Yeşeriyorum

Finans Kapitalizme Karşı, Emekçi ve Keriz Ortaklığı

0

Bugün bunun yanıtını aramak ve fiilen uygulamaya koymak için bir başlangıç yapayım dedim ve yarım günümü bankalarda dolaşarak geçirdim. Henüz tamamlayamadım ama bir sonraki devrede, tüm bankalarla olan ilişiğimi kestiğim zaman, sanırım finans kapitalist sürecin dışına doğru adım atabileceğim.

Neden böyle düşünüyorum. Anti-kapitalist olmak ya da kapitalizme karşı olmak ne demektir? Kapitalizme karşıyım deyince, karşı mı olunmuş oluyor? Hayatımızın her alanında kapitalist sürecin içinde yaşıyoruz ve kapitalizmin her geçen zaman yeniden inşası için biz de katkıda bulunuyoruz.

Kapitalizm başlangıçta ve son dönemlerine kadar, üretici bir özelliğe sahipti. İmalat sanayi döneminde, kapitalizm ortaya yeni bir ürün koyuyor, bir mal yaratıyor, üretim gerçekleştiriyordu.

Kapitalizmin üretken sürecinde ortaya bir güç çıktı: Emekçiler.

Üretimin gerçekleştirilmesi aşamasında, örneğin 250,00 TL. ham madde, 50,00 TL. makine amortismanı, 100,00 TL. işçilere ödenen ücret olmakla, toplam 400,00 TL. maliyeti olan bir malı, %25 kar ile, yani 100,00 TL. daha ekleyerek, 500,00 TL.ya satan bir kapitalist, elde ettiği 100,00 TL. karını, işçilere ödediği 100,00 TL’nin esasen örneğin 200 TL. ödenmesi gerekirken, %100 gerçekleştirilen sömürü ile yaratılan artı-değerden elde ediyordu.

Devlet de, kapitalistin elde ettiği 100,00 TL. karına ve aynı zamanda işçilerin elde ettiği 100,00 TL. ücretine ortak oluyor, diyelim ki, %30 gelir vergisi alarak, her birinin 30,00 TL. sine el koyuyordu.

Sonuçta işçiler 70,00 TL. alıyor ve kendi aralarında bunu paylaşıyorlar, kapitalist 70,00 TL. alıyor ve bunu kazancı sayıyor, 60,00 TL. da devlet vergi olarak alıyor ve süreç böyle işliyordu.  Ama her daim sermaye korunuyor.

Demek ki, fabrikada çalışanların sömürüsü olarak karşımıza çıkan, artı-değer, buradan oluşan kar ve hem işçilerin ve hem de kapitalistin aldığı paydan pay alan devlet faktörü önemli bir unsurdu.

Vergi süreci, devletin bir iktidar süreci olarak gelişti ve aynı zamanda gelir vergisinin yanı sıra, başkaca adlar altında çeşitli vergiler de alındı, bugün de alınmaya devam ediliyor.

Ama bugün gelinen noktada, kapitalizm bu üretken yanını sanki kaybetti ve süreç tam da tersine dönerek, üretimden değil, tüketimden kazanç elde etmeye başladı. Marks’ın öngörüsüne göre, üretim şişecek, kapitalizm bu nedenle krize girecek ve sosyal patlamalara yol açacaktı. Hiç de öyle olmadı.

Bu aşamada üretimde aktif rolü olan emekçilerin de fonksiyonu değişti. Yani başlangıçta üretimde rolü olan çalışanlar, süreçte etkin iken, tüketime dönüşen süreçte bu etkinliklerini yitirdiler.

Tüketim süreci ile birlikte ortaya yeni bir güç çıktı: Tüketiciler.

Fonksiyonunu sürdüren imalat sanayi yerini, üretime ve mala sahip olan değil, likiditeye sahip olan finans kapitalistler almaya başladı. Biri diğerini destekler ve birbirinden beslenir hale dönüştüler.

