Köşe Yazıları

Cephe Savaşında Bandocu Olmak

0

Bir tespitle başlayalım :

Türkiye’de yeşillerin de dahil olduğu bir grup birey ve oluşum, gerçek demokrasi, tüm hakların korunmaya alınması, tarafsız hukuk, askeri vesayetin son bulması ve iktidarıyla-muhalefetiyle siyasetin boğazına kadar battığı pislikten arındırılması için samimi, gerçek bir mücadele veriyor.

İkinci bir tespit, birincisini izlesin hemen :

Bu bahsettiğimiz grubun günümüz Türkiye’sindeki politik gücü “ana” aktör olmasına yeterli değil henüz, “destek-yan aktör” olabiliyor ancak.

Bu ne anlama geliyor? Ana aktörlerden birinin (aşağıda aktörleri tanıtacağım) diğerine karşı başlattığı saldırıda bu grubun desteği önemli, hatta belirleyici bir etmen olabiliyor; ancak bu yan-destek aktörün “iki ana aktörden” biri tarafından başlatılmayan ve/veya aktif olarak arka çıkılmayan bir hareket dahilinde “gidişatı” değiştirmesi mümkün olamıyor.

Peki kim bu aktörler? 2 ana aktör (paradigma ya da “algı kalıbı” da diyebiliriz) var : modernist cumhuriyetçiler ve  muhafazakar pragmatistler. Bu iki aktörün günümüzde beden bulmuş partileri CHP ve AKP kuşkusuz. Bu aktörlerin aslında oldukça fazla ortak noktaları var : Sünni Milliyetçilik, ataerkil ve yasakçı ahlakçılık, her pahasına ekonomik büyüme iştahı, halka güvensizlik. Türkiye tarihinde kısa-orta vadede az-çok bir etkide bulunmuş bütün partiler bu ortak yönlerin bir araya getirilmesinden ya da bazılarının ön plana çıkarılarak bir nevi “hibrid” partiler kurulmaya çalışılmasından ibaret. Ancak iki aktörün yapısal çatışmaları, çelişkileri ve uyumsuzlukları nedeniyle tüm bu parti ve oluşumlar ya saman alevi gibi parlayıp söndü (ANAP ve DYP, örneğin) ya da tüm olumlu şartlara rağmen hep “sınırlı etkiye” sahip oldu (tam olarak MHP : Türkiye’de sorsanız herkes milliyetçidir ama MHP’nin oy oranı ortada).

Bu analizleri yapmamın sebebi, dar anlamda Yeşiller, geniş anlamda ise yazının başında bahsettiğim “grup” olarak izlediğimiz stratejiye belki de bir ince ayar gerektiğini tartışmaya açmak. Meramımı aktarabilmem için, özellikle son 5-7 yılın kısa (gerçekten kısa!) bir özetini yapalım :

Muhafazakar pragmatistler, modernist cumhuriyetçilere karşı açık cephe saldırısı başlattı. Tüm şartlar uygundu kadim düşmanın yerle bir edilmesi için. Saldırıda belirleyici rolde olan “destek-yan” aktörün aktif desteğini almak için ve meşru dayanak noktası  olarak özellikle ordunun darbelerle, komplolarla, cinayetle, kanla ve yalanlarla dolu tarihi didiklenmeye, kamuoyuyla paylaşılmaya başlandı. Destek-yan aktör olan grup için bu hem geçmişle hesabın kapatılması, hem de “daha etkin bir politik güce sahip olunabilecek” bir yarının inşası için çok uygun bir durumdu. Saldırıya tüm gücümüzle destek verdik. Verdik ama, muhafazakar pragmatistlerin “bu arada” yediği haltları da görmüyor değildik; sadece görmekle kalmıyor, haykırıyorduk da tüm gücümüzle. Ancak cephe savaşında (sizin bunu “cephe” savaşı olarak görmemeniz pek önemli değildi, iki ana aktör için, islamcı esnaf için, röfleli teyze için bu bir cephe savaşıydı) ya bi’ taraftasınızdır ya da diğerinde; gerilla taktiği uygulasanız bile farketmez kimse. Dolayısıyla bizim “grup” iki ana aktörü de kıyasıya eleştiren, ikisine de ateş saçan ama öyle veya böyle “modernist cumhuriyetçilere” karşı verilen savaşı “sistemi değiştirebilme anlamında daha köklü ve öncelikli” şeklinde değerlendiren bir pozisyon aldı.

Şu konuda sanırım hepimiz hemfikiriz : İdeal olanı, bizim “grubun” üçüncü bir ana aktör haline gelmesi, tek başına “gidişat” değiştirme yolunda adım atabilmesi, bunun için ana aktörlerden birinin aktif desteğine ihtiyacının olmaması. Ve fakat (belki bunda hemfikir değilizdir) : Durum bu değil. Bizim gruptaki köşe yazarlarının, bağımsız medyanın, sanatçıların ve entellektüellerin “toplum içinde artan etkisi” demeden önce düşünmek lazım; bu fikirlere gelen destek bahsettiğimiz “savaş koşulları” içinde gelmiyor mu? Demokrasi öyle pek de iplenen bir kavram değilken, muhafazakar pragmatistlerin 3-5 sene boyunca savaşın esas argümanı olarak kullanmasıyla “evet evet, demokrasi nan tabi” haline dönüşmedi mi? Bu argüman ortadan kalktığında (savaş bittiğinde ya da şekil değiştirdiğinde, örneğin) ne olacak?

