur” demiş Altan Erbulak.” Hiç oyuncu olmayanlar vardır.İşte onların çoğu seyircidir.Kumaşında birkaç ilmik oyunculuk dokunmuş olanlar vardır.İşte onlar, bildiğimiz oyunculardır.Bir de vücutlarının her santimetre karesi tiyatro tanrısının gözetiminde, tiyatro yapsın, insanlara seslensin diye yaratılmış olanlar vardır.İşte onlar GERÇEK OYUNCUdur.Onlar için Shakespeare, Feydau, Gogol, Erduran, Taner yoktur.Onlar için sadece oynayacakları oyun, kişiliğine bürünecekleri rol vardır.İnsanı oynayacaklardır.Bizlere seslenecekler, dünyanın neresinde olursa olsun seyircilere yazarın yazdıklarını doğru olarak aktaracaklardır..”

Sahi, hiç seni seviyorum diyecek kadar sarhoş oldunuz mu ?
1980’li yılların ilk yarısıydı. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisansımı yapıyordum. Tez konum Erkek Eşcinselliği.. yani en büyük sosyal ve cinsel tabulardan biri.O kadar kısıtlı sayıda yayın vardı ki, çoğunu yurt dışından getirtmek durumunda kalmış, sonrasında “Yalnızlık Adası’nın Erkekleri” (1991) adlı ilk kitabımda temin ettiğim tüm kaynakçayı ek olarak okura sunmuştum.Amacım ilerki yıllarda araştırma yapacak olanlara bir basamak yaratmaktı sadece. Küçük bir basamak.

“Çay ve Sempati”yi biliyordum.1965-66 sezonunda Gen- Ar’da Cüneyt Gökçer yönetiminde sahneye konmuştu.Dönem için cesur bir oyundu kuşkusuz.Zeki Müren ve Altan Karındaş, Asuman Korad başrollerini paylaşmıştı “Çay ve Sempati”nin.Effemine tavırlı bir kolej öğrencisinin kimlik arayışıydı ” Çay ve Sempati”.Hemen bir iki yıl sonrasında Dormen Tiyatrosu ” Arkası Yarın” ile lezbiyen ilişkinin sularında dolaşırken, 1970 lerin hemen başında Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu son derece sert ve iddialı bir oyunla, (“Düşenin Dostu”) İstanbul seyircisinin karşısına çıkmıştı.Engin Cezzar, Bülent Erbaşar ama özellikle Prenses tiplemesiyle Ali Poyrazoğlu “Düşenin Dostu”nda harikalar yaratmış, oyun olumlu, olumsuz pek çok tepki almıştı.”Çılgınlar Klübü”nün gördüğü büyük ilgi, “Oğlum Çiçek Açtı” nın sahnelenişi. Tuncay Özinal’in unutulmaz ” Nice Yıllara”sı.

Caryl Churcill’in “Seni Seviyorum Diyecek Kadar Sarhoş” adlı oyununa gelince.Tiyatro Boyalı Kuşun yapımcılığını üstlendiği adeta, deprem gibi, yara gibi, bıçak gibi, burgu gibi bir oyun.Soluk kesen, ürperten, şaşkına çeviren.Fatih Gençkal ve Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yaşar kıldıkları Jack ve Sam tipleri o kadar başarılı ve gerçek ki..Her iki oyuncu da daha fuayede başlayan ön oyundan yakalıyor seyirciyi, iki aktörün oyun boyunca alışverişleri mükemmel.Bir anda jilet kesiği yalnızlıklara, ufunetli ihtiraslara koşuyor..an geliyor ölümle sevişiyorlar.Yok ederek kazanmak.Geçtiği her yeri kurutan bir kış ayazı gibi..büyüyen bir tümör gibi. Kanlı kangrene dönüşen bir yara gibi.

Hastalıklı tutkulardan yola çıkıyor kahramanlarımız..tutkuları için yapamayacakları tek şey yok.İktidar ve güç yarışındalar.Gemsiz azısız bir koşu bu.Kabuğu kırılmış bir istakozken canavara, bazen oyunculuklarıyla öldürmeyen, sıyırıp geçen bir zıpkına dönüşüyorlar oyun süresince.Seyirci tedirginlik ve şaşkınlıkla hipnotize olmuşcasına sahnede olup biteni izliyor.Müzik muhteşem.Jale Karabekir’in rejisi ise kelimenin tam anlamıyla kusursuz.

Sam ve Jack’i hayata teğelleyen neydi ? O tek ‘şey’.Sam ve Jack olduklarında, bir bütünü paylaştıklarında, varlıklarını, güçlü olduklarını anladıkları, gerçeğiydi bu.Gerisi zaten bir yığın mask, bir dehşet oyunuydu.

Onlar Sam ve Jack olunca bir ‘şey’diler.’ Var’dılar.Kendilerini gerçekleştirdikleri andı bu birleşme.Sam’in yüzünde peşine düşülmüş bir av hayvanının korkaklığı.

Yeni bir oyuna, oyunlara başlamanın satırbaşıydı çekip gitmeleri.Kopuşu yaşarken bir vücut olmaları da bundandı.Çığlıkları tırmanıyordu duvarlarda, duyulmaza inip sönüyordu sonra.Ayrılırken yek diğerine koşuyorlardı.Ne kadar hoyrat, ne kadar kandırıcı, ne kadar bildikti yüzleri.Sabitlenmiş, yerleşmiş, gitmeyen, gitmeyecek olan bir ihtirasın tutsağıydılar.Cılk yaraydılar bu bağlamda.Birbirlerine ihtiyaç duyuyorlardı.Kendi egolarına göre biçimlendirip, yönettikleri dünyayı tüketirken, yokoluşla yazgılı hiçliklerine sığınmayı yeğliyorlardı.

Güneşi kırpıp yıldız yapıyor, ölüm yağdırıyor, çehrelerini aynaya tutup tersinden kendilerine bakıyorlardı.Mutlu son mu ? Haydi, canım !

Pınar Çekirge / [email protected]

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.