Ancak hem devlet ve hem de finans kapitalistler, sadece işçilerin ya da kapitalistlerin paylarına ortak olmakla yetinmediler ve sürece katılan bütün tüketicilerden pay almaya başladılar.

Örneğin, Ayşe teyze torununa bayram harçlığı verdiğinde, torun Mehmet, Bakkal amcasından bir adet bolibon alıp, 1 TL. verdiğinde, bu alış-verişinden 0,18 KR KDV ödüyor. Yani torun Mehmet de vergi mükellefi haline dönüşüyor.

Bunun gibi, finans kapitalistler sokak aralarına kurdukları tezgahlar ile gelen geçeni bankalarına davet ediyor, onlara kredi kartı veriyor, adlarına hesap açıyorlar. Hesabın TL ya da döviz cinsinden olmasının önemi yok. Bir ülkede ne kadar banka var ise, o kadar bankada bireylerin kredi kartları ve hesapları oluşmaya başlıyor. Banka mudilerini toplasanız, ülke nüfusunun birkaç katı sayı elde edersiniz.

Keriz sayısı çoğaldıkça, bankaların mudi potansiyeli artıyor ve satış değerleri yükseliyor. Bir banka, kendisine bir mudi kazandığı zaman, portföyü yükseliyor ve bankanın değeri artıyor, diğer yandan da geliri artıyor.

Bu yöntem ile bankalar bir yandan kendi satış değerlerini arttırırken, diğer yandan hiçbir faaliyet yapmadan, açtıkları banka hesaplarına, hesap işletim ücreti adı altında ücretler tahakkuk ettirmek suretiyle, sermayelerine sermaye katıyorlar. Yani ne kadar mudi, o kadar keriz!

Aynı durumu kredi kartlarında da görüyoruz. Her bir kart sahibi, hiçbir harcama yapmasa dahi, üyelik aidatı altında ödeme yapmak zorunda bırakılıyor.

Bankaların, bankacılık hizmeti olarak bildiğimiz para toplamak, bu paralara faiz ödemek, toplanan paraları yeniden faiziyle satmak gibi bir sürecin dışında işlev üstlendiğini görüyoruz. Elliyi aşkın bir kalemde, banka geliri ortaya çıkıyor.

Sistem yıllık hesap işletim ücreti adı altında, bir yıl için bir defaya mahsus olduğu gibi, altışar aylık dönemlerde iki eşit taksitle veya dörder, üçer ya da aylık taksitler halinde hesap işletim ücretleri tahakkuk ettirilerek, banka gelirleri arttırılıyor.

Bunun gibi, daha bir çok ad altında bankalar, mudi olarak kazandıkları müşterilerini tam anlamıyla kerizliyorlar. Başta bu durumu Devlet kabulleniyor, vatandaşlarının kerizlenmesine izin ve ortam yaratıyor, yasal zeminini yaratıyor, sokaktaki bizler de, bu durumu normal bir durum olarak kabul ediyoruz.

Kredi kartı sistemiyle ticari hayatı ele geçiren bankalar, paranın tahsilatı aşamasında, avukatlık hizmetlerini de ele geçirdi. Tahsilat aşamasında yasal olarak alınması gereken avukatlık ücretini de, çalıştırdığı avukatlarına vermeyerek, onları maaşlı hale dönüştürerek, avukatlık ücretini de kazançları arasına alıyor.

Şimdi uyanma zamanı ve bu işe dur demenin vaktidir dediğinizde, yapmanız gereken nedir?

Birinci etapta, bütün bu kerizlenmeye itiraz etmeyi düşünebilirsiniz. Tüketici haklarından başlayarak, size hukuken sağlanan bütün haklarınızı harekete geçirebilir, mücadele azminizi de gösterip, bazı sonuçlar alabilirsiniz.