Kuşkusuz, bu “cephe savaşı” boyunca kullanılan demokrasi, hukuk, haklar falan kavramlarının “bizim grubun” etki, gücü ve büyüklüğünü arttırıcı bir etkisi oluyor.  Ama bu artışı abartmamak lazım. Türkiye’de halk hala modernist cumhuriyetçiler ve muhafazakar pragmatistler arasında şekillenme devam ediyor. Ana aktörlerin oluşması da, yok olması da kısa dönemlik işler değil (olağanüstü koşullar dışında, Nazi Almanyası’nın oluşması örneğin). Muhafazakar pragmatistlerin bu ülkede en iyimser tahminle 150 yıllık geçmişi var, 1453’e kadar götürebilirsiniz hatta kolaylıkla. Modernist cumhuriyetçilerin de İttihat ve Terakki’yle başlayan ve hafiften şekil değiştirerek bugüne gelen bir asırlık bir geçmişi var. Bunların oluşması uzun sürdüğü gibi, ufalmaları-dağılmaları da uzun sürecektir.

Toplumu şekillendiren bu iki temel aktör-algı kalıbı-paradigmanın değişmesi ve “bizim grubun” güç kazanması için ne yapmak lazım? Bu çok önemli bir soru, atılan her adımda bu sorunun bir şekilde hatırlanması, hatırlatılması, hatırda tutulması gerekiyor. Özellikle bu “savaş” ortamında, ve bu savaşın ikinci aşamasının (hukuk sisteminin ve işleyişinin ele geçirilmesi)  sonlarına yaklaşırken gözleri dört açmak, kulakları da iyice dikmek lazım. Radikalin internet sitesinde İsmail Saymaz imzasıyla hazırlanan derleme dosyası bu konuda hayati derecede önemli bilgiler veriyor. Bir an durup düşünüldüğünde, durumun 80′ sonrası “hukuk” işleyişini aratmayacak kadar çürümüş olduğunu görmek mümkün. Sinirleniyoruz, sesimizi çıkarıyoruz, bağrınyoruz… Ama yine de birşeyler eksik, değil mi? Sanki “yaşadıklarımıza” duyduğumuz öfke, “muhtemelen yaşayacaklarımızdan” duymamız gereken korkunun önüne geçiyor. Modernist cumhuriyetçilerin günahları, muhafazakar pragmatistlerin şeytani planlarından ağır basıyor vicdanımızda bir yerlerde.

“Bizim grubun” en büyük avantajı ve gücüdür : Kendine her an dışarıdan bakabilme, kendini ve yanındaki yoldaşını korkmadan eleştirebilme, yanlış yaptığı zaman korkup üstünü örtmek yerine cesaretle üzerine gidebilme. Bu gücü kullanmanın zamanı geldi belki de. Yanlış yaptık demiyorum, bu ana dek verdiğimiz destek sonuna kadar haklıydı ve bundan sonra verilmeye de devam edilmeli. Ama vicdanımızdaki ve dimağlarımızdaki o “yaşadıklarımıza duyduğumuz öfkenin muhtemelen yaşayacaklarımızdan duymamız gereken korkunun önüne geçmesi” meselesini açıklığa kavuşturmak, safımızı (bize belli ama) dosta-düşmana iyice göstermek-belli etmek, muhafazakar pragmatistlerin sinsi ve şeytani oyunlarını “bunlar komplo teorisi” diye geçiştirme eğilimimizden en azından biraz uzaklaşmak…

Bütün bunları yapmak, müsterih olalım; darbelere, milliyetçiliğe, ataerkilliğe, şiddete, demokrasinin her ne sebeple olursa olsun rafa kaldırılmasına ve militarizme karşı mücadelemize zeval vermeyecektir.

Bitirirken : “E zaten bütün bunları yapıyoruz bizler, yapmıyor muyuz nan yoksa?” gibisinden bir kafa karışıklığı hakimse bünyede, Yeşiller olarak yaptığımız son basın açıklamasını ve ondan önceki Ergenekon açıklamalarımızı karşılaştırmak belki yardımcı olabilir. Bende var şahsen bu kafa karışıklığı, ve bana öyle geliyor ki bu siyasi savaş içinde modernist cumhuriyetçilere karşı acımasız-doğrudan saldırılarımız, muhafazakar pragmatistlere karşı yerini “herkesin kulağını çeken” bir söyleme dönüşüveriyor.

Yaşadıklarımıza duyduğumuz haklı öfke, gözümüzle görüp kulağımızla duyduğumuz pisliklere tepkimizden ağır basıyor.

Etrafımızdaki birçok eş-dostun “AKP’yi mi destekliyorsunuz abi?” sorularının nedeni bu olmasın?

Modernist cumhuriyetçilerce (CHP), muhafazakar pragmatist cephesinde (AKP) olduğumuz sık sık iddia edilirken; neden hiçbir muhafazakar pragmatist (AKP) çıkıp da “Modernist cumhuriyetçisiniz siz!” (CHP) demiyor?

Yoksa sandığımız kadar “tarafsız”, sandığımız kadar “Biz farklı birşey söylüyoruz”cu görünmüyor muyuz dışarıdan?

You may also like

Comments

Comments are closed.