Köşe Yazıları

“Ve Kendimi İyi Hissediyorum…”

0

Habertürk televizyonunda Yiğit Bulut Balyoz darbe planı gazetelere yansıdıktan hemen sonra planı hazırlayan zamanın 1. Ordu komutanı emekli orgeneral Çetin Doğan’ı altı saat boyunca stüdyoda konuk etti. Programda kendinden emin bir şekilde yaptıklarını savunan ve darbe iddialarını yalanlayan Doğan, Yiğit Bulut’un güvenini kazanmayı başardı! Programın sonunda Yiğit Bulut’un aşağı yukarı şöyle dediğini gayet iyi hatırlıyorum: “Paşam, şurada altı saattir birlikte oturup çay içiyoruz, Bernanke’nin merkez bankası kararlarını bile birlikte yorumladık, ben sizi çok samimi buldum ve size inanıyorum, sizin bu planlarda yazanlarla ilginiz bulunmadığına eminim.”

Hazır Çetin Doğan gözaltındayken, gelin bu olayı ve Yiğit Bulut’un mantığını yorumlayalım:

1-      Türkiye’de orgenerallere ve emekli orgenerallere (hatta diğer generallere ve albaylara da), sadece yüzlerine bakıp karşılıklı çay içerek, gözü kapalı inanabilirsiniz.

2-      Halkın en güvendiği kurum ordudur, demek ki subaylara inanmak için kanıta ihtiyaç yoktur. (Fakat aynı araştırmalara göre halkın en güvenmediği kurum medya olduğuna göre, en güvenilmez kurumun temsilcilerinden birinin gözü kapalı inandığı birine bizim inanmamamız gerekmez mi? Neyse…)

3-      Türk ordusu darbe yapmaz. Daha doğrusu darbe gerçekleşene kadar ordunun darbe yapmayacağına inanmak, darbe gerçekleştikten sonra ise zaten bu konuda yorum yapmamak gerektiği için bu konu tartışılamaz.

4-      Hepimiz Atatürkçüyüz.

Türkiye’de Yiğit Bulut gibi düşünen, üstelik eğitimli, yazan-çizen ciddi bir insan grubu var. Bunlar ordunun kendisini üzerine tesis ettiği değerlere aslında o kadar da yakın değiller. Her konuda dogmatik olmadıkları gibi, savaş meraklısı, askeri diktatörlük özlemiyle yanıp tutuşan, kafaları hamasetle çalışan insanlar da değiller bunlar. Ama yine de karşılarına geçip Çetin Doğan gibi esip gürleyen bir “paşa” gördüklerinde, bildikleri bütün teorileri ve tarihin neye benzediğini unutup iman etmeye hazır hale geliyorlar. Bunlar genelkurmay başkanı savaş gemisinin tepesine çıkıp gözdağı verdiğinde de susuyorlar, müthiş ayrıntılı binlerce sayfa darbe planını veya günlükleri okumayıp, ben yazmadım birileri kurguladı diyen Özden Örnek’lere, Çetin Doğan’lara da inanıyorlar. Neden?

Çünkü korkuyorlar.

Nasıl korkmasınlar ki?

Cumhuriyet’in kuruluşundan sadece iki yıl sonrasından, ta 1925’den başlayarak sayısız darbe, sıkıyönetim, muhtıra ve balans ayarı yapan bu ordu. 12 Eylül’den sonra bir milyon insanı işkenceden geçiren/geçirten bu ordu. Sadece son dönemde değil, Şeyh Sait isyanından, Dersim harekatına ve bugüne dek sayısız operasyonda köyleri boşaltan, Kürtçeyi yasaklayan, Diyarbakır cezaevi gibi trajediler, JİTEM gibi suç örgütleri yaratan, böylece bölgede faili meçhuller dahil on binlerce insanın ölümüne yol açan çatışmanın ve çözümsüzlüğün en önemli sorumlusu olan bu ordu. Dört başı mamur son darbenin üzerinden 30 yıl geçtiği halde hala liselerde milli güvenlik dersi adı altında sivil öğrencileri üniformalı öğretmenlerin komutasında hazır ola geçiren bu ordu.  Toplum, örgüt ve politika sözcüklerini kirli ve  sakıncalı ilan eden bu ordu. Kendini eleştirilemez kılan, toplumu hala namlunun ucundan yönetmeye hevesli olduğunu gizlemeyen bu ordu.

Dolayısıyla korkmakta haksız değiller.

Aslında doğrudan doğruya ve sadece bu ordu demek de çok doğru değil. Bu ordunun, ürettiği politikalarla rehin aldığı hükümetler, bürokrasi ve yargı… Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin başlıca aktörleri bunlardan ibaret. Tabii sivillerin, siyasetçi ve bürokratların, sivil kamuoyunun ve medyanın bu tarihteki payını bir boyun eğme olarak görüyor değilim. Tarih iç içe geçmiş, sonuçların da nedenleri, aktörlerin başka aktörleri ürettiği girift bir süreç. Ne siyasetçiler, ne de sivil toplum bu tarihin bütün yükünü ordunun üzerine yıkma lüksüne ve ayrıcalığına sahip. Bir arınma olacaksa hep birlikte olacak.

Doksanlı yıllardan itibaren uzun yıllar insan hakları hareketinde çalıştım. Yüzlerce işkence mağdurunun hikayelerini dinledim, tedavilerine katkıda bulunmaya çalıştım. Ben bu darbe süreçlerinin doğrudan mağduru sayılmam, 12 Eylül’de çocuktum, Kürt bölgelerinde de yaşamadım. Yaşananlara çok sonradan (ve neyse ki sadece) tanıklık ettim. Ama yine de hayatta depremden ve savaştan sonra en çok korktuğum şey askeri darbedir.

Bu nedenle bu kolektif korkunun, bu boyun eğme ve otorite bildiklerince onaylanma ihtiyacının en azından nedenlerini anladığımı sanıyorum. Ama bugün darbe planları yapan generaller sorgulanabiliyorken, bu korkunun sebeplerinden, derin sebeplerinden kurtulma şansının kapımıza geldiğini fark edebilmeliyiz. Parmaklarını üzerimize sallayan kerametleri kendinden menkul generallere daha fazla itaat etmemiz gerekmeyebilir. Terhis vakti gelmiş olabilir yani. Bunun için en azından kapı aralandı bugün.

REM’in “It’s the end of the world as we know it” diye çok güzel bir şarkısı vardır. Michael Stipe, şarkıyı nefes nefese söyledikten sonra nakarat bölümlerinde şöyle der: “Bildiğimiz dünyanın sonu bu”. Ve nakaratın son tekrarında ekler: “Ve kendimi iyi hissediyorum.”

Her şeyi, her süreci eleştirel okumaya varım. Ama biraz umuda da varım.

You may also like

Comments

Comments are closed.