Örneğin hesap işletim ücreti için, önce ilgili bankaya itiraz edersiniz. O sizi tınlamaz ya da tınlar, paranızı iade eder ama sizin hesabınız duruyor ise, bir sonraki dönemin hesap işletim ücretini tahakkuk ettirir.

Tınlamayanlara karşı, Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, İl Müdürlükleri bünyesinde kurulu bulunan İl Tüketici Hakem Heyetine başvurursunuz. Burada genellikle tüketici lehine karar çıkar. Ama bunu icraya koymanıza fırsat kalmadan, banka Tüketici Mahkemesi’ne başvurur ve İl Tüketici Hakem Heyeti’nin verdiği karara itiraz eder ve iptal ettirir. Çünkü mahkeme bilirkişileri emekli banka müdürleridir, onlara göre bankaların yaşaması için hesap işletim ücreti alması gerekir.

Mahkemeler de bilirkişi raporları ile sıkı sıkıya kendilerini bağlı gördüklerinden ve karşı bir görüşle tüketiciyi koruma durumu yaratmadıklarından, genellikle tüketici aleyhine karar veriyorlar. Bir milyar TL. ye kadar verilen kararların temyizi de mümkün olmadığından, Yargıtay’a başvurma olanağından mahrum kalıyorsunuz ve tüketici mahkemelerinin kararları kesin karar niteliği kazanıyor.

Şimdi Devletin hem yasama organında, hem yargı organlarında ve hem de idari birimlerinde finans kapitalistlerin oluşturdukları lobiler ciddi faaliyet yürütüyorlar. Sivil toplum örgütleri nedense, kısmen de olsa idari birimlerde oluşturulan Tüketici Hakem Heyetlerinde etkili olabiliyorlar. Buralarda da ticaret ve sanayi odaları, esnaf ve serbest meslek odalarının temsilcileri olmasına karşın, tüketici dernekleri kısmen etkili görünüyorlar. Ancak yasama ve yargı organlarında tüketici örgütlerinin ciddi bir etkinliği olmadığı için, finans kapitalizm, kendi hukukunu kendisi yaratıyor.

Saynur Gelendost Ödül Töreni için Bodrum Belediye Salonu’nda yaptığı söyleşisinde, Avukat Senih Özay, “Marksist görüşe göre alt yapıyı oluşturan ekonominin yanına, artık yeni bir unsur daha geliyor, o da hukuktur!” demişti. İdeal toplumlar için bu görüş doğru sonuçlar verebilir, böyle de olması gerektiğini düşünebiliriz ancak, henüz hukuk, ekonominin yanına gelerek, belirleyici bir unsur olabilmiş değildir. Hala lobiler ve çıkar gruplarının etkinlikleri hayata yön vermektedir.

Bu durumu en açık şekilde finans kapitalist unsur olarak, bankaların işleyişlerinde ve kendilerine mudi yaptıkları bütün tüketicileri kerizlemelerinde görüyoruz. Açıkça gerçekleşmekte olan kerizleme karşısında, ne Devlet ne de başkaca unsurlar herhangi bir güçlü itiraz geliştirmemekte, aksine davranmaktadırlar.

Üretim karına ortak olan Devlet, üretimi destekleme adına zaman zaman destekleme primi ve çeşitli teşvikler yapmakta ve üretimden beklediği gelirinden vazgeçebilmektedir. Bunu imalat sanayinde ya da turizm veya ihracat sektöründe yapma gereği duymaktadır. Çünkü sıcak döviz beklentisi, yerli para beklentisinin önüne geçtiğinde, vergi yerine, döviz kazandırıcı desteklere başvurulabilmektedir.

Bu kez esasen Devlet, tüketimden, yani katma değerden gelir elde etmektedir. Ayşe Teyze’nin torunu Mehmet’in de elindeki harçlığından vergi almaktadır.

Şimdi üretim sürecindeki vergiler ile tüketim sürecindeki vergilerin çeşitliliğini karşılaştırdığımızda, tüketim sürecinde oldukça çeşitlilikle karşılaşırız.

Bu yazıyı okuyanlar, bildiği vergiler üzerinden örnekleri geliştirebilirler. Hatta öyle ki, bir otomobil üzerinden örneklediğimizde, öyle güzel sonuçlar elde edebiliriz ki, tüketici adı altında kendi yurttaşını kerizlemenin fırsatlarını en başta Devletin gözettiğini anlayabiliriz.

Örneğin bir otomobil tüketicisi, sistemin otomobil yoluyla yarattığı albeni, ihtiyaç duygusu vs.nin etkisi ile soluğu otomobil galerisinde alır. Önce bir alım satım vergisi, eksoz vergisi, özel tüketim vergisi, ehliyet için ödenen çeşitli harçlar, ruhsat için ödenen çeşitli harçlar, otomobili kullanırken harcanan benzin alımlarında –benzinin yarı bedeli kadar- ödenen envai tür vergiler, yıllık taşıt vergisi, taşıt muayene vergisi, sürücüler için kurulan trafik/radar tuzakları ve çeşitli cezalar ve ilahi bunları çoğaltarak bir düşünün. Devlet bir otomobil sürücüsünden bu kadar vergi, harç ve ceza alırken, neden toplu taşımacılığı desteklesin veya toplu taşımacılığa yönelsin ki?

Şimdi demiryolu yerine karayolu taşımacılığının gelişmesinde sadece otomobil şirketlerinin oluşturduğu lobilerin etkisinden söz ederiz. Ancak devlet bu işten bir menfaat elde etmese, otomobil şirketlerinin lobi faaliyetleri tek başına yeterli olabilir mi?

Ulaşımda neden örneğin demiryolu yerine, karayolunun tercih edildiğini, neden toplu taşımacılık yerine bireysel taşımacılığın yaygınlaştırıldığını düşündüğümüzde, sistemin yaşaması için diğer bir çok alanda da –sağlıkta, eğitimde, ilahi- işleyişin bu şekilde olduğunu görürüz.

Gerçek bir yeşil ekonomi için önce kapitalizmden kopuş ya da kapitalizmin sönümlenmesi için uğraş gerekiyor. Kapitalizmin bugün görünen en uç yüzü, finans kapitalizm ise, bununla da mücadele edebilmenin yol ve yöntemlerini geliştirebilmeliyiz.

Var olan sisteme itiraz eden ve fakat sadece itirazları ile kalıp, akşam yatıp, sabah kalktıklarında, güne kapitalizmle başlayan bizler, ya çekilip kendi kabuğumuzda yaşayacağız ya da bulunduğumuz yerden yeni bir alan açmak için uğraş vereceğiz.

Eğer bu kentlerde yaşamak durumunda kalmışsak, bu kerizlenmeye karşı çıkmak için, oldukça fazla nedenimiz olmalı diye düşünüyorum.

Sistemden canı yananlar, bir şekilde, sistemi ya da sistemi yaşatanları, bir yerlerden desteklemeseler, herkes kendi çapında desteğini çekmiş olsa, sistem çökmez mi? Bu sistem dışardan desteklenmediğine ve kendi içinde destekçilerini bulmaz ise çökeceğine göre, sistemi destekleyenler içerdekilerdir. Yani bizleriz. Biz kerizleriz.

O halde kerizlenmeye, finans kapitalist bankalardaki hesaplarımızı kapatarak başlayabilir ve nerelerde kerizlendiğimizi bir bir düşünerek, sisteme verdiğimiz desteğimizi geri çekebiliriz.

Sadece emek mücadelesi veren emekçi sınıfı değil, finans kapitalizmi yaşatan tüketici kerizleri de örgütleyerek bu düzeni çökertebiliriz.

Yeşil bir düzene doğru yürüme taşlarını örerken, bu yönüyle de düşünebiliriz.

Yaşasın emekçilerin ve kerizlerin ortak mücadelesi!

İsmail DUYGULU/Antalya/05.06.2009

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.